29 Mayıs 2014 Perşembe

Melih Garipler - Altınordu'da Parladı, Denizlispor'da Simge Oldu

Melih Garipler, futbolumuzun 1960’lı yıllarında güzel izler bırakan Altınordu takımının önemli isimlerinden biriydi. Liseyi yeni bitirmiş Denizlili bir genç olarak geldiği İzmir’de hemen Altınordu kadrosuna girmiş, genç yaşta kaptanlığını üstlenmiş, sekiz sene sonra memleketine dönerek Denizlispor’da önce futbolcu sonra teknik adam olarak görev almıştı. Yıllarca teknik direktörlük ve altyapı sorumluluğunu üstlenerek Denizlispor’un simgelerinden biri haline geldi. Orhan Berent ile birlikte kendisiyle sohbet ederken Altınordu’dan takım arkadaşı Nehir Çetintaş da bize eşlik etti.

1941’de Denizli Sarayköy’de dünyaya gelen Melih Garipler futbola nasıl başladığını şöyle anlatıyor: “Babam da o bölgenin iyi futbolcularındanmış. Garip Yaşar diyorlarmış. Yani biz futbolcu bir ailenin içine doğduk. Toplam on kardeştik biz. Bazı kardeşlerim de amatör takımlarda oynadılar. Liseyi bitirene kadar Sarayköy’de yaşadım. 1959’da üniversite imtihanına girdim, tıbbı kazandım. Aynı sırada Altınordu seçmelerini de kazandım ve amatör mukavele imzaladım 2000 liraya, 300 lira da maaş. Üç ay okula devam ettim. Tıbba devam edince haliyle futbol yürümedi. Üç laboratuar kaçırdın mı otomatikman sınıfta kalıyordun. Bir ay gitmedin mi işin bitti. Fakat altı kardeş üniversitede okuyorduk.  Para da olmadığı için mecburen tıbbı bırakmak zorunda kaldım, futbola devam ettim. Sonra işletme fakültesini bitirdim ama kullanmadım o diplomayı.”

Melih Garipler kaptanlığında unutulmaz bir Altınordu kadrosu.   
1959-60 sezonu Altınordu’nun Milli Lige katıldığı ilk sezondu. Henüz on sekiz yaşındaki Melih de bu kadroda kısa süre içinde forma giyme olanağı bulmuştu: “Üç ay hiç idmana çıkmamıştım. On beş günlük bir çalışmayla kadroya girdim ve muhteşem (!) bir 8-0’lık Galatasaray mağlubiyetine yetiştim. O zaman Cumartesi-Pazar üst üste maç yapılıyordu. İlk maç Turgaylı, Metinli, Suatlı Galatasaray’a karşıydı. O maçta yedektim ben. Statta 30 bin kişi vardı. Ben o güne kadar 5 bin kişiyi bir arada görmemiştim. Turgay degaj yapıyor, Metin golü çakıyor. Metin tam beş tane gol attı. Ertesi gün hocalar, ‘Şu veledi de kadroya koyalım da başlasın oynamaya,’ diye takıma aldılar beni. Karagümrük maçında sahaya çıktım ben. Rakip Karagümrük ama Kadrili, Zekaili, Tarıklı, Aydınlı muhteşem bir Karagümrük. O maça sol açık olarak çıktım ben. Karşımda Gökçen Dinçer oynuyordu. Fakat doksan dakika boyunca yaptığım hiçbir hareketi hatırlamıyorum. Bir gol attım yalnız, maç da 2-2 bitti. Ondan sonra ‘Yürü ya kulum,’ dedik.”

(Soldan) Melih, Kalaycı Yılmaz, Gode Cengiz, Sedat.
Beytullah Baliç, Bülent Esel, Muhterem Ar gibi mühim isimlerin üstlendiği kaptanlık silsilesinde genç yaşta bu görevi de devralmıştı: “Ben erken kaptan oldum. Yirmi üç yaşında kaptan yaptılar beni. İzmir’de o zaman üniversite okuyan iki üç kişiydik biz. Talimatnameleri filan bilirdim. Onun için zorla kaptan yaptılar beni. Altınordu’da sekiz sene oynadım. Başladıktan üç sene sonra takım kaptanı olmuştum.” Beytullah Baliç’ten söz açılınca ondan saygıyla bahsediyor ve şu anısını anlatıyor: “Hayatta en sevdiğim insan Beytullah Baliç’ti. Onun gibi bir adam tanımadım ben. Sarayköy’den geldim, denemeye çıktım. O arkamda oynuyordu. Ben kırk beş dakika oynamıştım zaten. Arkamdan sürekli beni destekliyordu, ‘Hadi aslanım, hadi koçum, felaket oynuyorsun,’ diye. Böyle baba bir adam görmedim ben. Fakat o davranışı o güne mahsus değildi, her zaman öyleydi.”

Beytullah Baliç (sağ başta) ve Melih Garipler (sağdan üçüncü).
Söz eskilerden açılınca bir de Sait Altınordu anısı anlatıyor: “Bir gün Halk sahasında idman yapıyorduk. Bir arkadaş top kaptırdı. Ben topu kapan oyuncuyu bizim on sekize kadar takip ettim. Fakat Sait Hoca bana, ‘Bulunduğun alandan fazla ayrılma, orada topu alıp tanzim et,’ diye tembih etmişti. Ben adamı bizim kaleye kadar takip edince beni çağırdı, bana bir tokat attı. Benim ağırıma gitti tabii. Ben o güne kadar hocalarımdan tek bir fiske yemiş adam değildim, iftiharlık talebeydim, notlarım hep yüksekti. Basketbol, voleybol, masa tenisi, hepsi vardı bende. Bütün takım önünde bana tokadı basınca ben hüngür hüngür ağlamaya başladım. Daha on dokuz yaşındayım. Ben idmandan çıktım. Sonradan arkadaşlarım, ‘Yahu adam otuz yaşındaki evli barklı oyuncuya tokat atıyor, sen niye bu kadar takıyorsun?’ dediler.”

1962-63 sezonunda bir Altınordu kadrosu Melih Garipler'in sözleriyle: "Bülent Esel, kaleci Sefer, Yılmaz, Kel Altan,
kral beş numara Sedat, Muhterem. (Oturanlar) Oğuz, Karşıyakalı Kalaycı Yılmaz, Antalyalı Hüseyin,
Tıfıl Melih, at yarışçı Selim."
Melih Garipler’in Altınordu’da geçirdiği yıllar içinde unutamadığı olaylardan biri de 1962 kışında Almanya’da katıldıkları bir turnuvaydı. Nehir Çetintaş, “Hatta seni izlemeye yabancılar gelmiş oraya,” diye hatırlatınca esprili bir dille o günleri anlatıyor: “Selahattin Tetik diye bir antrenörümüz vardı. Biz Altınordu olarak en büyük çıkışı onun zamanında yaptık. Adamın aslında futbolla hiç ilgisi yoktu. Atletizm antrenörüydü. Bütün antrenmanlarımız kırk beş dakika sürüyordu fakat bittikten sonra hepimiz tay gibi oluyorduk. Bir form yakaladık biz, birinci devreyi lider bitirdik. İşte o sene Almanya’nın en kuzeyinde Kiel’de kışın bir turnuvaya gittik. Benim de yeni yıldızım parlıyor. İtalya’dan beni izlemeye gelmişler ama o karın, çamurun içinde beni görememişler. Biz batağın içinde kaybolduk. Kar, tipi, yağmur sürekli yağıyor, ben nasıl oynayacağım orada. Biz İzmir’de 0 dereceyi görmemişiz, orada donduk. Kaleci topu kaleden çıkarıyordu, bir de Yılmaz santra yapıyordu, yani bizim ayağımıza hiç top değmedi.”

Hikmet Orhunbilge (solda) ile.
“Biz Almanya’ya 1962’de gitmiştik. O zaman Türkiye’de benim bildiğim üç tane çim saha vardı. Biri Ankara’da, diğeri Konya’daydı. Bir de galiba Manisa sahası çimdi. Orada gezerken Hamburg SV’nin tesislerine gittik. Ben çift kale direkleri olan tam on beş tane çim saha saydım. Alt yapıdaki çocuklar halı gibi sahada antrenman yapıyor, sonra duşunu alıyor, masajını yaptırıyor, yemeğini yedikten sonra eve gidiyordu. Türkiye’de o zaman bırak altyapıyı A takımlarında yoktu bu imkânlar. Bir ayakkabı için İstanbul’a giderdik. Dinyakos vardı orada, bir ay evvelden sipariş verirdik. Bizim son zamanlarımıza doğru İzmir’de Ahmet Şamar çıkmıştı. Yazlığa gitmeden evvel bir 70’lik alıp ona bırakırdık. Döndüğümüz zaman ayakkabımız hazır olurdu. Son senemde Almanya’dan vidalı bir ayakkabı almıştım, fakat giyemedim, alışkın değiliz ki! Dinyakos’un ayakkabısı ayağı sarıyordu, o yüzden Adidas’ı giyememiştim.”


Bir ara Ankara’ya gitmesi söz konusu olmuşsa da gerçekleşmemiş: “1964-65 sezonunda yani Altınordu’nun ilk düştüğü sezon benim transferim gündeme geldi. O zamanlar haraç-mezat vardı. Futbolcu satışa çıkıyor. Satışta kim yüksek pey yatırırsa onun malı oluyorsun. Orada Ankaragücü talip oldu bana. Kendi kulübüm bana 20 bin lira ve 700 lira maaş teklif etmişti. Ben kabul etmeyip satışımı istedim. Satışa Ankaragücü ve Altay katıldı. Şimdi o günkü rakamları hatırlamıyorum ama en yüksek rakamı Altay veriyor. Ankaragücü ile 1.400 lira maaşa yani aldığımın iki misline anlaşmıştım. Ayrıca MKE’de iş vereceklerdi. Fakat ben satışta Altay’da kaldım. Meğer Altınordu ile Altay anlaşmış. Kendi takımın satışa iştirak edemiyor. Altay en yüksek parayı vermiş. Ben Altay’da kalınca toplantıya gittim. Rıdvan Burçetin, ‘Ne istersin?’ diye sordu. ‘Siz ne veriyorsunuz?’ dedim. Bana aynı Altınordu’nun verdiği gibi 20 bin lira transfer ücreti, 700 lira maaş teklif etti. ‘Ben Altınordu’nun kaptanıyım, biz iki kulüp senelerdir kapışırız. Benim kaptanı olduğum kulüp de bu parayı veriyor, aynı paraya niye size geleyim?’ dedim. Ben tabii o zaman o anlaşmayı anlamamıştım, ancak bir iki ay sonra öğrendim. Sonuçta Ankaragücü’ne gidemedim ve Altınordu ile aynı paraya anlaştım. Bugün oynasam herhalde senede en az 500 bin lira alırdım. Sekiz senede iki transfer yaptım. Yirmişerden 40 bin lira para aldım. O 20 bin lirayı da ancak devamlı oynadığım için parça parça aldım. Hiçbir zaman gününde ödeme yapılmadı.”

1969'da Yeni Asır gazetesinin ikinci
ligdeki en iyi oyuncu ödülünü alırken.
Altınordu’nun ikinci lige düşüp hemen çıktığı 1965-66 sezonu oyuncuları açısından unutulmaz bir dönemdi.  O sezon yeni kurulan Anadolu takımlarıyla büyük bir çekişme yaşanmıştı: “İkinci lige düştüğümüz sezon play-off’a kalmıştık. O zaman sekizler deniyordu. Sekiz takım şampiyonluk için çekişmişti. Eskişehirspor, Bursaspor, Mersin İdmanyurdu, Adana Demirspor zorlu rakiplerimizdi. İzmir’deki maçlarımızda bütün stat doluyordu. O sezon hocamız Molnar’dı. Bir de Todor diye bir Macar oyuncu getirmişti. Bana penaltı atmayı Molnar öğretti ve hayatımda hiç penaltı kaçırmadım. Çapraz geleceksin ama ayağının içiyle dümdüz vuracaksın ve yan ağları göreceksin diyordu. Kaleci istediği kadar oynasın, yeter ki sen plaseyi adam gibi vur derdi.” Nehir Çetintaş araya girip onun bir meziyetini daha söylüyor: “Melih kısa boylu olmasına rağmen uzun oyunculardan kafa toplarını alırdı.” Bunun üzerine Melih Garipler, “Ben zamanlamayı çok iyi ayarlardım. Bir metre önden tek ayakla çıkardım. Muhakkak çalardım topu,” diyerek işin sırrını açıklıyor.

1971'de Denizli Atatürk Stadında Trabzonspor'a penaltıdan gol atıyor.
Melih Garipler 1967-68 sezonundan itibaren memleketinin takımı olan Denizlispor’un formasını giymeye başladı. Bu transferde memleket takımı olmasının yanı sıra o yıllarda tüm İzmir kulüplerinin en büyük sorunu olan para sıkıntısı da rol oynamıştı: “İzmir futbolu, kendi içindeki adama 1 lira para vermez. Üç ay maaş alamayız. Transfer ücretlerini alamazsın. Açlıktan nefesin kokar. Denizli’ye gitmeseydim burada açlıktan ölürdüm. Denizlispor’da ilk transfer ücretim 45 bin liraydı. Takımın ikinci senesinde gittim ama kurulduğu sene zaten sözü kesmiştik. Anadolu şehirlerinde profesyonellik daha yeni yayılıyordu ve henüz dalavere yoktu, herkes parasını alıyordu.”
“Çok da iyi bir takım yakalamıştık. Denizli’de çok büyük işler başardık. Hem muhitimizdi, hem yönetim bize inanıyordu. Ben gelmeden önce Göztepe’den kaleci Nevzat gelmişti takıma. Ben geldikten bir sezon sonra İzmir’e döndü. Futbolu bıraktıktan sonra kuyumculuk yapıyordu. Yetmişli yıllarda dükkânında öldürüldü maalesef. Diğerleri genellikle genç ve yeni piyasaya çıkan oyunculardı. Fakat kurduğumuz bu takım üç-dört sene felaket esti.”


Gerçekten de kurulduktan sonra ilk sezonunu orta sıralarda bitiren Denizlispor ikinci sezonunda büyük başarı göstermiş ve bir sezon önce birinci ligden düşen İstanbulspor’un ardından ikinciliği yakalamıştı. 1968-69 sezonunda da bir başka tecrübeli takım olan Ankaragücü’nün ardından ikinciliği elde etti.  
Son kez 1972-73 sezonunda forma giyen Melih Garipler ardından çalıştırıcı olarak uzun yıllar hizmet etti. “1971’de Mersin’de antrenör kursuna gittim. Bilimsel teknikler filan o senelerde başlamıştı. 1972’de futbolu bıraktım ve hemen Denizlispor’da antrenör oldum. Çeşitli zamanlarda sekiz-dokuz kere kulüpte çalıştım. Denizli dışında bir tek 1976 senesinde Uşak’a gittim. Uşakspor 3. Ligde oynuyordu. Üç ay kalıp ayrıldım. Dükkânım vardı, antrenörlük dışında esnaflık yapıyordum. Hediyelik eşya ve konfeksiyon işiyle uğraştım. Sonra on senem Denizlispor altyapısında geçti.”


Melih Garipler altyapı koordinatörlüğü yaptığı dönemden tevazu içinde ayrıntıya girmeden bahsetse de yerel gazetelerde çıkan yazılardan onun bu işe büyük önem verdiği, ilkokul maçlarını bile izlediği anlaşılıyor. Anadolu’yu tarayarak Ümit Bozkurt, Yusuf Şimşek, Erman Güraçar, Erhan Namlı gibi oyuncuları Denizlispor’a kazandırdığını bu yazılardan öğreniyoruz. Birkaç yıl önce altyapı sorumluluğundan kendi isteğiyle ayrılan Melih Garipler halihazırda İzmir Bornova’da yaşıyor. 

                                                   (orhanberent.blogspot.com.tr)





21 Mayıs 2014 Çarşamba

Necmi Mutlu - Beşiktaş'la Dolu Geçen Bir Ömür

İstanbul’un tarihi semtlerinden Kadırga 1940’lı ve 50’li yıllarda Türk futboluna birçok futbolcu kazandırdı. Bu semtte bulunan Cinci sahasında yetişen futbolcuların bir kısmı milli takıma kadar yükseldi. Beşiktaşlı Çengel Hüseyin ve Eşref, Vefalı Garbis, Galatasaraylı Büyük Mehmet gibi isimlerin yanında futbol tarihimizin en büyük kalecilerinden biri olan Necmi Mutlu da bu tarihi semtte doğup büyümüş ve futbol oynamaya başlamıştı. Önceleri santrfor olarak oynayan fakat talihsiz bir olay sonucu kaleci olarak devam etmek zorunda kalan Necmi Mutlu o günleri şöyle anlatıyor:

“1935 senesinde Kadırga’da doğdum. Benim doğup büyüdüğüm bina şu anda Kadırga kulübünün lokalidir. Ben futbola santrfor olarak başladım. Çok iyi santrfordum. Sonra ayağım kırılınca kaleye geçtim. Kalecilik hiç aklımda yoktu, istemeyerek oynadım. Santrfor olarak devam etseydim belki Metin Oktay’ı geçerdim. Hiç tutamazlardı beni.”

Santrfor Necmi Mutlu (solda) Kadırga'da arkadaşlarıyla.
Fotospor dergisinin 12. sayısında kendisiyle yapılan röportajda bu olayı şöyle anlatmış:  “Osmaniye amatör takımına karşı Kadırga’da santrfor oynuyordum. Sahaya alışık olmadığımız için üst üste yediğimiz gollerle 4-0 mağlup durumda idik… On beş dakikalık dinlenme belki de bizleri kendimize getirecekti… Üstümüzdeki forma yağmurdan kurşun gibi olmuştu. Formayı değiştirirken… antrenörümüz Nevruz kulağıma eğilerek: ‘Necmi bu devre kaleye sen geçeceksin’ diye fısıldadı. Bu fısıldama, hayatımda yeni bir yolun başlangıcı oldu. Artık kaleci olmuştum.”

Futbol tarihimizin ünlü yıldızlarından bir kısmı Kadırga formasıyla.
Ayaktakiler: İstanbulsporlu Cafer, Beykozlu Levon, Vefalı Zeki,
Beşiktaşlı Arap Özcan, Necmi Mutlu. Oturanlar: Beşiktaşlı
Altıparmak Sami, Beşiktaşlı Eşref, Vefalı Nevruz,
İzmirsporlu Şaban.
Fotospor’daki bu röportajı hatırlattığımız zaman Necmi Mutlu da bunu, “Evet doğru,” diye onaylıyor. “Hipodromun yakınında güzel bir saha vardı, orada oynuyorduk. Nevruz (Güven) Abi Vefa’da oynuyordu o zaman. Kadırga kulübünün kurucularındandı, futbola çok emeği geçmişti. Sonradan saha komiserliği yapmıştı, devamlı futbolun içindeydi. O maçtan önce zaten ayağım kırılmıştı. O maçta kaleye geçtim, ondan sonra devamlı kaleci olarak oynadım.”

Yirmi yaşına kadar Kadırga’da oynayan genç kaleci 1955’te İstanbul Profesyonel Liginin istikrarlı takımlarından Beykoz’a transfer oldu. Bu transferin öyküsünü şöyle anlatıyor: “O zamanlar futbolcular üç ay tatil yapıyordu. O arada yazlık maçlar başlıyordu. Ben o maçlarda oynarken baktılar iyi oynuyorum aldılar beni. Çubuklu’da bir maç yapmıştık. Beykozlu idarecilere ‘Kadırga’da iyi bir kaleci var,’ demişler. Beşiktaş’ta haf olarak oynayan Nusret Abi Beykozluydu. O bizim yazlık takımda oynuyordu.  Eşref’in çok iyi arkadaşıydı. O da tembih etmiş. Sadettin Arseven, Bahadır Olcayto gibi Beykozlu idareciler gelip seyrettiler. Beni çağırdılar, gittim. Gittim ama yüzüme bakmıyorlar. Bahadır Abi bana 100 lira verdi, ‘Git muayene ol, lisansını yaptır,’ dedi.”

Beykoz kalecisi Necmi bir Beşiktaş maçında sert bir şutu uçarak kurtarmış.
Beykoz’u o tarihte 30’lu ve 40’lı yıllarda “Voleci Şeref” lakabıyla ünlenmiş Beşiktaşlı futbolcu Şeref Görkey çalıştırıyordu. Genç Necmi yeni kulübünde ilk zamanlarda sıkıntı çekse de kısa sürede geçtiği Beykoz kalesini bir daha bırakmadı: “İşlemleri tamamladım, antrenmana geldim. Beykoz’un kalecileri Naylon Halil ve Sinan’dı. Sinan Beykoz’un çocuğu, öyle olunca Şeref Abi beni santrfor oynatıyordu. Fakat şut antrenmanı olunca kaleye geçiyordum. Bir Fener maçı oynadılar berabere bitti, sonra Beyoğluspor maçında yenildiler. O zaman Beykoz halkı benim için, ‘bu oynayacak’ dedi. Sonraki Beşiktaş maçında ben oynadım, Beykoz tarihinde ilk kez Beşiktaş’ı yendi. Beykoz’da ilk zamanlar yüzüme bakan yoktu. Evden idmanlara gitmek için Eminönü’nden Üsküdar’a geçer, oradan dolmuşa binerdim. Şeref Görkey Rumeli Caddesinde oturuyordu. Ne zaman iyi oynamaya başladım, beni taksiyle götürüp getirmeye başladı. O zaman İstanbul Erkek Lisesinde okuyordum ben. Çok zor bir mektep, antrenmanlar ve maçlar olunca on tane zayıf geldi. Onun üzerine yıllık 1.500 lira verip Sıraselviler’deki Yeni Koleje yazdırdılar beni. Şeref Görkey oradan beni taksiyle alıyordu. Birlikte Beykoz’a gidiyorduk, sonra birlikte dönüyorduk. Bazen de ben Yeniköy’e gider, oradan vapurla Beykoz’a geçerdim. O zaman Boğaz vapuru fabrikaya da uğrardı. Oradan vapurla Yeniköy’e geçip eve dönerdim.”

Bir Beykoz-Fenerbahçe maçı. Necmi Mutlu Fenerbahçeli Yüksel'in önünde topu kurtarıyor. Sağ tarafta
Fenerbahçeli Puşkaş Ergun ve Beykozlu Helvacı Hasan onu izliyorlar.
“Beykoz kulübünü Sümerbank kundura fabrikası ayakta tutuyordu. Fabrikanın Cevat Talay adlı bir müdürü vardı. Cevat Bey DP’liydi. Kulüpte başkan değildi ama fiilen o idare ediyordu. Ben kulüpten 150 lira aylık alıyordum. Fabrika da 250 lira veriyordu. Fabrikada DP üst düzey yöneticilerinin ayak kalıpları vardı, bunlara özel kundura yapılıyordu. Müdür bey bana da özel bir çanta yaptırmıştı, beni çok severdi.” Necmi Mutlu Beykoz’da üç sezon oynadıktan sonra küçük yaşlardan beri gönlünde olan Beşiktaş’a transfer oldu. Bu transferde fabrikanın müdürü Cevat Bey de etkin rol oynamıştı: “Beşiktaş’a gitmemi de müdür bey istemişti. ‘Sen artık Beykoz’u aştın,’ dedi. Hatta odasında uzun bir konuşma yaptı. Ben 5 vapuruyla dönerdim. Onunla konuşurken pencereden baktım, 5 vapuru gitti. Görüşmemiz bittikten sonra telefonla görevlileri çağırdı, ‘Motoru hazırlayın,’ dedi. Müdür beyin kullandığı motorla Yeniköy’e geçtim.”

Beşiktaş’a geçişi ilk zamanlarda aile içinde küçük bir gerginliğe yol açsa da olay kısa sürede tatlıya bağlanmış: “Ağabeyimin Karagümrüklü canciğer arkadaşları vardı. Ağabeyim vasıtasıyla bana haber göndermişler. Ben, ‘Beşiktaş’a gideceğim,’ dedim. Beni Karagümrük dışında Fenerbahçe ve Galatasaray da istemişti. Ama biz ailece Beşiktaşlıydık. Ağabeyim babama Beşiktaş’a gitmek istediğimi söylemiş. Babam rahmetli futbol düşkünüydü ama bir gün eve geldim, ‘Ne oldu senin transfer işleri?’ dedi. Ben Beşiktaş’a gitmek istediğimi söyleyince, ‘Ya Karagümrük’e gidersin ya da bu evden gidersin,’ dedi bana. Kapının arkasında asılı pardösüyü aldım, ‘Hadi eyvallah,’ deyip çıktım evden. Evin karşısında kahve vardı. Kahve sahibiyle canciğer arkadaşız, zaten hepsi çocukluktan arkadaşımdı. ‘Evden kovulduk,’ deyince, ‘Gel yukarıda oda boş,’ dedi. O gece orada yattım. Ertesi gün Rainbow otelinde kampa girdik. Ben moralim bozuk bir halde otele gelmiştim. Cevat Bey beni o halde görünce sordu. Ben durumu anlatınca bana çıkarıp bir mor binlik verdi, ‘Git Hilton Otelinde kal,’ dedi.  Kamp bitince mahalleye döndüm. Baktım babam kahvede bekliyor. ‘Gel eve, nereye istersen git. Madem senin gönlünde Beşiktaş var, oraya git,’ dedi.”


Böylece Necmi Mutlu çocukluğundan beri rüyalarına giren Beşiktaş’ta oynama olanağına kavuşmuştu. Fakat o yıllarda profesyonelliğe geçen futbolcuların sık sık yaşadığı tatsız bir olayla karşılaşmış ve yaklaşık altı ay boyunca top oynamaktan mahrum kalmıştı. Transfer ihtilaf komitesinin iddiasına göre amatörlükten profesyonelliğe geçerken fazla para almıştı. Necmi Mutlu bu durumu, “Beykoz’da oynarken doğru dürüst bir transfer parası almamıştım. Giderken bana bir çek verdiler. O yüzden başım belaya girdi,” diye özetliyor. 


Son kez 1958-59’da düzenlenen İstanbul Profesyonel Liginde aldığı ceza yüzünden sadece bir maç oynayan Necmi Mutlu, aynı yıl başlayan Milli Ligde kaleyi Varol’la paylaşmıştı: “Ben Beşiktaş’a geldiğimde kaleciler Varol ve Tamer Kaptan’dı. Beni Karagümrük de çok istiyordu, Beşiktaş’ın iki misli para teklif etmişti. Evin kapısına kadar parayla geldiler. Ben Beşiktaş’a geldiğimde 25.000 lira almıştım¸onlar 50.000 teklif ettiler. Kadri Aytaç 60.000 lira almıştı, ben de onu alırdım aslında. Sonra Tamer Kaptan Karagümrük’e gitti. O zaman oyuncu değiştirme yoktu. Yönetim beni oynatmayı çok istiyordu. Fakat ben ceza alınca Varol oynamaya devam etti. Takım o sırada bayağı kötü gidiyordu. Ben ancak son maçta oynayabildim. Sonra milli lig başladı ve artık devamlı oynamaya başladım. O sıralarda liseyi bitirip Yüksek Ticaret Mektebine girmiştim ama bitiremedim. Bir yandan lig maçları, bir yandan milli takım derken okumaya fırsat kalmadı.”

1960'ta Hayat dergisinde çıkan röportajdan.
Beşiktaş’taki ikinci sezonunda (1959-60) kaleyi kimseye bırakmadı ve bütün lig maçlarında oynadı. Takım olarak iyi bir sezon geçiren Beşiktaş lig şampiyonluğunu büyük bir puan farkıyla kazandı. O sezon İzmirspor ve Ankara’da oynanan son maçta Fenerbahçe dışında maç kaybedilmedi. Bu başarıda üst üste dokuz maç gol yemeyen Necmi Mutlu’nun büyük payı vardı: “Özellikle 59-60 sezonunda çok iyi oynadım. İyi bir takım kurulmuştu. Her maçı kazanıyorduk. Öyle olunca iyi prim kazanıyorduk tabii. Bir gün Akaretler’deki kulüp binasına prim almaya gitmiştik. Parayı aldıktan sonra imzayı atıp aşağı indim. Orada Varol’la karşılaştım. ‘Bana yarım prim yazmışlar,’ dedi. Gerçekten baktım bana 1.000 lira, ona 500 lira yazmışlar. Hemen gidip aldığım parayı çıkarıp koydum, ‘Kaleciler tam prim alacak,’ dedim. İdareciler itiraz etmeye kalkınca, ‘Öyleyse ben de parayı almıyorum,’ dedim. Onun üzerine Varol’a da tam prim verdiler. Varol da bunu her zaman söyler. O sezon Fener ve Galatasaray da iyiydi ama hepsini yendik ve epey puan farkıyla şampiyon olduk. O sezon hocamız Macar Kutik’ti. Bizden önce Roma’yı çalıştırmış. Fizik kondisyon çalışmalarını da Abbas Sakarya yaptırırdı. Macaristan’da kürsü sahibi bir sporcuydu. Kutik de çok iyi taktisyendi. İkisi bir araya gelince iyi bir ekip olmuştuk. Bir gün bir şey olmuştu, ben antrenmana gitmedim. Kutik Kadırga’ya kadar gelmişti. Toprağı bol olsun, beni çok severdi.”

Necmi Mutlu takımın başında sahaya çıkıyor. Arkada Süreyya,
Yusuf, Suat Mamat ve diğerleri onu izliyor.
Bu ilk şampiyonluğun ardından Beşiktaş’ta iki şampiyonluk sevinci daha yaşadı Necmi Mutlu: “1965-66 ve 1966-67 sezonundaki şampiyonluklarda hocamız Spajiç’ti. Çok asabi bir insandı. Haftaym olduğu zaman soyunma odasında takunyalar havada uçuşurdu. Tabii kaçan kaçana! Balkan Kupasında İnönü Stadında bir Arnavutluk takımıyla maç yapıyorduk. Adamlar 1-0 galip ama nasıl sert oynuyorlar, anlatamam. Yugoslavlar ile Arnavutlar birbirine çok düşmandı. Haftaymda soyunma odasına girer girmez, ‘Tuu size!’ diye tükürmeye başladı. ‘Siz Türk değilsiniz, sizi hem dövüyorlar, hem yeniyorlar’ diye bağırdı. Biz ikinci yarı sahaya bir çıktık, Arnavutlar kaçacak delik arıyor! Rövanşa otobüsle gitmiştik, o zamanlar uçak nerede. Arnavutluk o zaman çok kapalıydı. Yugoslavya üzerinden sınıra geldik. Spajiç, ‘Ben iniyorum, onlar beni öldürür, size bol şanslar,’ deyip indi otobüsten.  Asabiydi ama iyi antrenördü. Kalsaydı Beşiktaş’a çok faydası olurdu ama Baba Hakkı’yla takışmıştı. Rahmetli Baba Hakkı maçtan önce soyunma odasına gelir, ‘Şöyle oynayın,’ filan diye konuşurdu. Hoca da bundan hoşlanmıyordu tabii. Çarşı da çok seviyordu Spajiç’i. Kafa Sabahattin’le filan arası iyiydi.” 

Kilyos'taki bir milli takım kampında Özcan Arkoç ile.
Beşiktaş’a ilk geldiği günlerde başından geçen enteresan bir olay yurtdışından transfer teklifi almasıydı: “1960’ta dünya kupası eleme maçları için Almanya’da bir köyde kamp yapıyorduk. Turgay bizim takımda oynuyor, ben de o köyün takımında oynuyordum, devrede değişecektik. Herberger de bizim maçı seyrediyormuş. ‘Bu köy takımının kalecisi kim?’ diye sormuş. Yanındakiler benim kim olduğumu söyleyince, ‘Çok iyi kaleci,’ demiş. Orada bana üç tane teklif gelmişti. En yüksek teklif 60.000 Mark tutarındaydı. 1960 senesinde 1 Mark ile 1 Lira eşitti. Ben o parayı burada alıyordum zaten. O zaman hiçbir yerde piyasa da yoktu. Hollanda’dan da teklif gelmişti ama niye gideyim yabancı memlekete dedim. Tabii ortam da bugünkü gibi değildi, maddi bakımdan arada çok fark yoktu; oysa şimdiki ortam çok farklı.”

"Şimdikiler dua etsin halı gibi
sahalarda oynadıklarına."
“O zaman kulüplerin şartları çok kötüydü. Kimsede para yok. Bir maç için İzmir’e gitmiştik. Oradan Ankara’ya geçecektik. Otobüsle yola çıktık. O zamanın yol ve araç şartları da kötü tabii. Biz Bursa’da indik otobüsten, gitmiyoruz diye isyan çıkardık. Baba Hakkı kafile başkanıydı. Sonunda birkaç araba tutuldu da yola devam ettik. Şeref Stadında buz gibi yerde soyunurduk. İdmanda bütün üstümüz çamur içinde kalırdı. Duşlar akmaz, o halde elbiseleri alır hamama giderdik. Allah korudu bizi. İnönü Stadında konkurhipik yarışları yapılmıştı. Ondan sonra biz maça çıkıyorduk. Bir gün Şeref Stadına geldim. Dışarıda bombalar patlıyor. Meğer İngilizler tarihi bir filmin harp sahnelerini çekiyormuş. Kapıyı götüreceklerdi, zor aldılar ellerinden. Beşiktaş maddi açıdan yetmişli yıllarda büyük sıkıntı çekiyordu. Şimdiki durumuyla mukayese bile yapılmaz. Para toplamak için piyango düzenlenmişti. Bakırköy’de dükkânım vardı, Baba Hakkı oraya gelmişti. Ondan yüz tane bilet almıştım. Şimdi iki yüz kişinin çalıştığı plaza var. Kulüp bu kadar insana maaş veriyor.”

1961'de İstanbul İnönü Stadında oynanan Türkiye - Sovyetler Birliği maçı.
Necmi Mutlu'nun yanında dünya futbol tarihinin en büyük kalecilerinden
Lev Yaşin var. Arkasındaysa Suat Mamat, Sabahattin Kuruoğlu ve Can Bartu
görülüyor. İnönü Stadının yeni açık tabir edilen tribünü henüz
yapılmadığından önemli maçlarda kurulan portatif tribün var.
Necmi Mutlu Beşiktaş formasıyla son kez 1969-70 sezonunda sahaya çıktı. Fakat sezon başında geçirdiği bir sakatlık yüzünden futbolu bırakmak zorunda kaldı: “On iki sezon Beşiktaş’ta oynadım. Menisküs oldum. O zaman menisküs sakatlığı çok zordu. Zaten oynamaktan da bıkmıştım artık. Sahalar kötü, malzeme yok. Şimdiki imkânlar olsaydı beş-altı sene daha oynardım. Otuz beş yaşında bıraktım. Aslında fizik durumum iyiydi ama bıkmıştım artık. Maddi durum da şimdiki gibi değildi. Paranı doğru dürüst alamıyordun. Büyük takımların bile durumu kötüydü, gelirleri yoktu. Futbolu bıraktıktan sonra 1971-73 arasında Beşiktaş’ta Gündüz Kılıç ve Abdullah Gegiç’le çalıştım. O zaman 3. Ligde oynayan Rizespor’dan teklif geldi. Tuncay Mataracı o zaman kulüpte idareciydi. Oraya gittim, dört gün beni krallar gibi ağırladılar. Çok iyi bir kadro vardı. Kim gelse o takımı şampiyon yapardı. Kalmam için çok ısrar ettiler. O takımı yıllarca çalıştırabilirdim. Sonra Kocaelispor da istedi beni. Metin Tekin’in babası idareciydi. Hatta teklifi bana Necati Karakaya iletti. Orduspor da teklifte bulundu. Onları da kabul etmedim.”


Beşiktaş’ta yardımcı antrenörlük yaptığı dönemde özellikle Gündüz Kılıç’la çok iyi bir ilişki kurmuştu: “1971 senesinde bize Gündüz Abi geldi. Öyle bir insan görmedim, Allah mekânını cennet yapsın. Ağabeyim gibi görürdüm onu. İnsan olarak çok iyiydi. Eli açıktı, fakir dostuydu. Onun dışında muazzam bir psikologdu. Futbolcu onun için oynamaya can atıyordu. Her antrenmanda değişik şeyler gösterirdi. O gelince Şeref Stadında duşları, kaloriferleri yaptırdı. Mehmet Üstünkaya da çok para harcadı. Fakat toprak sahada çalışmaktan Gündüz Hoca da bıktı. Gegiç de çok bilgili bir insandı ama şanssızlığı Beşiktaş’ın o seneki kadrosu çok kötüydü. Bir de Gündüz Kılıç gibi çok sevilen bir insandan sonra gelmesi bir başka şanssızlığıydı. Futbolcular ona ısınamadı. Ben olmasaydım çok sorun yaşanırdı.” 


Bu ilk antrenörlük tecrübesinden sonra yaklaşık on sene boyunca ticaretle uğraşan Necmi Mutlu, 1980’lerin ikinci yarısında Gordon Milne’in gelmesiyle birlikte bir kez daha Beşiktaş’ta mesaiye başladı: “Bizim zamanımızda kaleci antrenörü yoktu. Beşiktaş’a ilk geldiğimde Çengel Hüseyin vardı. Sonra Remondini, Sandro Puppo geldi. Bunlar kalecilere şut idmanı yaptırırdı. Sonra Spajiç geldi, Recep Abi onun yardımcısı oldu. Hollanda’da Ajax maçına çıkmıştık. O maçta Ajax’a karşı tek başıma oynadım diyebilirim. 2-0 yenildik. Cruyff o zaman takımdaydı. Üç sene üst üste Avrupa şampiyonu oldular. Meşhur Yugoslav kaleci Beara orada kaleci antrenörüydü. 59-60 senesinde onunla Şeref Stadında yapılan Kızılyıldız maçında karşılıklı oynamıştık.  O zaman Kızılyıldız’ın kadrosunda Stankoviç, Spajiç gibi oyuncular da vardı. Ajax maçından sonra o günleri konuştuk. Gordon Milne zamanında ilk kaleci antrenörü ben oldum. Süleyman Seba başkan olunca beni kulübe çağırdı. Bir süre Serpil Hamdi Tüzün ile birlikte çalıştım. Sonra beni profesyonel takıma aldılar. Gordon geldiğinde ben altyapıda Serpil Hoca ile birlikteydim. O gelmeden önce takımı Bahattin Baydar ile birlikte kampa götürdük. Yirmi gün boyunca ben Zalad ve Metin’i çalıştırdım. Tabii Gordon bizi izliyormuş. İstanbul’a döndüğümüz zaman, ‘Ben bırakıyorum,’ deyince Gordon şaşırdı. ‘Rica ediyorum siz devam edin, ben kalecileri ayrıca çalıştıramam,’ dedi. O şekilde A takımına girdim. Altı buçuk sene Gordon’la çalıştık, sonra Daum gelince onunla da devam ettik.  Sonra Rasim gelince ayrıldım. Öyle bir macera geldi geçti işte.”


Yaklaşık altmış yıl önce Beşiktaş’ın kapısından içeri adım atan Necmi Mutlu o tarihten beri kulübüne hizmet vermeye devam ediyor: “Kaleci antrenörlüğünü bırakınca Süleyman Abi, ‘Altyapıya ağabeylik yap,’ dedi. Halen zaman zaman altyapıyla ilgileniyorum. Geçen sene epey yaş grubu maçlarına gittim. Ankara, İzmir, Kayseri, Samsun gibi birçok yerde maç izledim. Bu sene de iki hafta önce Çanakkale’de maçlar vardı, onları izlemeye gittim. Şimdi altyapıda bile kaç tane kaleci hocası var. Biz altyapıdan o şekilde çalışarak gelseydik çok daha farklı olurduk. Geçenlerde Gordon gelmişti. Beraber Ümraniye tesislerine gittik. Orayı görünce, ‘biz Fulya’da ne zor şartlar altında çalışmışız,’ dedi.”

Son olarak kendi kuşağının kalecilerini, yeni kaleci yetişmemesini sorduğumuzda şunları söylüyor: “Benim kuşağımın kalecileri şimdi olsa bugünkü kaleciler oynayamaz. Özcan, Şükrü, Turgay, Bülent, Varol, Adalet’te oynayan Selahattin, İzmirsporlu Seyfi çok iyi kalecilerdi. Turgay şimdi olsa yabancı kalecileri oynatır mıydı?”











13 Mayıs 2014 Salı

Ben Metin Oktay... Yün Mensucat'ta Oynuyorum

“Onu 1954 Nisan’ında İstanbul’dan Frankfurt’a giden bir uçakta, yani havada tanımıştım. Genç Milli Takımla Dünya Gençler Şampiyonasına giden genç bir spor yazarıydım. Genç takımımızdaki futbolcuların çoğunu tanımıyordum. Ben değil, spor kamuoyu da tanımıyordu daha. (…) Uçakta dolaşarak genç futbolcu kardeşlerimi tanımak istedim. Bir ara mahcup tavırlı, başı önünde birine yanaştım: “Sizin adınız?” Çekingen çekingen konuştu: “Metin… Benim adım Metin Oktay… İzmir Yün-Mensucat takımında oynuyorum.” Böyle tanışmıştık Metin’le. Sonra onu ilk kez futbol alanında, Belçika maçında attığı iki golle tanımıştım. Toplara bir vuruşu vardı ki… Daha sonra İsviçre gençlerini 1-0 yenerken golcümüz yine Metin’di.” (1)

Halit Kıvanç anılarını kaleme aldığı kitabında Metin Oktay’la ilk tanıştığı anı böyle anlatıyor. On sekiz yaşını yeni bitirmiş olan Metin Oktay, o sezon İzmir Liginin iddiasız ama zaman zaman başa oynayan takımların canını yakan kulübü Yün Mensucat’ta oynuyordu. Aslında daha bir yıl önce, yani 1953’te İzmir’in amatör takımlarından Damlacık kulübünde oynarken genç milli takım aday kadrosuna seçilmişti. İlk kez aday kadroya seçilmesini ve yaşadığı hayal kırıklığını kendi anılarında şöyle anlatıyor:

“Kim tavsiye etti, kim seyretti, kim beğendi bilmiyorum. Damlacık’taki üçüncü ayımda genç milli takım aday kadrosuna davet edildim. Gönderilen davet telgrafında İstanbul’a gitmem ve Moda’da Mano Palas’taki kampa katılmam isteniyordu. Lise birinci sınıfta okuyan bir öğrencinin sevincini düşünebiliyor musunuz? Önce İstanbul’u göreceğim, sonra genç milli takımla birlikte Belçika’ya gideceğim.
Genç milli takım aday kadrosuna İzmir’den sadece ben ve kaleci Seyfi Talay seçilmiştik. İstanbul’a birlikte gittik Seyfi ile. Arkadaşlarıma ve ay-yıldızlı takıma çok iyi ayak uydurmuştum. İyi oynuyor, hazırlık maçlarında güzel goller atıyordum. Brüksel’e gidecek oyuncular için tek tip elbise sipariş edilmişti. Provalara ben de katılmıştım. Küçücük bir çocuktum. Sevinçten havalara uçuyor, ama kimselere bu büyük sevgimi belli etmiyordum. İzmir’e bir mektup yazıp babamdan 100 lira para istedim. Avrupa’ya gidiyorum, bana para gönderin diye yazmıştım. O zaman 100 lira iyi paraydı.
Seyahat günü gelip çatmıştı. O gece Futbol Federasyonu başkanı Orhan Şeref Apak, antrenör Cihat Arman’la birlikte beni yanına çağırdı ve şöyle dedi: ‘Seni Brüksel’e götüremiyoruz oğlum. Bak Metin, sen gelecek yıl da genç milli takımda oynayabilirsin. Aynı azim ve hırsla çalış.’ O an sanki başımdan aşağı kaynar sular boşalmıştı. Dedim ya çocuktum. Gözyaşları arasında Orhan Şeref Apak’ın yanından ayrıldım. Benim yerime son anda o seyahat kadrosuna Hacettepeli Ercan alınmıştı. O gece öğrendim ki, Ercan’ın babası meğer Ankara futbol ajanı imiş!” (2)

1954 yılının İzmir genç karması. Metin Oktay sağdan dördüncü. Onun
solunda geleceğin Altay kaptanı Kazım Yıldız var. Kaleci Akın Barhan.
                                                                                                        (Ege Ekspres)
Gerçi Ercan da vasat futbolcu değildi, nitekim ertesi sezon Beşiktaş’a transfer olmuştu. Yine de on yedi yaşında bir delikanlının milli takıma seçilmeyi beklerken, üst düzey bir spor bürokratının oğlunun seyahate götürülmesinden dolayı yaşadığı hayal kırıklığını tahmin etmek zor değil. (Bu arada Metin Oktay’ın Hacettepeli Ercan dediği Ercan Ertuğ’un o tarihte Gençlerbirliği kadrosunda yer aldığını belirtelim. Ertesi yıl Beşiktaş’a transfer olmuş, birkaç sezon oynadıktan sonra Hacettepe’ye gitmişti. Metin Oktay belki bundan ötürü Hacettepeli Ercan demiş olabilir. Türkiye Futbol Federasyonu’nun çıkarttığı Türk Futbol Tarihi kitabının 2. cildindeki maç kadrolarında belki bu ifade referans alınarak Ercan Ertuğ yanlışlıkla Hacettepe takımı oyuncusu olarak belirtilmiştir.)

Metin Oktay Dünya Gençler Şampiyonasına gidemese de artık dikkat çeken bir oyuncuydu. İzmir’e döndükten sonra Yün Mensucat takımına transfer oldu. Bu takıma nasıl girdiğini ve buradaki günlerini yine anılarından okuyalım: “Genç milli takıma çağrıldıktan sonra birkaç kulüp bana gözünü dikmişti. Bunların arasında Yün Mensucat da vardı. O zaman Yün Mensucat’ta Adnan Süvari hem futbolcu hem de antrenördü. Teklifleri bana cazip geldi. Ayda 300 lira vereceklerdi. Kabul ettim.
Yün Mensucat’a 300 lira maaşla transfer olunca dünyam değişmişti. İşçi kadrosunda gösteriyorlardı beni. Artık bir an önce büyümek istiyordum. Bir anda herkesin sevgilisi olmak, futbolda büyük mesafeler kat etmek istiyordum. O yüzden lise birinci sınıfın sonunda okulumu terk ettim. Çünkü futbolla okulun bir arada yürüyemeyeceğini anlamıştım.
Adnan Süvari Affan ile beni çift santrfor oynatırdı. Kendisi de oyun kurucu olarak sahada görev yapardı. O sezon yeni formamla 14 gol attım ve o yılın sonunda Yün Mensucatlı Metin olarak tekrar genç milli takım aday kadrosuna davet edildim. Artık kişiliğimi bulmaya başlamıştım. Gün geçtikçe futbolum olgunlaşıyordu. O yüzden genç milli takım kampına giderken ‘harcanma’ korkusunu üstümden atmıştım.” (3)

İzmir Ligi 1953-54 sezonunun ilk maçında başlama vuruşunu dönemin NATO İzmir karargahı komutanı General
Wyman yapıyor. Generalin bize göre sağında Yün Mensucat takımının antrenör-oyuncusu Adnan Süvari,
                solunda takımdaki ilk resmi maçını oynayan Metin Oktay var.                             (Yeni Asır)
Adnan’lı, Metin’li, Affan’lı Yün Mensucat o sezonu (1953-54) Altay ve İzmirspor’un ardından üçüncü bitirme başarısını gösterirken Karşıyaka, Göztepe, Altınordu gibi takımların üstünde yer almıştı. Genç Metin 32 gol atan takımına 14 golle büyük katkıda bulunurken artık iyice sivrilmişti. Muhtemelen İzmir genç karmasını çalıştıran büyük futbolcu Sait Altınordu’nun da bunda rolü vardı. Nitekim İzmirli gazeteci Beliğ Beler bir hazırlık maçında izlediği genç karma oyuncuları hakkında şu satırları yazıyordu: “İki ay evvel gördüğüm gençler aynı elemanlar olduğu halde tanınmayacak derecede değişmişler. Top stopları, vuruşları, velhasıl her şeyleri eskisiyle kıyas kabul etmemektedir. Sait gençlerin yürüyüşlerine, koşmalarına bile tesir etmiş.” (4)

İzmir'de İzmir ve İstanbul genç karmaları arasında yapılan
maçta Metin Oktay, kaleci Varol Ürkmez ile mücadelede.
Sağ tarafta onları izleyen oyuncu Şeref Has.  (Yeni Asır)
İzmir’de bölge karmaları arasında yapılan maçlardan sonra Metin Oktay bir kez daha genç milli takıma seçildi. Artık hiçbir kuvvet onu takımdan çıkaracak durumda değildi. Böylece Dünya Gençler Şampiyonasına katılacak kafilenin içinde kendine yer buldu. Millilerin oynadığı ilk maçta forma giydi ve attığı gollerle kazanılmasında büyük pay sahibi oldu: “1954 yılının 11 Nisan günü Batı Almanya’nın Leverkusen şehrinde Belçika’ya karşı ilk defa ay-yıldızlı formayı sırtıma geçirdim. … 4-0 kazanmıştık o maçı. Ben de iki gol atmıştım. Yabancı bir ülkede, yabancı bir sahada, üstelik milli formayla attığım o iki gol, bana dünyalar bağışlamıştı sanki. İkinci golü attıktan sonra sakatlanmıştım. Ama o büyük mutluluk, o büyük acıyı çoktan bastırmıştı bile.” (5)

Ali Soydan'dan aldığımız bu fotoğrafta genç milli takım 1954 dünya gençler şampiyonası için Almanya seyahatine
çıkmadan önce havaalanında görülüyor. Metin Oktay sağdan üçüncü. Bize göre sağında Varol Ürkmez,
solunda Ali Soydan var.
                                                                                                   
Ardından İsviçre maçında takımımızın tek golünü attı. Bu golü milli takım masörü Reşat Erte turnuva izlenimlerini yazdığı kitapta şöyle aktarıyor: “Oyunun 25. dakikasına kadar gayet muntazam ve deplasmanlı hücumlarla İsviçre kalesini bir hayli sıkıştırdıktan sonra İzmirli sağ iç Metin gerilerden eşapelik bir pasla önünde bulunan İsviçre müdafilerini atlattıktan sonra 15 pastan güzel bir vole şutla takımımızın ilk ve son zafer golünü atmış oldu.” (6)

(Ege Ekspres)
Varol’lu, Metin’li, Şeref Has’lı, Ali Soydan’lı genç milli takım Dünya Gençler Şampiyonasında dördüncü olma başarısını gösterdi. Yurda döndükten sonra genç milli takım antrenörü ve yine o tarihte Beşiktaş’ı çalıştıran Cihat Arman Metin’i doğruca Beşiktaş kulübüne götürdü. Fakat bu çelimsiz gencin transfer parası olarak istediği yüksek meblağ ünlü yönetici Sadri Usuoğlu’nu (Arap Sadri) kızdırmıştı. Galatasaray da aynı gerekçeyle geri çevirince Metin tekrar İzmir’e döndü ve ertesi sezon İzmirspor forması giydi.

Genç milliler Almanya'da kaldıkları binanın önünde. Metin Oktay arka
sırada sol başta. Antrenör Cihat Arman orta sırada sağ başta.
                                                                               (Reşat Erte'nin kitabından)

(1) Halit Kıvanç, Futbol Bir Aşk, s. 75-76.
(2) Metin Oktay, Top ve Ben, s. 11.
(3) Top ve Ben, s. 12-13.
(4) Yeni Asır, 26 Şubat 1954.
(5) Top ve Ben, s. 13.
(6) Reşat Erte, Genç Milli Takımımızın 1954 Almanya Hatıraları, s. 30.

8 Mayıs 2014 Perşembe

Erdoğan Dağdelen - Futbol Tarihimizin Yaşayan Tanığı

Futbolumuzun profesyonelliğe resmen geçtiği sırada sakatlanarak futbolu bırakan Erdoğan Dağdelen kadim sayılabilecek bir dönemin temsilcilerinden. Bu durumu, “Ben futbolu bıraktığım sırada Metin henüz oynamaya başlamamıştı,” diyerek özetliyor. Futbolumuzun kırklı ve ellili yıllardaki şartlarıyla bugünkü olanaklar arasındaki zıtlığı bizzat yaşayan bir insan. Futbol oynadığı dönemin şartları hakkındaki gözlemlerini aşağıdaki satırlarda okuyacaksınız. Öncelikle nasıl bir ortamda doğup büyüdüğünü, futbola nasıl başladığını anlatıyor:

“8 Mayıs 1924 doğumluyum. Babam İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu yüksek inşaat mühendisiydi. Mezun olduktan sonra beş arkadaşıyla beraber müteahhitliğe başlamış. İş Bankasıyla ortak Samsun-Sivas demiryolu inşaatını almışlar. O zamanlar Ankara Etlik’te oturuyorduk. Emin Sazak ile komşuyduk. Ekonomik durumumuz oldukça iyiydi. 1930’da bütün dünyada büyük bir ekonomik buhran patlak veriyor. Babam ve ortakları muhasebeciliği iyi bilmediklerinden muazzam bir vergi yükü altında kalıyor ve iflas ediyorlar. Bunun üzerine İstanbul’a yerleştik. Babam Devlet Demiryollarında memur oldu. Orada kademe kademe ilerleyerek müdürlüğe yükseldi. Onun görevi nedeniyle Kayseri, Gaziantep, Samsun ve birçok vilayete gittik.”


“Ortaokulu ve lisenin ilk yıllarını Ankara’da okudum. Futbola küçük yaşlardan itibaren merakım vardı. O zaman Devlet Demiryollarının takımı olduğu için Demirspor’u tutardık.  Takımın Orhan diye bir santrforu vardı. Pazarları cumhurbaşkanlığı filarmoni orkestrasında görev yapardı. Maçlara on dakika geç gelirdi. On kişi başlardı Demirspor maça. Takside soyunur öyle maça çıkardı. Beklerlerdi o zaman, öyle bir âdet vardı. İstanbul’a taşınınca liseyi Işık Lisesinde bitirdim. Okulun futbol takımında Reha ve Bülent Eken kardeşlerle birlikte oynuyorduk. Liseler arası şampiyonu olmuştuk.” Galatasaray’ın kaptanı olan Salim Şatıroğlu bizim okulda muallim muaviniydi. O bizi Galatasaray’ın idmanlarına götürürdü. Ben böylece 1942’de Galatasaray’da futbola başladım. O zaman Eşfak Aykaç vardı. Bir maçta ikinci devre onun yerine girmiştim. Galatasaray kulübü bize aylık verirdi. Antrenman başına 2,5 lira verirlerdi. O parayla ben beyin yerdim kuvvetleneyim diye.”

1934 yılında çıkan soyadı kanunu ardından yaptığı işe uygun olarak Dağdelen soyadını alan babası “yurdun demir ağlarla örülmesi” sürecinde o vilayet senin bu vilayet benim dolaşıyordu. Liseyi yeni bitirmiş olan Erdoğan Dağdelen babasının üstlendiği yeni bir iş nedeniyle bir süre Zonguldak’a gitmiş ve futbol oynamaya orada da devam etmişti. Orada oynadığı bir maça ait anısı o zamanın seyircisinin bugünden bakıldığında nasıl “naif” olduğunu gösteriyor: “Babam Zonguldak’ta bir tünel inşaatı yapıyordu. Yazın maçlara çıkardık Zonguldak’ta. Ereğli’ye maça gittik, Ereğli muazzam. Topa bir vuruyorsun, ne kadar havaya atarsan bando çalmaya başlıyor.”
   
Erdoğan Dağdelen Galatasaray’da oynamaya devam etmeyi düşünürken yine 1942 yılı içinde kendini İstanbulsporlu olarak buluvermişti. Bu transferin nasıl gerçekleştiğini şöyle anlatıyor: “Son sınıfta olgunluk imtihanlarında bir takıntım vardı. Hocalarımızdan biri olan Avni Kulen İstanbulspor’un idare heyetindeydi, kuvvetli bir öğretmendi. ‘Madem takıntın var, sen bizim kulübe gel. Bedava ders vereyim, seni yetiştireyim,’ dedi. Böylece ondan ders almaya başladım. Cağaloğlu’nda dairesi vardı, orada ders veriyordu. Sınıfı geçtik. O zaman transferler Temmuz ayında oluyordu. Mukavele filan yok, bonservisi sicil dairesi yapardı. Bu şekilde İstanbulsporlu oldum.”  
“Galatasaray’ın antrenörü John Begget, ‘O adamı nasıl Galatasaray’a verdiniz?’ diye kızmış. Bunun üzerine beni tekrar Galatasaray’a almak istediler. Hasnun Galip Sokaktaki kulüp binasına davet ettiler. Suphi Batur ve diğer idarecilerle oturduk. ‘Niye bizden kaçtın?’ diye sordular. Durumu izah ettim. ‘Gel bize,’ dediler. O zaman Tıbbiyeye girmiştim. ‘Ben para pul istemiyorum fakat babama da yük olmak istemiyorum. Tıbbiyenin masraflarını karşılayın,’ dedim. Bunun üzerine Suphi Batur, ‘Biz bir-iki senelik adamlarız, sözümüz ya bir sene ya iki sene olur,’ dedi. O sırada diğer idareciler kâğıda durmadan rakamlar yazıyordu. Önce 200 yazdılar beğenmediler, 250 yazdılar. Bunun üzerine, ‘Beni affedin ben para pul peşinde değilim,’ deyip çıktım ve İstanbulspor’da beş sene oynadım.”

                  (Aylık Spor Ansiklopedisi)
“1942-43’te girdiğim İstanbulspor’da bir süre sonra kaptanlığa getirildim ve uzun müddet kaptanlık yaptım. O sıralarda “Kumanda Etme Sanatı” adlı bir kitap okumuştum. Ayrı bir kulüp binası yoktu. İstanbul Lisesinin bahçesi içindeki küçük bir binadaydı lokalimiz. Bizim zamanımızda Kırmızı-Beyaz diye bir gazete çıkardı. Orada futbolculara yıldız koyarlardı. Ben hep beş yıldız alırdım. Halit Kıvanç o zaman Laleli’de otururdu. O hukukta okuyordu, ben tıbbiyede okuyordum. Buluşur beraber maça giderdik. İstanbulspor’u da severdi. Gazeteciliğe yeni başlıyordu.”

“O zaman sekiz takımla Milli Küme düzenlenirdi. Dört İstanbul’dan, iki Ankara’dan, iki İzmir’den. İstanbul’da ya Vefa ya biz dördüncü takım olarak katılırdık. Beşiktaş beş sene lig şampiyonu olmuştu. 1945-46 sezonunda Milli Kümeye katılmayan dört takımla ikinci kümeden dört takımı alıp yeni bir turnuva yaptılar. Orada da biz ikinci kümeye düştük! Şeref Stadında ikinci kümeden bir takımla maç yapıyorduk. Bizim lehimize penaltı verdiler. Penaltı noktası çukur olmuş. Hakem Sulhi Garan’dı. Topu çukurun yanına koydum, aldı tekrar oraya koydu. Ben aldım, öbür taraftaki düzlüğe koydum. Kabul etmedi, ‘Bir daha dokunursan atarım seni,’ dedi. Gitti ayağınla bastı topa. Tabii ben o durumda topa vurunca soldan direğin yanından avuta gitti top. İkinci kümeye düştük!”

Bir İstanbulspor-Fenerbahçe maçında kaptan olarak seremonide.
                                    (Cem Atabeyoğlu, "İstanbulspor Kulübü" kitabından)
Burada araya girip tek başına ayrı bir yazı konusu olan bu ikinci kümeye düşme olayının tam bir skandal olduğunu belirtelim. Kısaca özetlemek gerekirse İstanbulspor ligi Fenerbahçe, Beşiktaş ve Vefa’nın ardından dördüncü bitirerek Milli Kümeye katılmaya hak kazanır. Sezon ortasında kaybettiği Beyoğluspor maçında sivil lisansla oynayan asker futbolcuya yaptığı itiraz dallanır budaklanır ve sonuçta Beyoğluspor bütün maçlarda hükmen mağlup sayılınca Galatasaray averaj üstünlüğüyle dördüncü olarak Milli Kümeye katılır. İstanbulspor ise İkinci Kümeden gelen dört takımla maçlar yapmak zorunda kalır. Bu moral bozukluğu içinde ardı ardına kaybedilen maçlar sonucu İkinci Kümeye düşer. İşin en ilginç tarafı tüm maçlarda hükmen mağlup sayılan Beyoğluspor’un Birinci Kümede kalmasıdır!

İstanbulspor küme düşünce en değerli oyuncularından Erdoğan’a transfer teklifleri gelmeye başlar: “O sırada beni Beşiktaş almak istedi. O zaman Hakkı kaptan avukatlık yapıyordu. Mahmutpaşa’da bir yazıhanesi vardı. Remzi Tosyalı ve şimdi adını hatırlayamadığım diğerleriyle buluştuk. ‘Sen bizi kırma gel,’ dediler. O zamanın parasıyla 5.000 lira verdiler. Aldık parayı ama İstanbulsporlu idareciler geldiler. ‘Sen bizi tekrar birinci kümeye çıkart, öyle git,’ diye ısrar ettiler. Bunun üzerine parayı iade ettim. Temmuz ayına üç gün vardı. Gazeteler ‘Erdoğan Beşiktaş’a girdi’ diye yazıyordu. Bir gün Şükrü ve başka arkadaşlarla Beşiktaş’ta Köyiçi’ne gitmiştik. Benim Beşiktaş’a girdiğimi duyan çarşı esnafı neler yapmadı. Terzi, ‘elbiseni bedava dikeceğim,’ diyor; berber, ‘tıraşını ben bedava yapacağım,’ diyor. Herkes bir şey söylüyor. Fakat İstanbulspor bastırınca ben parayı iade ettim. İkinci kümeye düşmemize yol açan maçta atamadığım o penaltıdan dolayı kendimi kabahatli bulmuştum. Ben parayı iade edince Beşiktaşlılar bana, ‘Sen milli takımın yüzü göremezsin!’ dediler.”

İstanbulspor 1948-49 sezonu kadrosu. Erdoğan Dağdelen ayakta
soldan ikinci futbolcu.
                                 (Cem Atabeyoğlu, "İstanbulspor Kulübü" kitabından)
“İstanbulspor’u tekrar birinci kümeye çıkarttık. Herkes benim peşimde, iyi oynamışım demek ki. Hatta meşhur olmaya başlamıştım. Meşhur olmak şöyle oluyor: Mesela sinemaya gidiyorsun, birisi yanındakine beni işaret ediyor, ‘Bak bu İstanbulsporlu Erdoğan,’ diye. Bir ara Aksaray’da oturuyordum. Pertevniyal Lisesinin önünde yürürken bir kız geldi, ‘Sizin kolunuza gireyim, yirmi adım beni taşıyın,’ dedi. ‘Neden kızım?’ dedim. ‘Birinle iddiaya girdim,’ diye cevap verdi. Demek o kadar meşhurmuşum ki, benim koluma girmek marifetmiş! Başka bir örnek: Askerlik çağım geçtiğinden kaçak durumuna düşmüştüm. Horhor’da üçüncü katta bir evde oturuyoruz. Zil çaldı. cumba gibi bir balkon var, aşağı baktım bir polis. ‘Erdoğan Dağdelen’i arıyorum,’ dedi. ‘Burada yok, Sivas’a halasına gitti,’ dedim. ‘Bırak numarayı abi ya, ben seni tanıyorum,’ dedi polis.”

1947-48 sezonunda tekrar birinci kümeye yükselen İstanbulspor o sezon tarihinde ilk kez ünlü oyuncuları bünyesine kattı. Fenerbahçe’den Boncuk Ömer ve İbrahim İskeçe, Beşiktaş’tan Eşref Bilgiç, Şeref Görkey ve Ömer, Galatasaray’dan Faruk gibi oyuncular alındı. Erdoğan Dağdelen bu durumu şöyle açıklıyor: “Bizim başkanlardan birisi Milli Piyango idaresinde çalışıyordu. Bir eşya piyangosu yapalım dedi. O sayede para kazandık ve transfer yaptık.” O yıllarda yabancı takımlarla oynayan kulüplerin başka takımlardan takviye oyuncu alması âdettendi. Erdoğan Dağdelen de bu şekilde Fenerbahçe ve Beşiktaş'ın yabancı takımlarla yaptığı maçlarda oynamıştı: “Beşiktaş ve Fenerbahçe Avrupa’da yapılan maçlara beni götürürlerdi. Beni istedikleri zaman ‘Kulübe yazı yazın,’ derdim. Kulübün verdiği izinle yurt dışındaki maçlara katılırdım. Onun dışında üniversite takımında ve İstanbul muhtelitinde oynadım. Bir maçta Beşiktaş’la Yunanistan’a gittik. Şimdiki gibi tayyareler yaygın değildi. Gemiyle gider ve hamaklarda yatardık.”

Beşiktaş'ın Atina'da yaptığı maçta Erdoğan Dağdelen (sol baştan ikinci) de yer almıştı.
O günlere ait unutamadığı bir anısı ise şöyle: “Bir Galatasaray maçıydı. O zaman dördüncü olamayacağımız kesinleşmiş, maça asılmıyoruz. Ben sağ iç oynuyorum. Fakat yandan bir top geldi. Kale karşımda. Ben döndüm vurdum, doksandan içeri girdi. Bütün stat ayakta alkışladı. ‘Ulan neymişim be!’ dedim ama beş dakika sonra santrhafa geçtim.  O zaman Galatasaray’da Bülent, Reha ve Muzaffer Tokaç vardı. Bir pas verdiler, top ortada kaldı. Faul yapmak durumunda kaldım. Yapmazsam santrfor alacak ve kaleye gidecekti. Ben faul yapınca bütün stat yuh çekti, beş dakika arayla!”

Yabancı takımlarla oynanan maçlarda göz dolduran Erdoğan Dağdelen 1949-50 sezonunda Fenerbahçeli oldu. Bu transferin öyküsünü şöyle anlatıyor: “İstanbulspor’da Saim diye bir arkadaşımız vardı, bek oynardı. Çamlıca’da otururdu. Bir Cumartesi günüydü, gel bizde kal bu akşam,’ dedi. Bulgurlu’da bir toprak saha vardı, orada bir maç oynanıyordu. Bir ağacın altına oturup maçı seyretmeye başladık. O sırada bir araba durdu. Şoför gelip, ‘Raif Bey sizi bekliyor,’ dedi. Arabadaki kişi Fenerbahçe’nin ikinci başkanı Raif Dinçkök’müş. Yanına gittik. Raif Bey, ‘Erdoğan bu akşam bana misafirsin,’ dedi. Buna kaçırılma denirse ben ilk kaçırılan futbolcuyum. Üstümde ceket bile yoktu, bir pantolon bir gömlek. Ben durumu izah edince, ‘Şoförümle gidin eve, eşyalarını alın gelin,’ dedi Raif Bey. Ben eve gittim, anneme durumu söyledim. Pijama filan koydu çantama annem. O zaman mukavele filan yoktu, Temmuz ayı geçince istediğin kulübe gidebiliyordun. Raif Dinçkök beni evinde bir ay misafir etti. Sabahleyin işe beraber gidiyoruz, akşam eve beraber dönüyoruz. Motor gezilerine beraber çıkıyoruz. Mesela Hereke’ye fabrikaya gidiyor, beni de götürüyor yanında. Raif Bey, ‘Sen bizde çalışacaksın,’ dedi. Üç ay geçti, ‘Seni amcamla ortak yaptım,’ dedi. İki tezgâh verdi bana. 1950’de vergi usul kanunu çıktı, herkes üç defter tutmak mecburiyetinde kaldı. Ben muhasebeyi öğrendiğim için o zaman orada muhasebeci oldum.”

Fenerbahçe 1948'de Atina'da Panathinaikos maçınndan önce (soldan): Cihat Arman, Ahmet Erol, Samim Var, Suphi Ural,
Erdoğan Dağdelen, İbrahim Önüt, Galip Haktanır, Halit Deringör, Müjdat Yetkiner, Lefter Küçükandonyadis,
Erol Keskin. Bu maçta Erdoğan Dağdelen İstanbulspor'dan, Galip Haktanır Vefa'dan takviye olarak alınmıştı.
“Fenerbahçe’de iki sene oynayabildim. Bir maçta sakatlandım, menisküs yırtığı oldu.  O zaman döviz kıtlığı var. Kimseyi yurt dışına göndermiyorlar. Afyon’a gidip çamur banyolarına yatıyordum. Çelik Palas’ta kaplıcaya gittim. Bir türlü yırtık iyileşmiyor. Öyle bir şey ki, o zamanın teknolojisiyle röntgende görünmüyor. Bunun üzerine dışarıda ameliyat olmam için kulüp beni Ankara’ya gönderdi. Raif Bey, ‘Gülhane hastanesinden sakat raporu al, seni dışarı göndereceğiz,’ dedi. Ben ertesi gün ameliyat olabilirim kaygısıyla rahat edeyim diye yataklı vagonda gittim. Fakat orada işim on beş gün sürdü. O süre boyunca halamda kaldım. Harcadığım her kuruşu düzenli biçimde kaydetmiştim. Dönüşte Raif Bey’e kuruş kuruş hesap verince beni şirketine ortak yaptı!”

“Sonunda sakat raporu verildi. Dışarıya gitmem için izin çıktı. Kulüp döviz aldı ve beni ameliyat için Viyana’ya gönderdi. Menisküs ameliyatı öyle bir şey ki, iki dizin arasında bir kıkırdak var. O kıkırdak çatlıyor, bazen de kopuyor. Yırtık olunca bacak zamanla eğri kalıyor. Şimdiki ameliyatlar mikroskopla yapılıyor ve on dakikada bitiyor. O zaman bacağı yarıp kemiği çıkartıyorlardı. Bünye kıkırdağı yeniden üretmediği için protez takıyorlar. Sonuçta ameliyatı oldum. O zaman döviz kıtlığı yüzünden yurt dışına çıkmak çok zor olduğu için Raif Bey ben giderken para vermiş ve eşi için bazı şeyler almamı istemişti. İstediklerini aldım ve dönüşte paranın üstünü iade edince, ‘Niye harcamadın bu parayı?’ diye bana kızdı.” Ameliyattan sonra bacağı eski sağlığına kavuşamadı. Böylece Erdoğan Dağdelen 1952 yılında, henüz yirmi sekiz yaşındayken futbolu bırakmak zorunda kaldı. “Ameliyattan sonra bir müddet daha oynadım ama ayak tutmuyor, kaymaya başlıyordu. Baldırlar hareketsizlikten ufalmıştı. Topu elle istediğin yere atarsın ama ayağa hakim olmak zordur. Topu tutacaksın, istediğin yere atacaksın.”

Erdoğan Dağdelen (ayakta soldan dördüncü), 1949'da Fenerbahçe'ye transfer olduktan sonra Karagümrük ile
yapılan hazırlık maçında ilk kez forma giymişti.
                                                                                                                                                           (Öz Fenerbahçe Dergisi)
Santrhaf dışında sağ bek ve sağ iç mevkilerinde de başarıyla oynayan Erdoğan Dağdelen uzun süre İstanbulspor’da oynadığı için milli formayı fazla giyemedi. Üç büyüklerin oyuncularının tekelinde olan milli takımda yine de Avusturya ve Mısır maçlarında oynama fırsatı buldu: “Milli takımın oyuncuları üç kulüpten seçilirdi. Tahran’a maça gidilecekti. Kadroda ben de vardım. Beşiktaş’ta Ömer diye bir santrhaf vardı. Beşiktaşlılar ‘Ömer gitmezse hiçbirimiz gitmeyiz,’ dediler. Beni kadrodan çıkardılar. Aynı şey 1948’de Londra Olimpiyatlarında oldu. Önce kırk sekiz kişilik aday kadroya seçildim. Kadro sonra yirmi dörde, sonra on sekize indi. Ulvi Yenal gelir, ‘Şişmanlamışsın sen,’ diye numara çekerdi. Çünkü Fenerbahçeli Samim Var vardı, gazeteci ve sempatik bir çocuktu. Sonuçta orada da çıkarıldım. Her milli maçtan önce kadroya benim adım yazılırdı ama oynatmazlardı.  O zaman ikinci dünya harbi nedeniyle uzun süre milli maçlar yapılmamıştı. Dış temaslar yeni yeni başlıyordu. Mesela Yunanistan’da Doğu Akdeniz Kupası yapılmıştı. Ona götürdüler. Milli takım kampı o zaman Büyükada’daki Anadolu Kulübü’nde yapılırdı. Antrenör bize tenis topundan biraz ufak toplar verirdi. O lastik toplarla karşılıklı oynar, kafa vurur, yere düşer peşinden koşardık. Durmadan antrenman yapardık.”

Merhum spor tarihçimiz Cem Atabeyoğlu, Viyana’da ilk milli maçını oynayan Erdoğan Dağdelen için Öz Fenerbahçe dergisinde şu satırları yazmış: “Erdoğan, Işık Lisesi takımında oynarken Galatasaraylı Salim Şatıroğlu’nun nazarı dikkatini celbetmiş ve onun delaletiyle Galatasaray’a girmiştir. İki tanesi birinci takımda olmak üzere dört defa sarı-kırmızılı formayı giyen Erdoğan … liseyi bitirir bitirmez Zonguldak’a giderek Ereğli Kömür İşletmeleri takımında yer almıştır. Nihayet 1942 yılında İstanbulspor’un reisi Avni Kulen ile idarecilerden Ali Mortaş’ın delaletiyle İstanbulspor’a girmiş ve hemen birinci takımda yer almıştır. 1943 yılının başından beri sarı-siyahlı takımın kaptanlığını yapmaktadır… Viyana’da Avusturya milli takımına karşı ilk defa milli formayı giymiştir… Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray gibi üç büyük kulübün formasını sırtında taşımış olan ender bahtiyarlardan biridir. Şimdiye kadar hiçbir hakemden ihtar dahi almamıştır… Maçlarda para atılırken daima “ay-yıldız”lı tarafı ister. Hatta hakem ve diğer takım kaptanlarının çoğu onun bu huyunu bildikleri için “ay-yıldız”ı daima Erdoğan’a bırakırlar… Her iki ayağına da hakimdir. Takımın on yerinde rahatça oynayabilir… Her sene transfer ayında birçok idareciler peşinden koşmasına rağmen sezon başında yine sarı-siyahlı forma altında görünür. Viyanalı spiker kendisine ‘Şeytanın çocuğu’ lakabını vermiştir. Yılmaz ve demir gibi bir futbolcudur.” (Öz Fenerbahçe Dergisi, sayı 74, 8.8.1949)

1949'da Viyana'nın Prater Stadında yapılan Avusturya maçında
futbolcularımızdan bir grup (soldan): Galip Haktanır,
Selahattin Torkal, Erdoğan Dağdelen, Ahmet Erol.
Futbolculuk hayatı üzerine konuştuktan sonra sohbetimiz o zamanki sahaların, malzemelerin durumu, dönemin ünlü oyuncuları üzerine kayıyor. Araya girmeden aktarıyoruz:
“İstanbulspor’dayken deplasman yolculuklarına biz ikinci mevkide giderdik, Fenerbahçe yataklı vagonda giderdi. Onlar restoranda yemek yerdi, biz kumanya yerdik. Farkımız vardı. Sahaya iki tane topla çıkardık. Birisiyle forvet şut atardı, biz müdafiler ve haflar uzun uzun pas atardık. O zamanki toplar on sekiz parçalı ve köseledendi. Memeleri vardı. Topun ağırlığının 380 ile 420 gram arasında olması lazımdı. Fakat çamurlu havalarda oynayınca muazzam ağırlaşırdı. Hakemler maçtan önce iki şey yapardı. Önce topu yere atar, ne kadar sıçradığına bakarlardı. Sonra hava yağmurluysa suya atar, yüzüp yüzmediğine bakarlardı. Beşiktaşlı Şeref topu Şeref Stadının toprak zeminine atıp bakardı. Top düzgün zıplamıyorsa, yamuk gidiyorsa o topla oynamazdı. Top tam bir daire değildi. Sırımlı kısmı yere isabet ettiyse sekerdi.”

“O zamanın kaptanları otoriterdi. Mesela Fenerbahçe’de kaptan Cihat Arman’dı. Az konuşurdu. Şimdi mesela sol açığı kaptan yapıyorlar. Takımı idare edemiyor. Orta saha oyuncularının kaptan olması lazım. Mesela Hakkı kaptan sağ iç oynardı, muazzam adamdı. Şimdi ben rastlamıyorum öyle adamlara. Kendi oyuncusunu idare ederdi. Maç esnasında, ‘Sola at!’, ‘Kafaya çık!’ diye bağırırdı. Karşı tarafın oyuncularına da, ‘Doğru dürüst oynasana!’ diye müdahale ederdi. Beşiktaş’ta sol iç Şeref vardı. Briyantinli saçlarla oynardı, hiç kafa vurmazdı. Fakat ne voleler atardı, zaten Voleci Şeref denirdi. Hakkı ile Şeref’in arasında Kemal oynardı. Sağ içte ya Süleyman Seba, ya da Vecdi Çapa oynardı. Vecdi kulübe para veriyor diye Hakkı’nın önünde oynardı. Fakat bir iki vurmazsa Hakkı bağırırdı. Hakemi de idare ederdi. Mesela iki kişi havaya çıktı, faul oldu. Hakem kime verecek topu, onlara mı, rakibe mi? Daha havadayken bağırırdı: ‘Ömer durma at!’ Hakkı, Şeref, Cihat gibi isimler şimdi oynasa dünyanın parasını kaldırırlardı.”

                                      (Öz Fenerbahçe Dergisi)

“Şeref Stadında bir Beşiktaş maçı oynuyorduk. Hava sıcaktı. Top dışarı çıktı. Şükrü (Gülesin) o arada gitti, gazoz alıp içti. Hakem almadı onu oyuna. Oysa şimdi su molası veriyorlar. Bize su vermezlerdi. Kamplara gittiğimiz zaman iki kişi oturuyoruz mesela, bir şişe koyarlar ya sen içersin ya ben. Ya da yarı yarıya içerdik. Bir su bütün antrenmanı bozar derlerdi o zaman. O günlerle bugün arasında çok farklar var. Mesela köşe gönderi denen bayrak kırıldığı zaman oyun yarıda kalır. Geçen gün birisi ayak attı, sarı kart çıktı. Fakat artık plastikten yapmışlar, hacıyatmaz gibi oynuyor. O zamanlar mesela senin takımın mağlupsa al direği kaç, yarıda kalırdı maç. Söz kornerden açılmışken, ben Şükrü gibi oyuncu görmedim. Kornerden gol atmadığı kaleci yoktu. Yunanistan’da İtalya ile oynuyorduk. Benim kolum sakattı, kalenin arkasında oturuyordum. Attığı korneri gözümle takip ettim. Sanki bir hava boşluğu var, top dönerek gitti kaleye gol oldu. Bugün bakıyorum kaleciye yakın top atıyorlar. Oysa kalecinin çıkamayacağı bir yere atmak lazım.”

“O zaman WM sistemi oynanırdı. Bu sistemin ana hattı şuydu: Müdafaaya ehemmiyet verilirdi. Hiç gol yemez ve bir gol atarsan galip gelirdin. Sonra Merkezi Avrupa sistemine geçtik. O zaman yan haflar gol atardı. Bu sistemde ‘gol yemekten korkma, daha fazla atarız’ denirdi. Bu sistemde hücuma ehemmiyet verilirdi. O zaman sahalar bir âlemdi. Şeref Stadı olsun, Mecidiyeköy olsun topraktı. İnönü Stadı yeni açıldığı için çimdi. Alsancak Stadının zemini kumdu. Orada uzun boylu bir bek vardı. Korner oldu mu ileri gelirdi kafa vurmak için. Yerden kum alan gözüne atardı. Vefa Stadına gittiğimiz zaman duşları yakmazlardı. Hatta bazen duşların kapısı kilitli olurdu, hamama giderdik. Kısacası o zamanla bugün arasında dağlar kadar fark var.”

Beşiktaş'ın Atina seyahatinde Süleyman Seba
ile Pire limanında.
“Fenerbahçe’de santrfor Melih Kotanca vardı. Deniz yollarında Karadeniz seferine çıkan vapurlarda kamarottu. Pazar günleri vapur saat 4’te İstanbul’a dönerdi. Vapur düdük çalardı. Bir motor veya sandal giderdi. Vapur durur, onu sandala alırlardı. Yolda soyunur ve maça öyle çıkardı. Küçük Fikret artist gibi adamdı. Topa hiç kafa vurmazdı ama güzel oynardı. Gündüz Kılıç ellerini yana açardı, o zaman yanına yanaşamazdın. Top ayaklarının arasında kaldığı zaman uzatamazsın bacağını. Lefter ise leblebi gibi oynardı topla. Yirmi santim mesafede bile oynardı. Şimdi bazı kaleciler kale içinde bekliyor. Oysa bizim Cihat uçardı, yere paralel olurdu. Çok penaltıyı uçarak kurtarmıştır. Ama bazı kaleci var Turgay gibi on sekiz içinde oynardı. Herkesin bir uğuru vardı. Cihat kale ortasından on sekize bir çizgi çizerdi. Tabii bunda yerimi kaybetmeyeyim düşüncesi vardı. Bazı kaleciler de gider iki direğe ayaklarını vururdu.”

“Sami Açıköney diye dürüst bir hakem vardı, bu hakem seyirciler küfür ediyor diye lig maçlarını idare etmez üniversite maçlarını idare ederdi. (1907 doğumlu Sami Açıköney Vefa ve İstanbulspor’da futbol oynamıştı. 38 yaşında hayatına son veren Açıköney Vefa’da oynarken milli takıma da seçilmişti.) O zaman her kulübün hakemi vardı. Galatasaray’ın hakemi Ahmet Adem’di. Beşiktaş’ın hakemi Feridun Kılıç, Fenerbahçe’nin hakemi Şazi Tezcan ile Adnan Akın’dı. O zaman hakemler birkaç kuruş alıyordu. Maçları daima bunlara verirlerdi. Ufak takımlar daima mahkum oynuyorlardı. Ben kaptanken yalvarırdım oyunculara, ‘Sakın ha on sekiz içine girmeyin,’ diye. Çünkü içeri girdin mi ufacık bir temasta penaltı verecek. ‘Çıkın on sekiz üstüne, ne yaparsanız orada yapın,’ diye yalvarırdım. Hakemler pozisyon sahanın ortasındaysa ufak takımlar lehine faulleri verir ama on sekiz içindeyse büyük takımları kollardı. Şeref Stadında yapılan maçlarda galip takım vakit geçirmek için topu denize atardı. Ya da Çırağan Sarayına kadar vurulurdu. Top gelinceye kadar dakikalar geçerdi. Fakat hakemler iyi oynayan oyuncuları da korurdu.  Mesela karşı taraf bana faul yapmayı düşünürse, hakem daha evvel düdüğü çalar ve beni korurdu.”

İstanbul muhteliti (karması) formasıyla.
“Kıyafetlerimiz bugüne göre çok farklıydı. Biz uzun don giyerdik, niye giyerdik? İngilizler rutubetli hava diye onu kullanırlarmış. Sonra kısa şorta döndük. Şimdikiler orta boy giyiyorlar. Ayakkabılarımız başka türlüydü. Kramponlar köseleydi. Bilhassa Şeref Stadında bileklere kadar potin gibi ayakkabılar giyerdik. O zamanki bağlamanın bir taktiği vardı. Şimdi bakıyorum futbolcular maç esnasında sık sık ayakkabı bağlıyorlar. Herhalde bağlamayı bilmiyorlar. Bizim zamanımızda iki taraftan karşılıklı çekersin, düğümü yana yapardın. Şimdi bunlar üste yapıyorlar. Öyle yapınca top vurdu mu falso alır. O ayakkabıları Dinyakos diye bir Rum yapardı, biz ona yaptırırdık.”

“Bizim devrimizde haftada iki gün antrenman yapardık. Şimdi her gün yapıyorlar. Biz ikinci dünya harbi sırasında antrenör görmedik. Kendi kendimizi yetiştiriyorduk, kendi bilgilerimize göre hareket ediyorduk, kafamıza göre çalışıyorduk. Refik Osman Top antrenörlük yaptı bizde. Taktik filan yoktu. Şimdikiler spor salonunda çalışır gibi çalışıyorlar, yani farkları var. Dış temasları arttı, görgüleri arttı, antrenörleri arttı, malzemeleri arttı. Antrenman şekilleri değişti, psikologları var, masörleri var. Bizde masör filan yoktu. Bir tek Fenerbahçe’de masör vardı. Ben yedek subaylık yaparken galiba Rapid idi, Avusturya’dan bir takım geldi. Ameliyat için gittiğim zaman kulüp bana yakınlık göstermişti, bizimle antrenmanlara çık demişlerdi. Orada kaldığım yirmi gün boyunca kulüplerini ziyaret ettim, oyuncularla ahbap olmuştum. Onlar Ankara’ya gelince izin alıp maça gittim. ‘Çık sahaya,’ dediler. Onların malzemelerini giydim, maçtan önce onlarla beraber ısınıyoruz. Adamlar topla pas yapıyor, birbirine veriyorlar. Bana gelince ben topu yere düşürüyorum. Onların yaptığı hızı yapamıyorum. Rezil olacağım deyip bıraktım. Kaleye şut atmaya başladılar. Eğer top kaleyi bulmazsa beş defa havaya sıçrıyorsun. Üç-dört defa şut attım, yoruldum. O zaman bu hareketler çok farklıydı bizim için.”

1949'da Viyana'da Avusturya ile oynayan milli takım oyuncuları, o tarihten sonra ilk kez 1974'te İstanbul'da  oynanan Avusturya maçından önce yapılan törende: (soldan) Lefter Küçükandonyadis, Galip Haktanır, Hüseyin Saygun, Selahattin Torkal, Cihat Arman, Fikret Kırcan, Bülent Eken, Erol Keskin, Şükrü Gülesin, Erdoğan Dağdelen, Ahmet Erol.
“Futbol oynamak, tanınan biri olmak bazı yardımlar sağlıyor. Bir yere gittiğin zaman bunun yardımını görüyorsun. O zaman Müslim Bağcılar gümrükçüydü. Büyük fabrikalar kuruldukça gümrük işleri artıyordu. O vaziyette Müjdat, Küçük Fikret gümrükçü oldular. Müslim Bağcılar bizim fabrikanın gümrük işlerini yapıyordu. Ben Yunanistan’dan geliyordum. Gelirken oradan üç metre mavi bir kumaş almıştım. Bir de havlu gömlekler alırdık. O zaman Türkiye’de yoktu bu gömlekler. Ben giriş yaparken gümrük ‘üç metre kumaş yasak’ diye kumaşa el koydu. Dönünce Müslim Bağcılar’a gidip durumu söyledim, ‘Bırak bana,’ dedi. Rakamları değiştirip üç metreyi yirmi beş santim yapmışlar. O zamanlar işler öyleydi.” 

Erdoğan Dağdelen futbolu bıraktıktan sonra iş hayatına atıldı. Yarım bıraktığı eğitimini tamamladı ve ardından Dinçkök’ün şirketi Aksu’da uzun yıllar genel müdürlük yaptı. Bu dönemini şöyle özetliyor: “Liseyi bitirince ilk önce Teknik Üniversite’de mühendis mektebine girmek istemiştim. 180 kişi aldılar 225. geldim. Kazanamayınca tıbbiye imtihanına girdim ve orayı kazandım. Tıbbiyenin birinci sınıfı zordur. Dört-beş rahattır ama hayat boyu okursun. Konferanslara gidersin, yenilikleri takip edersin. Fazla uzun bir tahsil olunca bıraktım. Askerlik devri de gelmişti. O yüzden hukuka girdim. İki sene sonra ticarete geçtim. Sonunda askerliğimi yaptım, sonra gece okulunda yüksek ticareti bitirdim. Okulu bitirdiğimde kırk beş yaşındaydım. Sonra büyük bir fabrikada – Aksu İplik’te kırk üç sene genel müdürlük yaptım. İki bin üç yüz kişi çalışıyordu bu fabrikada. Genel müdürlük çok zordur. Bir tarafta patronlar, bir tarafta işçiler; menfaatlerin çarpıştığı bir yerdir. Herkes bir şey ister. Hissedar ortak çok kâr ister. Memurlar maaşına zam ister. Bayiler ucuz mal ister. Yangın olur sen mesulsün, kaza olur sen mesulsün. Herhalde bir daha dünyaya gelseydim genel müdür olmazdım.”