31 Ağustos 2013 Cumartesi

Feridun Öztürk - Altaylı Feridun

Feridun Öztürk son derece kısa sayılabilecek futbol yaşamına karşın Altay’ın en güçlü dönemi olan 1960’lı yıllarda santrfor olarak bu takımın unutulmaz isimleri arasında yer aldı. Yirmi yedi yaşındayken futbolu bıraktığında kariyerine kısa süren Galatasaray ve Gençlerbirliği maceralarını da sığdırmıştı. İzmirli futbol tarihçisi Orhan Berent’le birlikte kendisiyle görüşüp futbolculuk yıllarını dinledik:

“19 Ekim 1945’te Aydın’da doğdum. Hakkı Gürüz getirdi beni Altay’a. Aydın Lisesinde okuyordum. Bizim okul takımının orada bir şampiyonluk maçını idare etmişti. Finalde Ortaklar Öğretmen Okulunu 6-1 yenmiştik. O maçta yüksek ateşle oynamama rağmen beş gol attım. O zamanlar yatılı okuyordum, bir yurtta kalıyordum. Güven Önüt de Aydın Sanat Okulunda okuyordu. Oradan İzmirspor aldı onu. Altay’a geldiğimde lise ikiyi bitirmiştim. Sonra idman ve maçlar yüzünden devamsızlık yaptım, lise üçü bitiremedim. Bir buçuk sene genç takımda oynadım. Türkiye gençler şampiyonu olduk. Ayfer, Necdet, Sezen Kadıoğlu bizim takımdaydı. Birinci takıma ilk giren o oldu, sonra İzmirspor’a gitti. Bizim öncümüz o oldu. Altay A takımının Nail, Varol, Gönen, Coşkun, Demirspor’dan gelen Osman, Bayram Abi gibi oyunculardan oluşan iyi bir kadrosu vardı. Biz Türkiye şampiyonu olunca Nail, Coşkun, Gönen gibi yaşı ilerlemiş oyuncuları serbest bıraktılar. Onların çoğu Ülküspor’a gitti.”

 
“Ben on altı – on yedi yaşında birinci takımda oynamaya başladım. Rıdvan Bey bana, ‘Sana üç bini peşin dokuz bin lira vereceğiz,’ dedi. Kalan altı bin lira iki taksit halinde verilecekti, tabii o da oynarsam. Neyse ben oynadım da, aldım kalan altı bin lirayı. İki sene sonra uzatma oldu, ücret on beş bin liraya çıktı. Bunları nereden hatırlıyorum derseniz, mukaveleleri duruyor. Rahmetli Sabahattin, emeklilik işlemlerim için federasyondan mukaveleleri getirtmişti. Altay’da Erdoğan Tözge’yle, Galatasaray’da Selahattin Beyazıt zamanı, Doktor Ali Uras’la atmışız imzaları.”


“Altay’da 4-3-3 oynardık. Kalede Varol vardı, bekler Yılmaz ve Numan’dı. Sonra Numan Fenerbahçe’ye gidince Zinnur geldi. Enver Katip, Ali Rıza santrhaftı. Orta saha Mahmut, Ayfer, Behzat; sağ açık Aytekin, santrfor ben, sol açık Mustafa Denizli’ydi. Ondan evvel Aydın Yelken vardı. Bu takım uzun süre gitti, zaman zaman gelen giden oyuncular olsa da kadro fazla değişmedi. Yedi veya sekiz sene Altay’da oynadım.”
Altmışlı yıllarda top koşturan oyuncularla yaptığımız sohbetlerin değişmez unsuru olan zamanın maç, saha, ayakkabı, top gibi koşullarını Feridun Öztürk’le de konuşuyoruz: “Maç günü ilk on biri otelde açıklıyorlardı. Önce formaları, sonra üstüne eşofmanları giyiyorduk. Beşer kişi taksilere binip stadın yolunu tutuyorduk. Cumartesi- Pazar üst üste maç yapardık. Hatta bazen Çarşamba günleri de maç yapardık. Oyuncu değiştirme yoktu. Kadro on altı oyuncudan oluşurdu. Bir futbolcunun on birde oynamaması en büyük cezaydı. Sonradan haftada bir maça inmesi bizim için çok güzel oldu. Daha sonra kaleciden başlayarak iki oyuncu değiştirme hakkının tanınması da olumlu bir gelişmeydi.”

                                                                                     (Fotospor)
“İzmir’de meşhur Ahmet Şamar vardı kramponları imal eden. Maça çıkarız, on dakika sonra o çiviler çıkardı. Hem ağlarsın, hem bağırırsın, devre arasında ağır bir cisim bulup çivileri çakarsın. Standart Liege ile kupada karşılaşmıştık. Belçika’ya gittiğimizde altı plastik bir ayakkabı aldım. Dönünce İzmir’de Mersin İdman Yurdu ile oynadığımız maçta giydim ilk kez. Koşmak istiyorum, olduğum yerde sayıyorum, patinaj yapıyorum. Durmak istiyorum, kayıyorum. Ayağıma çivi de girse Ahmet Şamar ayakkabısıyla oynarım dedim. Toprak sahada oynamaya alışmışız, çim sahada oynadığımız zaman yirmi dakika sonra bitiyordum. Ankara’da 19 Mayıs stadının zemini çimdi. Ankara’ya gideceğimiz zaman Şirinyer’de NATO’nun tesisi vardı. Orada çok iyi bir çim saha vardı, o sahada antrenman yapardık. O zamanlar maçtan önceki gün idman için stada sokmazlardı. Doğrudan maça çıkardık. Yağmur yağdığı zaman ayakkabıların ağırlığı üç kiloya çıkardı. Topların durumu da aynıydı. Varol degaj yaptığı zaman top santra çizgisini bir metre ya geçer ya geçmezdi.”
“İstanbul’da oynadığımız bir Fenerbahçe maçında burnum kırıldı. Bir pozisyon sırasında aniden dönünce Yılmaz Şen’le burun buruna çarpıştık. Burnum kırılınca oyundan çıktım. Kırık yere dikiş attılar. Maç bitiminde soyunma odasına Orhan Cura geldi. ‘Kırık yere dikiş atılır mı?’ diye bağırıp çağırdı. Sadece ağzım ve gözlerim açıkta kalacak şekilde bütün yüzümü sargıyla yapıştırdı. O dikiş yüzünden burnumda hafif bir yamukluk kaldı.”

Altay: Mahmut, Necdet, Yılmaz, Metin Kurt, Aydın Yelken, Varol.
Ayfer, Zinnur, Aytekin, Enver, Feridun.
“İlk zamanlarda yirmi – yirmi beş dakika çok iyi oynuyordum, ondan sonra ayağıma kramp giriyordu. Henüz oyuncu değiştirme uygulaması yoktu. Bir gün Mithatpaşa’da Galatasaray’la oynuyorduk. Kramp girdi. Rıdvan Burçetin kenarda oturuyordu. Bana ‘Oyna!’ diye bağırıyor. Artık sakatım diye kimse beni tutmuyordu. Maçın bitimine on dakika kadar kala bana bir top geldi. On sekize kadar zor gelmiştim. Bir burun vurdum, Turgay Abi kontrpiyede kaldı. Top yuvarlanarak kaleye girdi. O zaman Galatasaray Fenerbahçe’yle şampiyonluk için çekişiyordu. Üç tane topları direkten dönmüştü. Maç 1-1 bitti. Maçtan sonra yarım saat santrada bekledik.”

Yukarıda anlatılana benzer bir hadise  Haziran 1964'te, İstanbul'da Beşiktaş'la
yapılan kupa maçında yaşanmış, seyircilerin hakem kararlarına öfkelenmesi
yüzünden Altaylı futbolcular uzun süre saha ortasında beklemişti.
                                                                                                              (Yeni Asır )
Feridun Öztürk Altay’da başarılı olunca Galatasaray’ın transfer gündemine girdi ve 1969-70 sezonunda İstanbul’un yolunu tuttu:  “Galatasaray Metin Oktay’ın futbolu bıraktığı 1968-69 sezonunu şampiyon bitirmişti. O sezon İzmir’e geldiklerinde, Anba Otelinde kalmışlardı. Beni buldular, otele götürdüler. Kaloperoviç’in Erman diye bir tercümanı vardı ama kendisi de çat pat Türkçe konuşuyordu. ‘Sen var Galatasaray’a gelmek, Gökmen siz çift santrfor, Türkiye’de kimse sizi tutamaz,’ dedi. ‘Bakalım,’ dedim, biraz konuştuk.” Sonuçta transfer gerçekleşti ve Metin Oktay’ın formasını teslim aldı.

Yeni transfer Feridun'la birlikte Talat ve antrenör Kaloperoviç
Galatasaray'la sözleşme yenilerken.
                                                                                       (Fotospor)
“Selahattin Beyazıt şampiyonluk ödülü olarak futbolcuları İngiltere’ye götürmüştü. Oyuncuların eşlerini veya kız arkadaşlarını yanında götürmelerine izin verilmişti. Ben de seyahatten bir hafta önce evlenmiştim, benim için balayı oldu o seyahat. Hatta Mehmet Ali Birant spor muhabiriydi o zaman, bizimle röportajlar yapmıştı. Altay’da son yıllarımda 400 lira maaş alırken, Galatasaray’a gittiğimde 1.250 lira maaş alınca şaşırdım. Ayrıca puana göre prim verilirdi. Beş maçta on puan aldığımız takdirde 7.000 lira prim alabiliyorduk.”
“Seyahatten döndük, sezonu Bolu’da açtık. Bolu yakınında bir otelde kamp yapıyorduk. Hocamız bizi sadece ısınma için otuz tur koşturuyordu. Biz Altay’dayken bir tur koşar, bir tur yürür, iki tur koşar, yarım tur yürür, sonra üç tur koşup yine bir tur yürürdük. Kaloperoviç Bolu kampında bana sürekli şut attırıyordu. Fakat bizi koşturmuş otuz tur, ben ayakta duramıyorum. Sözde şut atacağız, ben topu ayağımın içiyle kaleye indiriyordum. O zaman kaleci Nihat’tı, yedeği Yasin’di. Hoca benim şutlarımı görünce kalecilere, ‘Sizin durmanıza gerek yok,’ dedi. Ama kendisi yedi sekiz tane topu on sekizin dışına sıralıyor ve bazuka gibi vuruyordu. Zaten Kızılyıldız takımında santrhaf oynuyormuş ki, o zamanlar Kızılyıldız Avrupa’nın en iyi kulüplerindendi. Döndüğümüzde Spor Yazarları Kupası vardı. Beşiktaşlı rahmetli Sabri’ye bir gol attım. Galatasaray formasıyla attığım az sayıdaki golden ilki bu oldu.” 

                                                                                                             (Fotospor)
İstanbul’a geldiğinde maddi olanakları artmasına karşın fiziki koşullarda fazla bir değişiklik olmamıştı: “İstanbul’da idman yapmak için Belgrat ormanına giderdik. Yine beş altı taksi ayarlanır, herkes onlara binerdi. Hafta içinde orada koştururlardı bizi. Ali Sami Yen’e kramponlarla girmemiz yasaktı, çimler bozulmasın diye lastik ayakkabılarla idman yapıyorduk. Stat Müdürü Büyük Ahmet’ti (Ahmet Berman). Topa bir vuruyordu, top çimde giderken iz bırakıyordu. ‘Ahmet Abi nedir bunun sırrı?’ diye takılırdım. Soyunma odasına girerdik. Bir tane kurutma makinesi vardı, duştan çıkan herkes sırayla saçını kuruturdu. Altay’da o bile yoktu.”

Bir kamp sırasında Varol ve Yılmaz'la vakit geçirirken.
Ne var ki Feridun Öztürk Galatasaray’da beklediği ortamı bulamaz. Bu kulüpte yaşadıkları onun için hayal kırıklığı olur: “Galatasaray’da oynadığım sene, 1969-70 sezonunda, takımın durumu kötüydü. Hatta ben kamptan kaçtım ve ikinci yarıya gelmedim. Ördek Mehmet tek başına takımı galip getiriyordu. Süper bir adamdı ama bana top atmıyordu. Altay’dan gelmesine rağmen Ayhan Abi’nin de desteğini görmedim. Takımda devamlı yer alamıyordum. Bir PTT maçında süper top oynamıştım, ertesi haftaki maçta yine oynatmadılar. Gündüz Kılıç bile yazmıştı bu durumu.”

1969-70 kadrosunda Feridun ayakta sağdan üçüncü.
                                                                                                                (Fotospor)
“İstanbul’a dönünce Spartak Trnava maçı için kampa girmiştik. Ben Gençlerbirliği’nden gelen Ekrem’le aynı odada kalıyordum. Hoca belki beni dinlendirmek için oynatmamıştı, bilemiyorum. Fakat Gökmen sarılık olmuştu, yoktu. Ahmetoviç diye bir Yugoslav oyuncumuz vardı, zaten doğru dürüst forma yüzü görmedi. Tek santrfor bendim. Hoca beni oynatmadı diye çantayı hazırladım. Ekrem beni engellemek istediyse de atladım pencereden aşağı. Arabam zaten aşağıda duruyordu, doğru eve gittim. Sonradan Kaloperoviç, ‘Ona hayatının en büyük cezasını vereceğim,’ demiş. Halbuki beni Galatasaray’a alan oydu.”

Eskişehirspor'la oynanan bir maçta sinirlenen Feridun'u
antrenör Gündüz Kılıç yatıştırıyor.
“Galatasaray’dan ayrıldığım sezon sonunda Brian Birch geldi. ‘Tam onun adamısın, gitme’ dediler. Oysa benim kariyer filan düşünecek halim kalmamıştı. Transferde aldığım para bitti. Rahmetli annemin aldığı emekli ikramiyesini de harcadık. İstanbul bizi duman etti. O sırada Gençlerbirliği 2. Lige düşmüştü. Mehmet Ali Tuzcuoğlu Galatasaray kulübünden beni isteyince kulüp kabul etmiş. Ali Sami Yen’de Galatasaray’ın sezon açılışının olacağı gün kahvede Gençlerbirliği yöneticileriyle buluştuk. Başkanları zaten nakliyatçıydı, evin anahtarını verdim onlara, bütün eşyaları Ankara’da kulübün karşısında tuttukları eve taşıdılar. İki sene oynadım orada. Antrenör Yüksel Doğanay’dı. ‘Sakın Feridun’u bırakmayın,’ demiş. İki sene daha uzattılar mukavelemi. Oysa ben Altay’a dönmek istiyordum. Ankara’nın soğuğuna alışamamıştım. ‘Beni ya bırakırsınız, ya da futbolu bırakırım,’ dediğim zaman yöneticiler güldüler bana. Bir gün çektim kamyonu evin önüne, doğru İzmir’e gidip yerleştik. Daha sezon başlamamıştı, Almanya’da yaşayan rahmetli kardeşim buradaydı. ‘Hadi beraber gidelim Almanya’ya, gezelim,’ dedi. Onun arabasıyla bir gittik, yirmi bir sene orada kaldım.”

Haziran 1964'te İzmir'de oynanan Türkiye Kupası yarı final
maçında Altay Beşiktaş'ı 2-0 yenerken iki golü de Feridun
attı. İkinci golden sonra Feridun sevinç içinde. Arkada
kaleci Özcan ve kale içinde sağ bek Erkan görülüyor.
                                                                                  (Yeni Asır)
“Gittiğim kasabanın 5. amatör kümede takımı vardı, orada lisanssız olarak oynadım. Oysa amatör lisans çıkartıp oynayabilirmişim, onu sonradan öğrendim. FC Köln’ün amatör takımı maç yapmaya gelmişti. Benim attığım gollerle maç 2-2 bitti. Birkaç gün sonra beni istemeye geldiler. Henüz lisan bilmiyoruz, tercüman vasıtasıyla görüştük. Yaşımı sordular, yirmi sekiz olduğunu öğrenince yaşlı buldular. Daha sonra 4 bin mark verip buradan lisansımı aldık. O sene yirmi sekiz gol atıp oynadığım takımı şampiyon yaptım. Bir üst kümede bir süre daha oynadıktan sonra futbolu bıraktım. Adamlar bir antrenman yapıyordu, ben Altay’da, Gençlerbirliği’nde öyle antrenman yapmamıştım. Ben bu kadar antrenman yaptıktan sonra FC Köln’de oynarım deyip bıraktım. Takımın durumu kötüye gitmeye başlayınca beni birkaç kere çağırdılar. Sonuçta kulüp biraz toparlanıp kümede kalınca peşimi bıraktılar. 5. amatör kümede oynayan takımın bile idman için üç-dört tane çim sahası vardı. Oysa biz Galatasaray’da koşmak için Belgrat ormanına gidiyorduk. Soyunma odaları çok iyiydi, sıcak su akan duşları vardı. Gençlerbirliği’nde oynarken idmandan sonra üç tane duş vardı, herkes sıraya girerdi duş yapmak için. Bir tanesi de bozuktu, soğuk su akardı. Ben beklememek için hep soğuk suyla duş yapardım. Masör masası gibi şeyler bizde hiç yoktu zaten.”


Bir bakıma Türkiye’nin futbol ortamından kaçarak Almanya’ya sığınan Feridun Öztürk faal olarak oynamayı bıraktıktan sonra da futboldan kopmadı. Altay adına o zamanlar Almanya’da oynayan Serhat Akın, Uğur İnceman gibi futbolcularla transfer görüşmeleri yaptı. Özellikle Serhat’ı Altay’a kazandırmak üzereyken devreye Fenerbahçe’nin girip bu oyuncuyu kapması o dönemin unutamadığı olaylarından biriydi. Feridun Öztürk Türkiye’ye döndükten sonra yine İzmir’e yerleşti. İnternetteki bazı futbol sitelerinin kendisini Galatasaraylı veya Gençlerbirlikli olarak göstermesine itiraz ediyor. Kendisini Altaylı olarak gördüğünü ve Altaylı Feridun olarak kalacağını söylüyor.

orhanberent.blogspot.com

 Feridun Öztürk'e ait fotoğrafları paylaşan Orhan Berent'e teşekkürler.




21 Ağustos 2013 Çarşamba

11 Ağustos 2013 Pazar

Nehir Çetintaş - Altınordu

Futbolcuların soyadıyla değil lakabıyla tanındığı 1960’lı yıllarda, ona lakap bulmak zor olmamıştı. Güçlü fiziği, topa vururken rakip forvetleri de yere yıkan sert müdahaleleriyle Altınordu sağ bekini bütün futbol camiası “Kasap Nehir” olarak tanıyordu. Birçok basın organında isminin “Neyir” olarak yazılması ve bunun kalıcı bir yanlışa dönüşmesi de onun futbolculuğunun önüne geçen bir diğer ayrıntıydı. Günlük yaşamında kendi ifadesiyle “karıncayı bile incitmeyen” Nehir Çetintaş, futbola nasıl başladığını şöyle anlatıyor:


“1940 Gemlik doğumluyum. İlk kulübüm federe olmayan Gemlikspor’du. Sonra Sümerspor’a geçtim. Gemlik’te Fenerbahçe gibi bir takımdı o zaman çünkü sigortalı olarak işe girmek için herkes orada oynamak isterdi. O zamanlar suni ipek fabrikasında işe girdiğin zaman hangi köye gitsen varlıklı aileler sigortalı diye kızını veriyordu. Babam fabrikaya girmemi ama top oynamamamı istiyordu. Fakat benim fabrikaya girme amacım top oynamaktı.  Neticede 1957 senesinde sigortalı bir işçi ve futbolcu olarak fabrikada işe başladım. İki sene Sümerspor’da top oynadım. Hayatım boyunca ağzıma içki ve sigara koymadım, kendime çok iyi baktım. O zamanlar Kumla küçük bir köydü. Her gün Gemlik’ten oraya koşarak gider gelirdim. Babam bana kızıyordu neden koşuyorsun diye.”

Gemlik Kumla'da arkadaşlarıyla (ayakta solda).
“1959 senesinde Bursa’nın meşhur Acar İdman Yurdu kulübüne transfer oldum. Antrenörümüz eski Galatasaraylı Muhtar Tunçaltan’dı. Bir sene oynadıktan sonra askere gittim. Ankara Muhafızgücü’nde futbol oynamaya devam ettim. Askerliğim bitince tekrar Gemlik’e döndüm. Bir süre sonra Sami Özok beni İzmirspor’a getirdi. Ne var ki kulüple anlaşamadık. Onun üzerine Altınordu’ya geldim. Başkan Nazif Çağatay’dı. Altınordu’dan transfer parasını alıp babama götürdüğümde şüphelendi. ‘Sporda adama para vermezler, parayı bir kenara koyalım da gelip isterlerse geri verelim,’ demişti.”

Özel bir maç yapmak için Gemlik'e gelen Beşiktaşlı futbolcularla (sol başta).
İzmir’deki ilk yılında, Altınordu kulübünün de bulunduğu Basmane yakınındaki Tilkilik’te bir otelde kalan Nehir Çetintaş, “Arkadaşlarım kahvede kağıt oynardı, ben her akşam fuara gider on tur atardım,” diyerek Gemlik’teki yaşam tarzının değişmediğini ifade ediyor. 1963-64 sezonunda Altınordulu olmasına rağmen forma giymek için uzun süre beklemesini şöyle anlatıyor: “On bir – on iki maç takıma giremedim. O zaman maç esnasında adam değiştirme yoktu. Bir kaleci, bir bek, bir orta saha, bir forvet yedek alıyorlardı. Bir gün trenle Ankara’ya gidiyorduk. Muhterem Ar benim gibi sağ bek oynuyordu. O zaman onu kesip oynamam bir hayal, zaten takımı o yapıyordu. Tren Balıkesir’e geldiğinde Muhterem Abi’nin apandisit sancısı tuttu. Doktor geldi, tren bir saat rötar yaptı. Ben kollarımı açıp dua ediyorum, ‘Allahım Muhterem Abi oynayamasın,’ diye. Doktor oynayamaz diye rapor verince ben Ankara’da PTT maçında sahaya çıktım ve yirmi iki oyuncunun en iyisiydim. Ertesi hafta hocamız Lütfü Atamer yine Muhterem Abi’yi on bire koydu. Hiç unutmuyorum, İstanbulspor ile oynuyorduk, bizi burada 1-0 yendiler. İdareciler geldi, teknik ekiple konuştular. Erkan, ‘Siz geçen hafta Ankara’da başarılı olan takımı bozdunuz, iyi oynayan adamı oynatmadınız,’ dedi. Ertesi hafta yine Ankara deplasmanı vardı. Yine on birde yer aldım ve ondan sonra takımdan çıkmadım. Muhterem Abi’yi santrhafa aldılar.”

Sait Altınordu'nun karşısındaki futbolcu Muhterem. Yılmaz
ve Mümin iki yanında. Nehir arkada. Ayaktaki Melih.
Nehir Çetintaş kendisine “Kasap” lakabını kazandıran sert oyun tarzının nasıl doğduğunu şöyle anlatıyor: “Tilkilik’te bir kokoreççi vardı. Bir gün orada kokoreç yiyordum. Birkaç yaşlı adam da şarap içip kokoreç yiyorlardı. ‘Bize şarap ısmarlasana,’ dediler. Olur dedim. Adamlardan birisi bana, ‘Çok sağlamsın, vur tekmeyi meşhur ol,’ dedi. O lafı hiç unutmuyorum. O konuşmadan sonra Göztepe’yle maçımız vardı. Fenerbahçe’den gelen Hüseyin oynuyordu. Aynı anda havadaki topa vurduk fakat ben öyle bir vurdum ki Hüseyin havada döndü ve yere çakıldı. Biraz sonra aynı şekilde rahmetli Gürsel’le beraber bir topa girdik. Topla birlikte öyle bir vuruyorum ki benim adım ‘Kasap Nehir’e çıktı. Aslında karıncayı bile incitemem. Fakat sahaya çıktığım zaman tamamen değişiyordum. Ağabeyim Coşkun da Altınordu’ya gelmişti. İki sene oynadıktan sonra Antalyaspor’a gitti. Çok korkunç bir sol ayağı vardı. Ağabeyim benimle karşılıklı oynarken sakatlandı.”

Yeni Asır 19.02.1968
“O kadar sert oynamama rağmen kimsede ağır bir sakatlığa yol açmadım. Hepsinle arkadaştım. Bir hoca söylemişti bana bunu. ‘Öyle bir zamanda vuruyorsun ki, hakemin sana faul vermesine imkan yok,’ dedi. Bir gün İstanbul’da, Galatasaray kulübünün karşısında Suat Mamat’ın kahvesinde oturuyordum. Metin Oktay geldi, ‘Gel biraz gülelim,’ dedi. Tünel’de masör Yorgo vardı. Türkiye’de futbolcuları tedavi eden tek adamdı. Üç tane masaj masası vardı. Kapıya yaklaştığımız sırada, ‘Beş-on dakika sonra topallayarak içeri gir,’ dediler. İçeride üç tane masaj masası vardı. Metin Oktay gidip bir masaya yattı. Bir masaya Deli Doğan, öbürünü de bizim Ayfer yattı. Biraz sonra topallayarak içeri girdim. Yorgo beni görünce, ‘Kuzim n’oldu sana?’ diye sordu. ‘Sakatlandım’ cevabını verince Metin’e döndü, ‘Sen benim oğlumsun ama velinimetim geldi, kalk onu tedavi edeyim,’ dedi. ‘Yemin ederim adam buraya topallayarak geliyor, şırıngaya biraz su çekip bacağına vuruyorum, koşarak gidiyor,’ demişti. Forvetler beni sevmezdi tabii. Galatasaraylı Uğur’u ‘Nehir geliyor’ diye korkuturlarmış. Futbol o zaman başka türlü oynanıyordu. Antrenör bana talimat veriyordu ‘filanca adam çıkacak’ diye. O zaman oyuncu değiştirme yoktu. Ben sağlam girdiğim zaman adam gidiyordu.”

Nişan töreninde Altınordulu arkadaşlarıyla birlikte.
Henüz sarı ve kırmızı kart uygulamasının olmadığı yıllardı. Hakemlerin hoşgörülü davranması sonucu sadece iki kez oyundan atılmıştı: “Maçlarda hakemler beni çağırırdı, ben hazır olda gelirdim. Hocam isterseniz beni atın derdim. Hayatımda bir kez olsun hakemlere itiraz etmedim. Beni çok severlerdi. On iki senelik futbol hayatımda sadece iki sefer atıldım. Sanlı bir maçta atıldı, iki maç ceza verdiler. Ben bir maçta atıldım, ertesi hafta tedbirsiz olarak heyete verildiğim için İstanbul’da Fenerbahçe maçında da oynadım ve yine atıldım. Maçı Alman hakem yönetiyordu. Onu önceden 2 numaraya dikkat et diye uyarmışlar. Maçın ilk dakikalarında bir topa girdim, Nedim kendini yere attı. Hakem hemen yanıma geldi ve çık dışarı dedi. Merkez ceza heyetinde Albay İbrahim Onuk vardı. Askerken evine gitmiştim. İzmir’e dönünce birkaç kilo çipura alıp doğru Ankara’ya, İbrahim Onuk’un evine gittim. Kendisi evde yoktu, eşine durumu anlattım. ‘Tamam evladım, sen merak etme’ dedi. İzmir’e döndüğümde cezalar açıklandı. Bana af çıktı.”

Kaleci Sefer ve Arif'le (önde) bir
İstanbul yolculuğunun başlangıcında.
Sertliğiyle forvetlerin gözünü yıldırmasına örnek olarak şu anısını anlatıyor: “Bir gün Ankara’da Ankaragücü’yle oynuyorduk. On sekizden santraya kadar, sağ bekin oynadığı alana ayağımla çizgi çizdim. Candan Dumanlı yanıma gelip ‘Niye çizdin o çizgiyi?’ diye sordu. ‘Buradan içeri girersen vücudunu gövdenden ayıracağım,’ dedim. Maç başladı, baktım Candan oraya girmiyor. Antrenörleri Mustafa Ertan (Beton Mustafa) sürekli ‘Yerine geç’ diye bağırıyordu. Bizim Muzaffer kısa boylu bir adamdı ama rakibine kene gibi yapışırdı. O sol bek, ben sağ bek oynuyorduk. Şimdiki futbolda başarılı olabilir miydik, tartışılır. O zaman adam adama savunma yapıyorduk. Tuttuğun adamı bırakmadığın zaman iyi oluyordun. Zaten benim yanıma beş metreden fazla sokulmuyordu rakip. Benim en korktuğum rakip Candan Dumanlı’ydı çünkü topu aldığı zaman adamın üstüne üstüne geliyordu. Ne yapacağı belli değildi. Ama başkası topu almış, sağdan kaçıyor, onu durdurmak kolaydı.”

Altınordu 1966-67. Ayaktakiler: Şiyatski, Sedat, Erkan, Nehir, İsmet, Mümin.
Oturanlar: Hüseyin, Muzaffer, Cenap, Melih, Zadel.
Forvetleri etkisiz hale getirme konusundaki bir başka anısı bir Bulgar takımıyla yaptıkları maçtan: “İlk sene maçlar bitince Gemlik Kumla’da bir çadır kurdum. Sabah balıkçılar geliyor, balık alıp yiyorum. Sürekli koşuyorum, çalışıyorum. Kumla o zaman köy, şimdiki gibi değil. Babam Gemlik’ten eşeğe binmiş geldi. Bir telgraf uzattı bana: ‘Sezonu açıyoruz, acele gel.’ Osteo Simiç diye bir antrenör getirmişler Yugoslavya’dan. ‘Bu adam yeni gelmiş, Alsancak’ta anamızı ağlatır, bir hafta geç gideyim’ diye düşündüm. Bir hafta sonra babam yeni bir telgraf getirdi: ‘Kadro haricisin, ister gel ister gelme.’ İzmir’e gittiğim zaman hoca beni antrenmana almadı. Bir süre sonra Bulgar CSKA takımıyla hazırlık maçı vardı. Alsancak stadının kapalı tribünü inşaat halindeydi. Toprak kazılmış, sahaya yakın kısmı tahtalarla çevrilmiş. Bana alternatif olarak Adapazarı’ndan Mikael diye bir futbolcu almışlardı. Ben tribünde maçı seyretmeye başladım. Bulgar forvet topu Mikael’in sağından atıp solundan geçti, golünü attı. Bir süre sonra aynı şeyi bir daha yaptı ve 2-0 öne geçtiler. Seyirci ‘Nehir, Nehir’ diye bağırmaya başladı. Başkan Candan Sakaoğlu biraz forsu seven adamdı. ‘Koy Nehir’i’ demiş. Devre olunca bana git soyun dediler. Hoca, ‘Nasıl olsa antrenmansız, çıksın sahaya da rezil olsun, seyirci de görsün,’ diye düşünmüş. Girdim soyunma odasına, bizim malzemeci ayakkabıların çıkan çivilerini yerine çakıyor. ‘Hangisini vereyim?’ diye sordu. ‘Öldüreni ver’ dedim. O zaman hakemler kramponlara bakmıyordu. Ben ayakkabıları giyip çıktım sahaya. Top sol açığa geldi, aynı numarayı bana yapacağını anladım. Geri geri kaçtım, bayrak direğinin iki metre önüne kadar geldim. Bu tam topa vuracakken, ben topla beraber buna bir çaktım, adam inşaat tahtalarından içeriye düştü. Bütün stat ayağa kalktı. Oyuncu sahaya girince maça dönmedi, doğru soyunma odasına gitti.”

Eskişehirspor'un 1968-69 lig ikincisi olan kadrosu.
Nehir Çetintaş soldan dördüncü oyuncu.
Altınordu’da beş sezon forma giyen Nehir Çetintaş 1968-69 sezonunda Eskişehirspor’a transfer oldu: “Hayatımda bir tek hata yaptım. Altınordu’ya Doğan Kantarcı diye bir başkan gelmişti. 40 bin lira alacağım vardı. Başkan bana, ‘Kulüp bul git,’ dedi. Mümin Eskişehirspor’a gitmişti. Abdullah Gegiç beni ısrarla istemiş. Başkan Yalçın Kılıçoğlu İzmir’e gelip beni aldı. Ondan önce Metin Oktay vasıtasıyla İstanbul’da Galatasaray’la görüşmüştüm. Turgan Ece’nin Tarlabaşında işyeri vardı, anlaştık. Hatta bana 500 lira harçlık vermişti. Mecidiyeköy’de King Otel’de kalıyordum. O sırada Aydın Begiter otele geldi, ‘Biz kaç gündür seni arıyoruz,’ dedi. Eşim İngilizce öğretmeniydi. ‘İstanbul’a gitsek hemen okul bulamayız ama Eskişehir küçük yer, orada bana iş bulurlar,’ dedi. Bunun üzerine Eskişehirspor’a gittim. Hayatımda yaptığım en büyük hata budur. İzmir’den Eskişehir gibi bir kente giden oyuncunun takıma girmesi zordur. Çok iyi maçlar oynamama rağmen belli bir kadro oluştuğu için fazla forma giyemedim. Beni Balıkesir’e, ardından Nevşehir’e kiraladılar.”

Seksenli yıllarda bir sezon hocalığını yaptığı Altınordu'nun
bir maçında.
Nehir Çetintaş o günkü futbol anlayışının yanı sıra çalıştığı bazı hocalarını şöyle anlatıyor: “O zaman oynadığımız futbolla bugünkü futbol arasında uçurum var. İki tane çalım atan adamın olsun, işi idare ediyordun. Şimdi bir tane adam kötü oynasın, takım zor duruma düşüyor. O zaman herkesin bölgesi belliydi. Bir ara bizi rahmetli Bülent Esel çalıştırıyordu. İki kere santrayı geçmeye kalkıştım, ‘Gitme, kafanı kırarım!’ diye bağırdı bana. Eskişehir’e gittiğimde İstanbul’da bir Beşiktaş maçı oldu, bütün gazeteler beni yazdı. Gegiç takımı çok iyi çalıştırıyordu fakat sahaya çıktığı zaman pasif kalıyordu. Takımı Aydın Begiter yönetiyordu. Altınordu’nun 2. Lige düştüğü sezon bizi Molnar çalıştırmıştı. İki tane taktik veriyordu, işi bitiriyordu. O zaman Bursaspor’la çekişmiştik. En zor deplasman maçımız Adana’da oldu. 2-1 galiptik. Bir ara top taca çıktı, topu almaya gittiğimde seyirciler sahaya taş yağdırınca maç tatil oldu. 3-0 hükmen kazanıp şampiyon olduk. O zaman Adana deplasmanı çok zordu. Yollar bozuk, otobüsle bir günde gidiyordun. Ankara iyiydi, motorlu trenle giderdik oraya. Haftada iki antrenman yapıyorduk ama Cumartesi-Pazar iki maç yapardık. Şimdi haftada iki maç oynayınca ağır diyorlar.”

Balıkesirspor'da oynarken oğluyla.
Altınordu seyircisi bir zamanlar Alsancak Stadını doldururken bugün yaş ortalaması ellinin üzerinde küçük bir taraftar grubu haline gelmesini şöyle açıklıyor: Altınordu’nun eskiden çok taraftarı vardı. Basmane’de, Tilkilik’te herkes Altınordu’yu tutardı. Fakat Tilkilik zamanla SİT alanı olunca oradaki iş güç sahibi insanlar Göztepe’ye taşındılar. Bugün Göztepe’de yaşlı bir adam Altınordulu, oğluysa Göztepelidir. O göçle birlikte Altınordu taraftarı çok azaldı. Yoksa kulübün civarında herkes bizim takımı tutardı, eşekleri bile lacivert-kırmızı boyarlardı. O zaman televizyon gibi eğlenceler yoktu, herkes stada gidip maç izlerdi.”
Eskişehir’de düzenli forma giyme imkanı bulamayan Nehir Çetintaş 30 yaşında futbolu bırakıp Almanya’ya yerleşti ve uzun yıllar bu ülkede kaldı: “O zaman Doğan Andaç’ın kardeşi İşçi Bulma Kurumunda çalışıyordu. Onun vasıtasıyla Almanya’ya gittim. Altaylı Feridun, Göztepeli Halil ve ben aynı günde müracaat etmiştik. Orada iyi bir hayat yaşadım. Augsburg şehrinde Türk SV adlı bir spor kulübü kurdum. Takımım hâlâ 1. Amatör kümede oynuyor. Oradan ilk kuşak Türk gençlerini yetiştirip buraya gönderdik.”

Nehir Çetintaş (sol başta) yanındaki Doğan Andaç'la birlikte Augsburg
stadında genç milli takımın bir maçını izliyor. Soldan altıncı genç,
Beşiktaşlı Recep.
Almanya’dan emekli olan Nehir Çetintaş yurda dönünce tekrar İzmir’e yerleşti. Futbol oynadığı günlerdeki heyecanını kaybetmeden amatör küme ve genç takım maçlarını izleyip yetenekli gençleri keşfediyor. Sonradan başka takımlara gitse de Altınordulu Nehir olarak tanınıyor. Almanya’dayken formalar, toplar gönderdiği, İzmir’deki maçlarını takip ettiği takımına olan sevgisini “Altınordulu olduğum için gururluyum” sözleriyle ifade ediyor.