31 Mayıs 2015 Pazar

Bahattin Baydar - Mükemmel Müdafi

Bahattin Baydar 1980’li ve 90’lı yıllarda futbol kamuoyu tarafından Beşiktaş kulübünün en tanınan isimlerinin başında geliyordu. Bunda önce Gordon Milne’in, sonra Cristoph Daum’un yardımcılığını yapması kuşkusuz büyük rol oynamıştı. Oysa onun Beşiktaş’la birlikteliği çok daha eskilere, 1950’lerin ortasına uzanıyor. Genç takımda başlayıp A takımda devam eden futbolculuk hayatını İstanbulspor’da noktaladıktan sonra yine aynı kulüpte başladığı antrenörlüğü Beşiktaş’ta sürdürerek kulübün en parlak yıllarında pay sahibi oldu. Onun hayat hikâyesine dair anlattıkları sadece futbol tarihimizin değil, İstanbul’un da artık geri gelmesi mümkün olmayan bir dönemine ışık tutuyor. Hele askerlik hizmeti sırasında yaşadıkları sanki asırlar öncesine ait gibi. Öncelikle Erenköy’deki çocukluk günlerini onun anlatımıyla aktaralım:


“1936’da Erenköy’de doğdum. Babam Erenköy’deki Zihni Paşa Camisinin on altı sene imamlığını yaptı. Beş kardeştik. Ethemefendi Caddesinde yukarıdan aşağıya inerken, sağ tarafta tren köprüsüne gelmeden evvel babamın bir manifaturacı dükkânı vardı. Ben hatırlamıyorum ama Perşembe günleri, yani Erenköy pazarının kurulduğu günde, dükkândaki malzemeleri alıp caminin etrafında sergi kurarlarmış. Çocukluğumuz ikinci dünya savaşı yıllarına denk geldi. Geceleri evlerde karartma yapılırdı. O devirlerde Sümerbank vardı; çaput bezleri, basmalar karneyle dağıtılırdı. Herkesin karnesinden kuponlar kesilerek kumaş verilirdi. Fırından karneyle ekmek alınırdı o senelerde. Biz dükkânda babama yardım ederdik. Tezgâhta oturup gelenlerin kupon kesme, para alışverişi gibi işlerini görürdük. Zamanla kumaş kesmeye de başladık. Babamdan kalma kumaş ölçmeye yarayan ahşap metre şimdi Ümraniye’deki ofisimde asılı duruyor. O günlerden dolayı elim işe çok yatkındır. Eskiden futbol toplarını çok güzel dikerdim. Hatta şimdi bile olsa dikerim. Eskiden ayakkabıların altında demirden kabaralar olurdu. Bizim dükkânda kabara vardı, onlardan çakardık ayakkabılara.”  


“Geçim zor, ayakkabıların uzun süre dayanması lazım. Çocukken yolda ayakkabımızla taşa, toprağa tekme atıyorduk. Yeni bir ayakkabının temin edilmesi kolay iş değildi o yıllarda. O yüzden büyüklerimiz top oynamamıza kızardı. Bu caddede (Ethemefendi Caddesi) taş koyup kale yapar, maç yapardık. Çocukluğumuz çok hareketli ve ağaç tepesinde geçti. Ben tel cambazlığı dahi yaptım. Biraderle evimizin bahçesinde iki ağaç arasına tel gerdik. Ayaklarımızın altına kaymasın diye reçine sürdük. Güzel bir denge sopası yaptık. Dört tekerlekli bir patenimiz vardı. Ufacık çocukken bile Ethemefendi Caddesinin üst tarafından o patenle Bağdat Caddesine inerdik. Şimdi Marmara Yelken Kulübünün olduğu yerden denize girerdik. O senelerde insanlar İstanbul’dan yaz tatilini geçirmek için Erenköy’e gelirdi. Yazın babam aylaklık etmeyelim, topun peşinden koşmayalım diye bizi yedi sekiz yaşındayken kunduracı yanına çırak vermişti. Orada çok şeyler öğrendim. Daha sonraki bir devirde büyük biraderimin kayınpederinin Beyazıt’ta bakırcı dükkânı vardı. Orada da bakırcılık üzerine çok deneyim kazandım.”


“Ben Erenköy istasyonu aşağısındaki 38. İlkokulda okudum, şimdi Erenköy İlkokulu oldu. Onun alt tarafında Bağdat Caddesine cephesi olan boş bir arsa vardı. Orada futbol turnuvaları tertiplenirdi. İstanbulsporlu Aydemir, Beykozlu Haluk, Galatasaraylı Paytak Bülent de o turnuvalarda oynardı. O zamanlar yazlar bambaşka geçerdi, her tarafta arsalar, sahalar vardı.  Erenköy’de Fırın Sokağın Göztepe tarafına yakın olan yerinde, birisine ait bir arsaya elimizde çapalarla gidip düzelttik ve saha durumuna getirdik. O devirlerde CHP’nin lokali vardı tren köprüsünün hemen orada. O sahada Altı Ok diye bir turnuva tertip edildi. Zaman zaman mahalle maçları yapıyorduk. Ağabeyim Ziya ve benim ilk kulübümüz Göztepe’deki Hilal kulübüydü. Daha eskiden Erenköy’deydi o kulüp, sonra Göztepe’ye taşındı. Erenköy tren istasyonunun alt tarafında top sahası vardı. Yazları orada maçlar oynanırdı. Kulübün ilk yeri de o sahanın yanındaydı. Gazeteci Kahraman Bapçum’un ailesi orada otururdu. Hilal takımı olarak Gönen’de bir turnuvaya gittik. İçimizde Ziya, Haluk, Bülent gibi tanınmış oyuncular olduğu için itibar görüyorduk.”

Söz Ziya Baydar’dan açılınca burada araya girip onun nasıl bir futbolcu olduğunu sorduğumuzda şunları anlatıyor Bahattin Baydar: “1933 doğumluydu. 1995’te kaybettik kendisini. Ailemizin en sağlıklı yaşayan ferdiydi. Caddebostan’dan denize girip Adalar’a yapılan yüzme yarışında ilk üçün içinde çıkmıştı adaya. Rahmetli biraderimle İnönü Stadında karşı karşıya oynadık. Beykoz’da yaklaşık on iki sene top oynadı. O sağ iç oynardı, top tekniği çok yüksekti. Müthiş bir tekniği vardı. Yüksek inşaat mühendisiydi. Benim Beşiktaş’a bir oyuncu transferi için Çekoslovakya’ya gittiğim sırada kötü haberi aldım. Seyahati yarıda bırakıp geldim. Hastaneye kaldırmışlar. Üç gün sonra vefat etti.”

Beykozlu Ziya Baydar (solda) ve kardeşi Bahattin.

Ziya ve Bahattin Baydar kardeşler lisanslı olarak ilk kez semtlerinin takımı sayılabilecek Hilal kulübünde futbol oynamışlar. Fakat Bahattin Baydar’ın Hilal’deki futbolculuğu fazla uzun sürmemiş. Bunun sebebini şöyle açıklıyor: “Haydarpaşa Lisesinde okurken bir dakikayı boş geçirmezdim. Teneffüslerde pinpon oynardım. Öğleyin sahada maç yapardık. Terli terli sınıflara giriyoruz. 10. sınıftayken akciğerlerimden bir rahatsızlık geçirdim. O yüzden büyük biraderim top oynamama müsaade etmiyordu. Hilal kulübünde sadece bir sene oynadım.”

Bir zamanlar İstanbul Liginde mücadele eden kadim Hilal kulübünden sonra kendini Beşiktaş’ta bulmuş Bahattin Baydar. Bunun hikâyesi de şöyle: “Fenerbahçe stadının o eski ahşap tribünlü olduğu yıllarda bir gün Fenerbahçe takımıyla bir maç yaptık. Gazetecilerden birisi beni orada görmüş. Daha sonra Emniyet takımında santrhaf oynayan Arap Celal vardı. O maçta onunla beraber oynamıştık. O gazeteci beni Sadri Usuoğlu’na tavsiye etmiş. İki üç gün sonra Usuoğlu’yla görüştüm.” Böylece 1956’da Beşiktaş genç takımına girmiş Bahattin Baydar. Takım arkadaşları arasında geleceğin Fenerbahçeli yıldızı Selim Soydan ve yine gelecek yıllarda teknik direktör olarak ünlenecek kaleci Tamer Kaptan varmış.

Fotoğrafın arkasına "30 Mayıs 1957, BJK-FB genç (2-0) maçından sonra" yazılmış.

Genç takıma girdikten kısa bir süre sonra A takımda lig maçında forma giyme şansını yakalamış. Önce o yıllarda Beşiktaş’ta yöneticilik yapan gazeteci Orhan Vedat Sevinçli’nin Yeni Beşiktaş Karakartallar dergisinde yazdığı şu satırları okuyalım: “Bahattin bize 1956 senesinde Hilal takımından gelmişti. Efendi, sessiz bir çocuktu… Beşiktaş’ın parası yoktu. Takım o sene dördüncü olmuştu. Bir hamle yapmak için yeni elemanlara ihtiyaç vardı. O halde bu işe bedava tarafından başlamak lazımdı. Bahattin’i alıp doğru Mithatpaşa stadının yolunu tuttum. Kaptan soyunma odasındaydı. Bahattin’i takdim ettim: ‘Hakkı Ağabey bu genç eleman bizim genç takımdan. Sen gelecek seneki kadroyu yapıyorsun. Lütfen cebindeki listeye Bahattin’in de ismini yazıver.’ Her zamanki sert fakat samimiyet dolu bakışlarıyla Baba, Bahattin’i süzdü. ‘Ne oynar bu?’ ‘Sağ bek ağabey.’ Bahattin Hakkı ağabeyi ilk defa gördüğü için onun sert konuşmasından kulaklarına kadar kızarmıştı… İşinin olmasından memnun bir eda ile yanından ayrıldı.”

Bahattin Baydar da 1957-58 sezonunda A takımda oynadığı ilk maçı şöyle anlatıyor: “1957’de profesyonel oldum. O zaman profesyonel maçlardan önce genç takımlar maç yapıyordu. Genç takımla üç maça çıktım. O sırada profesyonel takımda eksikler vardı. Vefa maçında sağ bek olarak A takıma girdim. O gün karşımda Bülent Esel oynuyordu. Camız Bülent derlerdi, güçlü kuvvetli bir oyuncuydu. Ben daha genç ve çelimsizdim. Santrhaf mevkiinde de Ahmet Berman oynadı. Esas yeri orası değildi ama o gün santrhaf olarak oynadı.  O gün 3-2 yenildik. O maçtan sonra direkt olarak oynamaya başladım. Hem ileri hem geri oynayabilen bir defans oyuncusu olarak görev yapıyordum. Özellikle ters kademe anlayışım iyiydi. Sonraki yıllarda ben sağ bek Münir sol bek olarak kaleci Necmi’yle gayet güzel bir uyum sağlamıştık.”

Bu fotoğrafın arkasındaysa şu satırlar yazılı:
"4 Eylül 1957'de Beşiktaş-Vefa profesyonel
maçından evvel takım arkadaşım sol açık
Erdoğan ile beraber."
Günümüzde özellikle büyük kulüplerde oynayan futbolcuların bir nevi yarı tanrı muamelesi gördüğü hepimizin malumu. Maçlara kulüp otobüsüyle gelip gidiyorlar ve taraftarla temasları asgari düzeye inmiş durumda. Bahattin Baydar’ın aşağıda anlattıkları geçmişte bu durumun ne kadar farklı olduğunu ortaya koyuyor: “Erenköy’den Bağdat Caddesine kadar yürürdüm. Oradan bir dolmuşa binip Kadıköy, oradan bir dolmuş Üsküdar, oradan motora binip Beşiktaş’a geçiyorum, oradan Şeref Stadına kadar yürüyorum. Bir yıl Kızılyıldız ile özel bir maç yaptık. O zamanlar müthiş bir takımdı. Sol iç Sekulariç çok hızlı bir adamdı. Çok meşhurdu o zamanlar. Santrfor Kostiç, kalede Beara gibi çok iyi isimler vardı. Benim önümde Kostiç oynuyor, 1.94 boyunda. Kafaya çıkıyorum, bayağı aşağıda kalıyorum ama erken düşüyorum, hemen süratli olduğum için onun kafayla aşırdığı topu süpürüyorum. Sabah 8’de sahanın zemini kırağı dolmuş ve buz tutmuş. Düştükçe perişan oluyoruz. Maçtan sonra Üsküdar’a geçmek için motora binecektim. Bir kız geldi, ‘Amca bu Üsküdar’a mı gidiyor?’ diye sordu. Halbuki yaşım o zaman daha 17-18. Neden öyle dedi? Çünkü maçtan sonra perişan vaziyetteyim. Yorgunum, çökmüşüm. Beni o halde görünce yaşlı zannetmiş. Maçlara ve idmanlara hep kendi imkânlarımızla giderdik. 1960’da şampiyon olduktan sonra bir skuter almıştım kendime. Onunla arabalı vapura binip Kabataş’a geçiyordum. Yine aynı yoldan eve dönüyordum.”

Beşiktaş 1957-58. Ayaktakiler: Kamil, K. Ahmet, Coşkun, Sedat, Recep, Nazmi.
Oturanlar: Yüksel, Bahattin, Varol, B. Ahmet, Özcan.
Bahattin Baydar’ın unutamadığı anılardan biri Kasım 1958’de Real Madrid ile oynadıkları Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarıydı: “Real Madrid ile İspanya’da oynanan maçta yedek kulübesindeydim. Maçtan evvel mağazaları filan dolaşıyorduk. Nereye girersek herkes elinin beş parmağını gösteriyordu. Neyse iki golle kurtardık. Bernabeu Stadındaki atmosfer müthişti. Müthiş bir heyecanımız vardı. Real Madrid’in ismi o zaman giderken gözümüzde çok büyüktü. Stadın iki tarafı simetrikti. Haftaymda sahaya çıktık. Kendi kendime saha değiştirmedik, hâlâ aynı yarı sahada oynuyoruz diyorum. Simetri o kadar iyi ki kale değiştirdiğimiz belli olmuyor. Döndüğümüzde havaalanında sanki maçı kazanmışız gibi herkes bizi omuzlarına aldı. Maçı radyodan anlatan Sulhi Garan’ın da bunda büyük payı olmuş. Fakat maç hakikaten çok başa baş geçmişti. Gento sol taraftan çizginin dışına çıkıyor Kamil’i geçerken. Topu atıyor, çizginin dışına çıkıyor, sonra tekrar topu alıyor. Bir orta yapıyor yerden, Di Stefano vuruyor, Varol kurtarıyor. Real Madrid ne takımdı ama: Gento, Di Stefano, Puşkaş, Kopa.  Gento’yu üç kişi karşılıyordu. Sofiyanidis, Faik ve en geride Kamil. Üçü de santra çizgisinden ileri gitmiyordu ama tutması mümkün değildi. Müthiş çabuk bir adamdı. Top onun ayağına geldiği zaman 120.000 seyirci ıslıkla tempo vermeye başlıyordu.” 

Bir Fenerbahçe maçında Şeref (solda) ve Mikro Mustafa ile mücadelede.
Bahattin Baydar’ın Beşiktaş’ta futbol oynadığı yıllarda takım olarak en başarılı dönemi 1959-60 sezonunda yaşadılar. O sezon yirmi takımın mücadele ettiği Milli Ligde, Macar antrenör Kutik yönetiminde Fenerbahçe’nin beş puan önünde (galibiyete 2 puan verilen sistem vardı) şampiyon oldular. Bizce bunda en büyük pay kaleci Necmi Mutlu, sağ bek Bahattin Baydar ve sol bek Münir Altay’ın çok başarılı bir savunma hattı oluşturmasıydı. Nitekim bu savunma otuz sekiz maçta sadece on beş gol yemiş, yirmi beş maçı gol yemeden tamamlamıştı. Forvet hattına o yıl katılan Şenol, Birol ve Arif’le ortaya çıkan iyi kadro ligin ilk otuz bir maçında yenilmemiş ve sezonu sadece iki mağlubiyetle kapatmıştı.

Milli Lig 1959-60 şampiyonu Beşiktaş. Ayaktakiler: Münir, Necmi, Kaya, Arif, Birol, Nazmi.
Oturanlar: Bahattin, Ahmet, Tuncay, Şenol, Sabahattin.
Ne var ki bu başarının keyfini fazla yaşayamamış Bahattin Baydar. O sezonun bitimine doğru iş başına gelen askeri yönetimin aldığı karar birçok sporcu gibi onu da etkilemiş ve futbol hayatına en verimli döneminde uzun bir ara vermiş: “27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra askerliğini yapmamış bütün futbolcular askere alındı ve o süre boyunca kulüplerinde oynamaları yasaklandı. Ben o sırada Beşiktaş’ta direkt oynuyordum. Askeri idare gelince herkesi askere göndermeye başladılar.  O zaman yedek subay öğretmenlik getirildi. Ben Adıyaman’ın bir köyünde yedek subay öğretmenlik yaptım. Bir barakanın içinde beş sınıf birden vardı. Birinci sınıf öğrencileri için tahtaya A, B yazıyordum. İkinci sınıfa kitaptan bir yer gösterip şurayı okuyun diyordum. Üçüncü sınıfa toplama, çıkarma, dördüncü ve beşinci sınıflara farklı dersler gösteriyordum. Kırk beş dakikalık derste hepsini aynı anda yapıyordum. Topraktan yapılmış damı vardı barakanın. Küçük bir tahta vardı, tebeşirle oraya yazardım. Çocuklar oturmak için evden küçük rahle gibi bir şey getirirler, giderken de götürürlerdi.”


“İstanbul’a izne gelmiştim.  Dönüşte trenle Gölbaşı’na geldim. Oradan Adıyaman’a geçtim. Köye giden vasıta yoktu. Oradan bir katır kiraladım. İki tane bavulum vardı, heybesine bavulları koydum. Tek başıma köyün yolunu tuttum. Yolda şiddetli bir yağmura yakalandım. Bir rampa çıkarken katır bir hamle yaptı. Bavullarla beraber arka üstü düşmek üzereyken sporcu olduğum için hemen atladım. Bavulları tekrar yükleyinceye kadar canım çıktı. Kan ter içinde kaldım, hava soğuk. Hastalandım, ateşim çıktı. Kar yağıyor. Bir önceki köye mecburen girdim. Köylüler beni misafir ettiler. Yanıma bir adam verdiler tekrar Adıyaman’a döndüm. Orada üç-dört gün yattım. Gaziantep’teki maarif müdürlüğüne müracaat ettim. Orada hastaneye sevk edildim. Dört-beş gün hastanede yattım. Akciğerde bir şiş oluştu. Enjeksiyonla çekip aldılar. Bir on gün daha yattım. İğneler filan yapıldı. Üç ay rapor verdiler, İstanbul’a geldim.  Son bir ayı içinde Beşiktaş’la idmanlara çıkmaya başladım. Hatta Sandro Puppo beni bir Beykoz maçında oynattı. Sonra tekrar görev yaptığım köye döndüm.”

Baba Hakkı ve Andras Kutik (soldan ikinci) ile.
“Köyün hemen sırtında yüksek bir tepe vardı. Oraya çıkardım. Küçücük bir transistörlü radyom vardı. Aşağıda çekmezdi radyo. Beşiktaş’ın maçı olduğu zaman dağın tepesine çıkardım. Orada biraz çekerdi. Radyoyu kulağıma koyup Beşiktaş’ın maçını dinlerdim. Kondisyon çalışmalarına devam ederdim orada. Amcamın oğlu İstanbulsporlu Kel İhsan da benim köye aşağı yukarı bir günlük mesafede bir köyde görev yapıyordu. O devirde o bir günlük mesafeyi yürüyüp dağ bayır aşarak onu ziyarete gittim. O üç aylık rapor yüzünden görev sürem uzamıştı. Üçüncü sezon da askerde geçince Beşiktaş’taki yerimi kaybettim. En iyi zamanım askerde geçti. 1963’te askerden dönünce İhsan’ın vasıtasıyla İstanbulspor’da oynamaya başladım.”

“İstanbulspor’da iyi bir arkadaşlık ortamı vardı. Fakat farklı sahalarda çalışmak zorunda kalıyorduk. Geldiğim ilk sene idmanları Beylerbeyi’nde yapıyorduk. İkinci sene Eyüp sahasında yapmaya başladık. Kadıköy’den vapurla Karaköy’e geçiyordum, oradan otobüsle Eyüp’e gidiyordum. İkinci lige düştüğümüz sezon (1966-67) Ankara’da oynadığımız Hacettepe maçından sonra eve geldiğim anı hiç unutmam.  Tam bahçenin kapısından girdim, baktım evde bir matem havası var. Babam vefat etmiş. O sezon son maçı İstanbul’da Karşıyaka ile oynadık. Kazansak ligde kalacağız, berabere kaldık ve Karşıyaka’yla birlikte küme düştük. Aslında düşmememiz gereken iyi bir kadromuz vardı. Fakat düzenli olarak çalışacağımız bir sahamız bulunmayışının büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.”

İstanbulspor 1965-66 kadrosu. Ayaktakiler: Yılmaz, Güngör, Hasan, Celal, Yıldırım, İhsan.
Oturanlar: Yüksel, Günay, Nedim, Yasin, Bahattin.
“1968’den sonra İstanbulspor’da antrenör olarak göreve devam ettim ve rahmetli Ziya Taner’in yardımcılığını yaptım. Ben oynarken son sene Ziya Taner, başkan Ali Sohtorik’le konuşmuş ve ‘Bahattin’i yardımcım yapalım,’ demiş. Beni hemen antrenör kursuna gönderdiler. Onunla iki sene çalıştık. O gittikten sonra kısa bir dönem Basri Dirimlili’yle çalıştık. Daha sonra Arap Güngör diye bilinen Güngör Tetik’le birlikte takımı iki buçuk – üç sene biz idare ettik. Bir dönem İstanbulspor çok iyi bir takımdı. Bir sezon Fener’i, Galatasaray’ı, Beşiktaş’ı yenmiştik. Hatta Galatasaray’ı 3-0 yendiğimiz maç müthiş bir maçtı.”

Bahattin Baydar (sol başta), 1972'de Mersin'de düzenlenen antrenör kursunda,
İstanbulspor'da birlikte forma giydiği Güngör Tetik'le (soldan üçüncü).
“1983’e kadar İstanbulspor’da görev yaptım. Daha sonra Beşiktaş altyapısında görev aldım. Eski takım arkadaşlarımızla hep beraber toplanıyorduk. 1986’da Beşiktaşlı Eski Sporcular Derneğini kurduk. Süleyman Abi 1 numara, Nazmi Bilge 2 numaralı üyeydi; ben de 3 numaraydım. Süleyman Abi kulüpte bize bir oda vermişti. İngilizce bilmem ve A sınıfı teknik adam diplomam olması dolayısıyla Gordon Milne’in yardımcısı olarak görevlendirildim. Gordon Milne 1986’da İngiltere’den geldiği sırada ben takımı alıp Abant’a götürdüm. Ben bütün organizasyonu yapıp takımı kampa yerleştirdim ve iki üç gün çalıştırdım. Yöneticimiz Şan Öktem de arabayla kampa gelirken kaza geçirip hayatını kaybetti. Sadece antrenörlük değil organizasyonu da üstleniyordum. Sporcularla teknik direktör arasındaki iletişimi sağlıyordum. Gordon ilk iki sezonunda şampiyon yapamasa da, Süleyman Abi sporculuktan geldiği için takımdaki olumlu gidişatı görüyordu. Başkası olsa Gordon’u çoktan gönderirdi. Gordon’la fevkalade sıcak ilişkimiz hâlâ devam ediyor. Sık sık telefonla görüşüyoruz. Buraya geldiği zaman birlikte Marmaris’e gideriz. Denizde yüzmeyi çok sever.” 




Bilgisayarın henüz günlük yaşamımıza girmediği yıllarda Bahattin Baydar'ın elle tuttuğu istatistik ve notlardan iki örnek:




Gordon Milne ile yaklaşık yedi sezon boyunca birlikte çalışan Bahattin Baydar, bu süre içinde başta üç Türkiye Ligi ve bir Türkiye Kupası olmak üzere bir düzineden fazla kupanın kazanılmasında pay sahibi oldu. Milne ayrıldıktan sonra gelen Christoph Daum döneminde de görevini sürdürdü. Halen Beşiktaş kulübünün futbol öz kaynak düzeni idari menajeri olarak hizmet vermeye devam ediyor.
 
 
1970'li yıllarda Beşiktaş'ta futbol oynayan yardımcısı Suat Taştan ile.









11 Mayıs 2015 Pazartesi

İbrahim Yöney - Son Dinyakos Ustası

Üç yıl önce Dinyakos başlığı altında bu sayfalarda yazmaya başlayarak ellili, altmışlı senelerde bu ayakkabılarla toprak veya çamur sahalarda top koşturan futbolcuların hayat hikâyelerini yansıtmaya çalıştım. Zannediyorum artık unutulmaya yüz tutmuş olan Dinyakos isminin tekrar hatırlanmasına, genç kuşaklar tarafından öğrenilmesine küçük bir katkım oldu. Ne var ki, imal ettiği ayakkabılar futbolcular tarafından kendi adıyla anılan ve böylece adeta marka haline getirilen usta hakkında hemen hiç bilgi yoktu. İstanbul’un Rum sakinlerinden olan ustanın Tarlabaşı’ndaki dükkânını çıraklarına devredip Yunanistan’a göçtüğü ve Atina’da hayata veda ettiği biliniyordu. Eski futbolcular arasında yaptığım “soruşturmada” yetiştirdiği birkaç isimden de sadece İbrahim Yöney’in hayatta olduğunu öğrendim. Hâlihazırda Yalova’da yaşayan İbrahim Usta, hem ustası Dinyakos hakkında bildiklerini hem kendi hayat hikâyesini anlattı:


“1937 Bandırma doğumluyum. İki yaşındayken babam ölmüş. Dayımın yanında kalıyorduk Bandırma’da. Annem İstanbul’a gidelim dedi. Hacıhüsrev’e gelip yerleştik. Şimdi orası çok kötü ün yapmış durumda ama biz o zamanlar kapımız açık yatardık. Hiçbir hırsızlık olmazdı. Hayat şartları zorlayınca sekiz yaşında Dinyakos ustanın yanına çırak olarak girdim. İlkokulu da daha sonra dışarıdan bitirdim. Ustanın yanına önce Rahman Abi gelip ortak olmuştu. Bir ara Feriköy’de bek olarak oynamıştı.  O sonra İzmir’e yerleşti. Ardından hanımıyla birlikte Samsun’a gitti, orada vefat etti. Sonra Hüseyin Abi çırak olmuştu ustaya benden evvel. Sonra ben geldim. İngiliz sefaretinden hemen aşağı indin mi Ömer Hayyam yokuşunun altındaydı bizim dükkân. Aslında bizim dışımızda da futbol ayakkabısı yapan çok ayakkabıcı vardı. Eminönü’nde Şaban Topkanlı, Kemal Vardar, Mario Gabay, daha bir sürü dükkân vardı. Onların da kendi çapında kalfaları vardı ama en iyisi bizim ustaydı. Karagümrük’te Galon Turan vardı, sivil ayakkabı yapardı. Bizim usta ayakkabıların ıstampasını ona vermişti, o da kramponlu ayakkabı yapmaya başladı. Bizim yanımızdan çıkan kalfalar da vardı. Hepsi zamanla bıraktı, kimisi kadın ayakkabısına döndü. Bayrampaşa’da Pele Spor vardı. Hatta bazen ben yetiştiremezdim, onlara sipariş verirdim.”

İbrahim Yöney gençlik yıllarında
meşhur dükkânın önünde.
“Dinyakos ustanın esas adı Todori Korfiadis idi. Bildiğim kadarıyla ailesi Dino adasından geldiği için Dinyakos deniyormuş. 6-7 Eylül’den sonra pek çok Rum Yunanistan’a gitmişti. 60’lardaki Kıbrıs hadiseleri sırasında da kalanların büyük kısmı gitti. Usta da gitti o zaman. Atina’ya yerleşti ve aynı işi orada sürdürdü. Hatta bana oradan çivi yollardı. Gogo lakaplı oğlu da Beyoğluspor’da oynardı. Asıl ismi Yorgo’ydu. Dinyakos usta horoz dövüştürmeyi pek severdi.”

Dinyakos usta (çizgili kravatlı) bir düğünde kalfalarıyla birlikte.
“Çıraklığa önce yamuk çivileri düzelterek başladık. Sonra yavaş yavaş ayakkabı yapmaya da başladık. Usta burunları tuttururdu, sonra bize verirdi. Şöyle yapacaksın filan diye gösterirdi. O şekilde öğrendik bu işi. Beykoz kundura fabrikasına giderdik. Orada asker postalı yaparlardı. O imalattan artan parça köseleler olurdu. Onları çuvalla alıp dükkâna getirirdik. Sonra suda ıslatıp dizimizde döverdik.  Karaköy’de domuz sokağı vardı. Domuz yağı orada bulunurdu. Usta oraya yolları beni yağ almaya. Deriyi yumuşak tutardı. O zaman kramponları çivili yapıyorduk. Çivileri kerpetenle çekerdik, elimiz hep nasırlıydı. Kalıplarımız tahtadandı. Altına demir sac koyardık. Futbolcuların ölçülerini kâğıda çizerek alır, sonra deftere kaydederdim. Krampon kesip ayakkabıları çiviliyorduk. İki tane krampon topuğa takardık, iki tane de ortaya çivilerdik. En son bir de buruna takardık. Burun kramponları biraz daha kısa olması lazımdı. Çok uzun oldu mu zamanla ayakkabının ucunu kaldırırdı. Bir ayakkabının imalatı iki buçuk – üç saat sürerdi.”

Yıllar boyunca memleket futboluna
hizmet veren dükkân bu binanın
alt katında yer alıyor.
Bu sırada İbrahim Yöney’in eşi Nuray Hanım söze giriyor: “Bir avuç dolusu çiviyi ağızlarına atarlardı çalışırken. Ben de hep çıkar ağzından yutacaksın derdim.” İbrahim Usta gülerek cevap veriyor: “Bazen ağzımıza attığımız – özellikle 8 numara dediğimiz ufak çivileri yuttuğumuz olurdu. O zaman ekmek içi yerdik. Çivileri yurtdışından getirtirdik. Mesela futbolcular İtalya’ya giderken, ‘Bize çivi getir,’ derdik. Rum komşularımız vardı. Yunanistan’a giderken ‘Sana ne getireyim?’ diye sorardı, ‘Çivi getir,’ derdik. Bizim çiviler çapaklı olurdu. Ağzına attın mı yarısı yere dökülürdü. Mıknatısla toplayıp çapaklarını kırıp öyle kullanırdık.”

Yenişehir futbol takımı. İbrahim Yöney kalecinin hemen arkasında, solda.
İbrahim Yöney’in anlattıklarına ara verip eşi Nuray Hanıma dönüyoruz. Tanışmalarını, evliliklerini, Beyoğlu’ndaki Rum komşularını, tanığı oldukları 6-7 Eylül olaylarını anlatıyor: “Tanışalı neredeyse altmış sene oldu. Ben doğma büyüme Beyoğlu’luyum. Evlerimiz karşı karşıyaydı. Evlenmeden önce dört sene çıktık. İşlerin çokluğundan dolayı geceleri dükkânda yatardı. Ben de ona üşümesin diye battaniye atardım. ‘Annem görmesin, sabah erken getir,’ derdim. Rum komşularımızla çok iyi anlaşıyorduk. Geceleyin dükkânda çalışırdı, geç saatlerde tak tak çekiç sesleri yükselirdi dükkândan. Rum komşuları seslenirdi: ‘Kale İbrahim, çay getireyim sana.’ Hiç şikâyet etmezlerdi o seslerden. 6-7 Eylül olayları sırasında bir anda zengin olan bir sürü insan vardı. Kuyumcu mağazalarını yağmaladılar. Top top kumaşları kesip tramvayların arkasına bağlamışlardı. ‘Bu bize veresiye içki vermedi, bu bize pahalı mal sattı,’ diye bir sürü işyeri yağmalandı. Köşede Rum bakkal komşularımız vardı. Küçücük tuvalet pencereleri vardı, bizim bahçeye bakıyordu. Baba, anne, çocuklar – beş kişi korkup oradan girmişler. Dışarıda bir grup o ailenin evinin camlarına vuruyordu. Babamların evi tek katlıydı. Biz onlara seslendik, yapmayın yazıktır günahtır diye. Biz camdan dışarı bakarken o aile tuvaletin penceresinden atlayıp bahçeden içeri girip yatakların içine saklanmışlar. O gece onları sakladık. Biz Rumlardan hiçbir kötülük görmedik. Varlığı yokluğu beraber yaşadık.”


Yeniden İbrahim Yöney’e dönüyoruz. Gençliğinde Dolapdere semtinin takımı Yenişehir’de amatör olarak futbol oynamış. Askerliğini yaptığı sırada ise İstanbul Denizgücü’nde Şakir Kuruş, Fenerbahçeli Aydın Yelken, Galatasaraylı Tarık Kutver, İstanbulsporlu İbrahim Toker ve Yüksel Gözüpek ile birlikte forma giymiş. Askerlik bittikten sonra tekrar dükkâna dönüp bir dönem Türkiye’nin futbol tarihine damga vurmuş futbolculara ayakkabı yapmaya devam etmiş. Bugün bile hangi futbolcunun ayağının kaç numara olduğunu hatırlıyor: “En büyük ayaklı Beykozlu Ekerbiçer’di. Onun ayakları 46 numaraydı. En küçük ayaklılar Beşiktaşlı Şükrü ile Pire Rahmi ve Fenerli Mikro Mustafa’ydı. Onlar 37 numara giyerdi. Türkiye’nin her yanına ayakkabı yapardık. Adana’da meşhur topçular Muharrem Gülergin, Füze Selami, Kartal Yaşar’a yapardık. Coral vardı yine Adanalı, onun ayağı ufaktı, 38 numara giyerdi. Can Bartu’nun küçüklüğünü hatırlıyorum. Uzun bir palto giymişti, annesi getirmişti onu bizim dükkâna. ‘Usta bu spora meraklı, basketçi ama futbol da oynuyor. Buna bir ayakkabı yap,’ dedi.”

Yenişehir takımı. İbrahim Yöney ayakta sol başta.
İbrahim Yöney’in ilginç bir anısı da eski Beşiktaşlı futbolcu Kaya Köstepen’le ilgili: “Eskiden bankalar müşterileri arasında çekiliş yapıp ikramiye dağıtırdı. Spor Sergi Sarayındaki çekiliş için bir arkadaşım davetiye getirmişti. Nesrin Sipahi de sahneye çıkacaktı. Ben de gittim oraya. Çekilişte kazananlar anons ediliyordu, filancaya 50 bin lira diye. Birden Kaya Köstepen, Aydın Şubesi 100.000 lira diye bir anons yapıldı. İyi paraydı o zaman, dört tane daire alınırdı. En büyük transfer 50-60 bin liraydı. Hemen Akaretler’e, Beşiktaş kulübüne geldim. Kaya’nın evinin yerini öğrendim. Koşa koşa gittim, hemen haberi verdim. Hanımı, ‘Aman kardeşim böyle şaka yapma,’ dedi. Ben ısrar ediyorum, ikisi de inanmıyorlar. Ben bunu zar zor ikna ettim Spor Sergi’ye götürdüm. Onu hemen sahneye aldılar, orada anladı tabii durumu.”

Bir zamanlar kramponlu ayakkabı imal ettiği futbolcu dostları Lefter (solda) ve Kör Tuğrul (sağda).
İbrahim Yöney, “Top ayakkabısının ayağına tam oturması gerekir, biraz büyük oldu mu topa vurduğun zaman havalanır,” diyerek önemli bir ayrıntı veriyor. Nitekim birçok futbolcunun da dile getirdiği gibi Dinyakos ayakkabıların en büyük özelliği hafif oluşu ve ayağı çok iyi kavramasıymış. O yüzden hemen hemen bütün futbolcular Tarlabaşı’ndaki o küçücük dükkânda imal edilen bu ayakkabıları tercih ediyormuş. İbrahim Usta bu konuda şu örnekleri veriyor: “Metin Abi Palermo’da oynarken İtalya’ya bile ayakkabı göndermiştik. ‘Ben sizin ayakkabıyı giydiğim zaman ayağımda yok zannediyorum,’ derdi. Bursaspor’da oynayan Vahit bir gün Fransa’dan bir ayakkabı getirdi. ‘İbo bana aynı böyle bir ayakkabı yap,’ dedi. O Avrupa ayakkabısının dili süngerliydi. Biz deri koyardık. Biraz sonra benden falçata istedi. O güzelim ayakkabıyı parçaladı. Ne yaptın diye sordum. ‘Sen bunu boş ver. Senin ayakkabılardan yap bana,’ dedi.” Yoğun talebe karşılık elle imalat yapıldığı için bir futbolcunun iki üç ay sıra beklemesi kaçınılmaz oluyormuş. İbrahim Yöney acelesi olanların başvurduğu yöntemi şöyle anlatıyor: “O kadar beklemek istemeyenler gelirken ustaya hediye olarak bir şişe rakı getiriyordu. Usta da dükkânın bir köşesinde çeyiz sandığı gibi bir sandık vardı, orada saklardı rakıları.”

İbrahim Yöney Dinyakos ustadan devraldığı dükkanın önünde imalat
yaparken bir arkadaşıyla beraber.
İbrahim Yöney’in hayatındaki ilginç bir ayrıntı, bir dönem Beşiktaş kulübünün “kadrolu” ayakkabıcısı olarak görev yapması: “Ben Beşiktaş’ın ayakkabıcısıydım, sahada bulunurdum. Çivi çıktığı zaman hemen gider, müdahale ederdim. Ama tabii her kulübün ayakkabıcısı olmuyordu. O işe de Baba Hakkı’nın isteğiyle başladım. Baba Hakkı bir gün bizim ustaya, ‘Dinyakos şu çocuğu gönder de kramponları kulüpte yapsın,’ dedi. Bizim usta da ‘Olur vre pasam,’ dedi. 250 lirayla başladım ama çivisini, köselesini, yağını, kordonunu ben alıyordum. Hoş o zaman 1.000 lira istiyorum desem o parayı da vereceklerdi. Beşiktaş’ta yeni çalışmaya başladığım sıralarda bir gün Şeref Stadında işim bitmişti, çıplak ayakla kaleye şut çekiyordum. Tribünde idmanı seyreden Baba Hakkı Recep Adanır’a kim bu şut çeken demiş. Bizim ayakkabıcı demiş Recep Abi. Çalıştırsanıza bu adamı yahu demiş o da. Gençliğimde çok oynamıştım ama sonra ekmeğimizi kazanalım diye top oynamaya devam etmedik.”

Beşiktaşlı Lütfü ve Sabri Dino ile beraber.
“Gündüz Kılıç Beşiktaş’ta antrenörlüğe getirilmeden önce ben takımdan ayrılmıştım. Antrenörlüğe başladığı zaman Şeref Stadında bir teknik direktör odası, bir malzeme odası yaptırmıştı. Gelince beni sormuş. Bir gün Ömer Hayyam sokağa, bizim dükkâna gelmiş. Sokaktan çocuklar seslendi, ‘İbrahim Abi, birisi seni arıyor,’ diye. ‘Kimse yukarı gelsin,’ diye cevap verdim. Genelde futbolcular arabayla geçerken, ‘İbo bana bir ayakkabı!’ diye bağırırlardı. Hepsinin ölçüsünü bildiğim için tamam derdim, giderlerdi. Baktım kapıda Gündüz Abi belirdi. Hemen kalktım karşıladım. ‘Oğlum niye bıraktın Beşiktaş’ı?’ diye sordu. B takımın mesuliyeti de verilince iş yükümün çok arttığını söyledim. Gerçekten de idmanlardan sonra bütün ayakkabıları çuvala doldurup getiriyorlardı. Tam yirmi sekiz çift ayakkabı! Şimdiki gibi su yok. Peynir tenekesinin içine su doldurup onun içinde çamurlarını yıkamaya çalışıyorduk. Bir miktar alacağımı da bırakıp ayrılmıştım. Gündüz Abi, ‘Kaç para alacağın var?’ diye sordu. 1.500 lira deyince çıkarıp bana 2.000 lira verdi. ‘Bundan sonra senin aylığın 750 lira,’ dedi. Çok ince düşünceli bir insandı. Deplasmanlara gittiğimiz zaman önce beni ve malzemeciyi sofraya oturturdu.”

"Şu Beşiktaşlı futbolcuların ayaklarındakiler hep benim yaptığım ayakkabılardır,
bir tane Adidas yok kimsede."
“Beşiktaş’a Horst Buhtz diye bir hoca gelmişti. Bir gün Ankara deplasmanına gittik. Eşimin bir akrabası da ona tercümanlık yapıyordu. O zaman Adidas ayakkabılar gelmeye başlamıştı. Benim ayakkabıyı takımda beş-altı kişi giyiyordu.  Tercüman yanıma geldi, antrenör seni soruyor dedi. Gittik yanına. Akşam hava soğuk, buz tutmuştu. Sabahleyin de kar yağmaya başlamıştı. Bana hangi ayakkabıları giyelim diye sordu. ‘İki tane yedek futbolcu alıp sahaya gidin. Topu alıp birbirlerine çalım atsınlar, ayakta hangisi duruyorsa onun giydiği ayakkabıyla oynatın takımı,’ dedim. Adam bu söylediklerimi makul buldu. İki tane yedek oyuncu alıp stada gitti. Dönünce senin ayakkabılardan ver dedi. O gün Ankaragücü’nü 2-1 yendik. Maçtan sonra yemek yerken beni en başa oturtmuştu.”

70’li yıllarda artık yabancı markaların sahalarımızda görülmeye başlamasına rağmen Metin Kurt anılarında Dinyakos ayakkabılar için şunları söylüyor: “Bize 1-1 skorla biten Batı Almanya maçından önce eşantiyon olarak, o zamanlar dünya modası olan Adidas marka futbol ayakkabılarından birer çift firma tarafından hediye edilmişti. Bu jest aynı zamanda reklam ve promosyon içindi. Çoğumuz yeni ayakkabıları giydik. Maçın sonunda hepimizin ayakları yara içinde kaldı. (…) Ben de yeni ayakkabı giyenlerdendim. O günden sonra nefret ettim ve çok nadir Adidas marka futbol ayakkabısı giydim. Futbolu bırakana kadar bazı toprak sahalarda Adidas’ın dışında sürekli Dinyakos kullandım.”1


Metin Kurt ve kuşağı hâlâ Dinyakos giymekte diretse de endüstriyel sistemin gerekleri bu kendiliğinden oluşan markanın yavaş yavaş sonunu hazırlamış. İbrahim Usta’nın dediğine göre ilk darbeyi Adidas’ın mümessilliğini alan Emin Cankurtaran’ın şirketinin yasaklaması vurmuş. 1980’den sonra ithalatın serbest bırakılmasıyla piyasa iyice yabancı marka ayakkabıların egemenliği altına girmiş. Kulüpler artık oyuncuları için kendileri dışarıdan ayakkabı getirmeye başlamış. Bunun üzerine yerli plastik kramponların imalatı da çoğalınca el üretimi, bu rekabete dayanamamış. İbrahim Yöney 80’lerin ortasında dükkânı bırakıp Hora sismik araştırma gemisinde çalışmaya başlamış.

“Kırk dört yaşında sismik araştırma gemisine girdim çalışmaya. Gemide çalışırken de bir müddet eski işime devam ettim. Son zamanlarında Mehmet Ekşi’nin filan ayakkabılarını gemiye götürüp kramponlarını yapıyordum. On altı sene çalıştım Hora gemisinde. Askerde serdümen kursu görmüştüm ama yapmamıştım. Bir akrabam vasıtasıyla o gemide çalışmaya başladım. En son Rıza’lar filan oynadıktan sonra ayakkabı imalatını bıraktım.”


Onca yılın emeğinden geriye ne tahtadan yapılan ayakkabı kalıpları, ne futbolcuların ayak ölçülerinin kaydedildiği defterler kalmış. Dinyakos ismi, yağışlı havalarda balçık çamur, kuru havalarda zımpara gibi toprak sahaların çilesini çeken eski futbolcuların hafızasında kalan bir hoşluktan ibaret artık. Kösele krampon aşındıkça ayaklarına batan çivileri devre arasında soyunma odasında örsün üzerine koyup çekiçle çakarak düzelten futbolcuların bu yüzden Dinyakos ayakkabılardan yakındığını sanmayın sakın. Onlar bütün kabahatin kötü sahalarda olduğunu biliyorlar. İbrahim Yöney’in şu sözleri zannederiz duruma açıklık getiriyor: “Sahalar kötü olduğu için zamanla çiviler çıkıyordu meydana.  Fakat Beşiktaş Amerika turnesine gittiği zaman futbolcular bizim ayakkabılarla oynadı. Orada kaç tane maç yaptılar, sahalar çim olduğu için döndükleri zaman hepsinin kramponları sağlam duruyordu. Bizim yaptığımız kramponlar hiç olmazsa bir ay dayanırdı. Şimdiki ayakkabılar olsa bir futbolcu Şeref Stadında on çift eskitirdi onlardan.”


Son sözü büyük usta İslam Çupi’ye bırakalım. O, el emeğiyle üretilen bu ayakkabıların itibarını şu satırlarıyla teslim etmiş: “Hakkı Kaptan’dan şayet Dinyakos’tan yapılma bir top ayakkabısını eve götürme izni koparılırsa, payelerin en erişilmezine doğru uzardı futbolcu. Çünkü Hakkı Kaptan’ın bu imtiyazı, takımda devamlı oynamayı ve kesilmezliği anlatırdı.”2



1- Vecdi Çıracıoğlu, Gladyatör, Everest Yayınları, 2009, s. 116.
2- İslam Çupi, Milliyet 12 Mayıs 1992, s. 20.