31 Ekim 2013 Perşembe

Şeref Stadı

Yanmış bir sarayın bahçesinin düzenlenerek futbol sahası haline getirilmesi bakımından herhalde dünyada eşi benzeri bulunmayan bir stattı. Aynı şekilde, İstanbul Boğazı'nın hemen kıyısındaki konumuyla da dünyanın denize en yakın stadı olsa gerekti. O kadar yakındı ki, top zaman zaman denize kaçar, görevli bir sandalcı küreklere asılarak denizden topu alıp sahaya atardı. Bütün bu süre zarfında oyun durur ve herkes topun gelmesini beklerdi. Bugünkü kuşaklara çok tuhaf gelecek herhalde ama o zamanlar toplar elle imal edildiğinden sahada en fazla iki top bulunurdu. Hakem yedek topu ancak olağanüstü durumlarda, örneğin esas topun oynanacak hali kalmadığında oyuna sokardı. Nitekim 'Spor Postası' dergisinin 9 Şubat 1935 tarihli sayısında yer alan aşağıdaki fotoğraf bu durumu gayet açık özetliyor.


Çırağan Sarayının nasıl stada dönüştüğünün öyküsünü Türkspor dergisi 14 Ocak 1933 tarihli sayısında şu şekilde anlatmış: "Halk Fırkasının yüksek delaletile Cumhuriyet hükümetimiz sporculara eşsiz bir yardımda daha bulundu. Muhterik (yanmış) Çırağan sarayının arsası Beşiktaş spor kulübüne idman sahası olarak verildi. ... Beşiktaş klübü tarafından saha teslim alınırken güzel merasim yapılmış kurbanlar kesilmiştir. Bundan sonra sahanın tahdidi ameliyesine başlanacaktır. Bu münasebetle şimdi rahatsız bulunan Beşiktaş klübünün en emekdar idarecisi olan ve klübüne yaptığı sayısız hizmetler arasında bu sahanın temini için bütün gayretile çalışan Şeref Beyi gene eskisi gibi klübünün başında ve Beşiktaşlıları yeni güzel sahalarında muvaffakiyet peşinde görmeği candan diliyoruz."

                                                                              Türkspor sayı 16, 14 Ocak 1933
Ahmet Şerafettin (Şeref) Bey kısa bir süre sonra yakalandığı hastalık nedeniyle hayata veda edince stada onun adı verildi. Otuzlu ve kırklı yıllar boyunca Taksim Stadıyla birlikte İstanbul takımlarının maç yükünü paylaşan Şeref Stadı, İstanbul Ligi ve Milli Küme maçları gibi resmi müsabakaların yanı sıra  yabancı takımlarla yapılan özel maçlara da sahne oldu.

Vefa takımı 1946'da Şeref Stadında bir maça çıkmadan önce. Arka planda
Yıldız Parkının girişindeki Küçük Mecidiye camisinin kubbesi görülüyor.
                                                                                 (Galip Haktanır koleksiyonu)

1947'de İnönü Stadının açılmasıyla birlikte Şeref Stadı önemini biraz kaybetti. Milli maçlar ve lig maçları yeni stadda yapılırken burada artık ikinci ve üçüncü küme ile amatör küme maçları yapılmaya başladı. 

                                                                                                                                             Kırmızı Beyaz sayı 460, 21 Nisan 1947

Maçların yanı sıra Beşiktaş'la birlikte pek çok kulübün idman yükünü de çeken emektar stat zamana ayak uyduramadı. 1980 sonrasında hızla değişip büyüyen İstanbul'da sayısı sürekli artan yeni ve büyük otellerden birinin Çırağan Sarayının arsasına yapılması kararlaştırıldı. Stat 1986'da yerini otel inşaatına bırakırken sayısız futbolcu, teknik adam, hakem ve seyircinin anılarıyla birlikte tarihteki yerini aldı.


Şeref Stadı dünyanın en ilginç ve güzel fotoğraf veren futbol mekanlarından biriydi. Fotoğrafta İstanbulspor'un Galata
ile yaptığı sezon öncesi hazırlık maçında unutulmaz santrforu Aydemir Nemli görülüyor. (Hayat, 23 Ağustos 1957)

  

8 Ekim 2013 Salı

Hikmet Orhunbilge - Bir Altınordu Emektarı

Hikmet Orhunbilge kardeşi İsmet’le birlikte uzun yıllar Altınordu’nun formasını giymiş, takımı İkinci Lige düştükten sonra da terk etmeyip kaptanlığını üstlenmiş bir futbol emekçisiydi. Altınordu’nun Birinci Ligde oynadığı parlak günlerine tanıklık ettiği gibi İkinci Lige düşmenin üzüntüsünü de yaşadı. Her sezon birçok futbolcunun gelip gittiği kulüpte en uzun forma giyen isimlerden biriydi. Orhan Berent’le birlikte Altınordu’nun Dönertaş’taki tarihi kulüp binasına gidip takım arkadaşı Muzaffer Çetin’le birlikte kendisiyle eski günleri konuştuk. Bize futbola nasıl başladığını şöyle anlattı:


“1943 doğumluyum. Doğma büyüme İzmir Tepecikliyim. Ailemizin kökeni İskeçe’ye dayanıyor. Kardeşim İsmet 1945 doğumluydu. Tepecik’de büyüdük ama elli senedir Gültepe’de oturuyoruz. Tepecik’te gayri federe bir kulüpte oynuyorduk. Sonra birkaç arkadaşla beraber Hilalspor’da lisansımız çıktı. Amatör kümede oynuyorduk. Altınordu’nun oyuncu seçmek amacıyla deneme yaptığını duydum, bir şansımı deneyeyim dedim. Takımın hocası rahmetli Ruhi Karaduman’dı. Deneme yapıldı, seçildim. Kulübün başkanlığına Candoğan Sakaoğlu gelmişti. 400 lira olan maaşı 600 liraya çıkarmış. Ben de 600 lira maaşla Altınordu oyuncusu olduğum için sevinçten havaya uçuyordum. Maaşımı aldığım anda duyduğum sevinci unutamam.”


Hikmet Orhunbilge 1960’ların başından itibaren Altınordu’nun genç ve A takımında yer aldı. O yıllarda gerek sahaların durumu gerek ulaşım koşulları bugünle kıyaslandığında büyük zorluklar içeriyordu. Sahaların durumunu, “Alsancak’ın zemini kömür tozu kaplıydı. Maçtan önce arazöz sahayı sulardı. Zemin çamur olmuyordu ama düştüğümüz zaman avuç içlerimiz dahil her tarafımız cılk yara olurdu,” diye açıklarken zamanın deplasman yolculuklarını bir anısıyla birlikte şöyle örnekliyor:  
“Yirmi beş kişilik kafile halinde vapurla İstanbul deplasmanına giderdik. O zaman Cumartesi-Pazar üst üste iki maç oynanıyordu. Yine böyle bir seyahatte bizim takımdaki Adnan-Rıdvan kardeşlerin annesi de bizimle gelmişti. Ben ufağım diye beni onun kamarasına verdiler. O da sürekli sigara içiyordu. ‘Evladım bir tane de sen yaksana’ dedi. ‘Teyze ben sigara içmem,’ dedimse de ısrarları sonucu bir tane de ben yaktım. Daha ilk nefesi çekmiştim ki kamaranın kapısı tırak diye açıldı. Bir baktım karşımda Ruhi Karaduman. ‘Ne o, sigara mı içiyorsun sen?’ diye sordu. Ben daha duman ağzımda, ‘Yok hocam içmiyorum,’ dedim ama konuştukça ağzımdan dumanlar çıkıyordu. ‘Belli belli’ dedi, hışımla kapıyı çekip gitti. Sonradan takımdaki ağabeylere durumu anlattım, onlar da Ruhi Karaduman’a ‘O sigara içmez hocam,’ demişler. O zaman başlıca deplasman araçlarımız vapur ve trendi. Mesela 2. Lige düştüğümüz yıl Mersin’e vapurla gitmiştik. Her uğradığı yerde birkaç saat kalıyordu vapur. Ankara’ya da kuşetli trenle giderdik. 27 Mayıs 1960’ta ihtilal olduğu zaman biz Ankara’da oteldeydik. PTT ile maçımız vardı. Tesadüfen aynı katta bir gece kulübünde çalışan şarkıcılar da vardı. Sokağa çıkma yasağı konulunca bunları otele geri göndermişler. Sait Hoca (S. Altınordu) bizim katta jandarma gibi dolaşıyordu.”

Kısa süre önce kaybettiğimiz Ercan Aktuna
ile mücadelede.
O dönemin futbolcuları yaşadıkları bu zorluklara ilaveten transfer ücretleri ve primlerini de düzgün alamıyordu. Birinci Ligde yer alan birçok kulübün oyuncusu aynı dertten mustaripti: “Taşıma suyla değirmen nereye kadar döner. Kulüpler hemen hepsi büyük sıkıntı içindeydi o zaman. Hasılat yetersizdi, hakem parası, saha parası derken çoğu maçta borçlu kalıyorlardı. Öyle olunca oyuncuların ödemeleri de aksıyordu tabii.” Bir diğer yakınması da birkaç oyuncunun takımın yükünü sırtlamalarına rağmen kendilerine gelip geçen oyuncular kadar değer verilmemesiydi: “Sezon açılır, bakarsın kadroda kırk kişi, ‘Bu sene rahat edeceğiz,’ derdik. Birkaç maç sonra takım yine bize kalırdı. Adam geliyor, 10.000 lira para alıyor, sonra kayıplara karışıyordu. Ondan sonra, ‘Koş Hikmet, koş Muzo, koş İsmet.’ Sana söylenen parayı da doğru dürüst alamazsın. ‘Hadi aslanım, sen bizim oğlumuzsun, önümüzdeki ay vereceğiz,’ diye hep sırtımızı sıvazlıyorlardı. Sözleşmem bitince 30.000 liraya anlaştık, 5.000 lirasını aldım, sonra kalan parayı alamadım.”

                                                                             (Yeni Asır)
Futbolcu olarak dikkat çeken bir özelliği topu topuğuyla karşısındaki oyuncunun üstünden aşırmasıydı: “Meşhur bir topuk numaram vardı, maçlarda sık sık yapardım ve her seferinde karşımdaki futbolcuyu geçerdim. Bir gün Gökmen’le karşılıklı oynarken birkaç kez denedim ama yutmadı, her seferinde geri çekildi. Maçtan sonra sordum, meğer ağabeyi çok yapmış ona bu numarayı, o yüzden biliyormuş. Bir kere bir Ankaragücü maçında Yavuz topu bana attı, ben de önüme doğru yuvarladım. Üç Ankaragüçlü futbolcu bana doğru geliyordu, o topuk numarasını yaptım yine, hepsini bir anda geçtim. Bazı maçlarda bu numarayı yapmayı unutuyordum, tribünlerden ‘Yapsana!’ diye bağırıyorlardı.”

                                                     (Yeni Asır)
Altınordu’nun emektarı olarak iki kez İkinci Lige düşmenin acısını yaşamıştı. İlk düşüşte çabuk toparlanmış ve aynı sezon (1965-66) tekrar Türkiye Birinci Ligine yükselmişlerdi: “İkinci ligdeyken Adana’da oynadığımız Demirspor maçını unutamam. Sahaya sürekli taş yağıyordu. Bir ara Zadel, ‘Ne korkuyorsunuz yahu, oynayın?’ demeye kalmadan ağzına bir taş yedi, ağzı kanlar içinde kaldı. Santrada bir el arabası dolusu taş toplanmıştı. Belki iki üç sepet dolusu turunç atılmıştı. Korner atmaya gidemiyorduk. Sonunda hakem maçı tatil etti.” Tekrar Birinci Lige çıktıkları zaman, özellikle 1968-69 sezonunda son maçlara kadar düşme endişesi yaşayarak mücadele ettikleri sırada attığı gollerle Altınordu’yu rahatlatan isim oldu: “Ben sağ açık oynuyordum. Her sezon ortalama beş altı gol atardım. Ben atmaktan çok attırıyordum. Fakat kafa gollerim iyiydi, jeneriklik goller attığım oluyordu. Bir diğer husus, bu gollerin çoğunu takımın durumu kritik hale geldiği zaman, düşmemeye oynadığı zaman atmıştım.”


                                                                                   (Yeni Asır)
Altınordu’nun Birinci Ligdeki ikinci dönemi fazla uzun sürmedi ve 1969-70 sezonunda nihai olarak İkinci Lige düştü. Hikmet Orhunbilge bu sancılı dönemde takımın kaptanlığını üstlendi. Birkaç sezon daha kulübünün formasını giydikten sonra kısa bir müddet diğer İzmir kulüplerinde oynadı: “Otuz dört yaşına kadar futbol oynadım. Altınordu’dan sonra bir sene Tirespor’da oynadım. İkinci Lige çıktığı sezon Kadri Aytaç’tı antrenörümüz, orada güzel günlerim geçti. Göztepeli Büyük Mehmet’le beraber oynadık. Sonra tekrar buraya döndüm, 60.000 liraya mukavele yaptım. 5.000 lira aldım fakat çoğu maçta oynamadım, 55.000 lira kaldı. Futbolu bırakmaya karar verdim. Fakat bıraktıktan sonra bir süre de Ülküspor’da kardeşimle beraber oynadık. Takım amatör kümede şampiyon olmuştu, terfi maçları vardı. Hem esnaflık yapıyorduk hem maçlara gidiyorduk. O şekilde Ülküspor’u Üçüncü Lige çıkardık. Futbolu bıraktıktan sonra semtimizin takımında oynamış olduk.”

Ülküspor kadrosunda Hikmet oturanlar arasında soldan
ikinci, kardeşi İsmet ayakta sol başta.
Söyleşimizin sonunda kulübü hakkında söylediği sözler, her sezon başka bir takımın formasını giyen futbolcularla dolu günümüze bakıp, “Ne varsa eskilerde var” dedirtecek cinsten: “Maddi yönden pek bir kazancımız olmadı ama manevi yönden büyük zenginlik yaşadık. Metin Oktay, Turgay Şeren gibi isimlerle karşılıktı top oynadık. Kulüpte çok alacağımız kaldı ama yine de helal olsun. Beni Hikmet yapan Altınordu’dur. Altınordulu olmaktan dolayı mutluyum. Sevdik, sevildik, nereye gitsek sevgi saygı görürüz. Zaten insana lazım olan da bu: anılmak, sevilmek. Kötü bir isim bıraksak insanlar görünce başını çevirirdi ama şimdi maça gidiyorum mesela, tanıyanlar görünce sarılıyor. Bu yeter bize. Mühim olan iyi bir iz bırakmak.”


Altınordu 1968-69 - Ayaktakiler: Özer, Behçet, Şiyatski, İsmet, Hikmet,
Erkan. Oturanlar: Müjdat, Zadel, Sümer, Bahri, Ekrem.
                                                                                               (1968 Futbol Yıllığı)

                                                                                (orhanberent.blogspot.com)