21 Mart 2015 Cumartesi

Erol Topoyan - Adalet'in Yıldızı Küçük Erol

1950’li yıllarda futbol dünyamıza renk katan bir Adalet takımı vardı. Süreyya Paşa olarak ünlenen Süreyya İlmen’in kurduğu ve eşinin adını verdiği Adalet Mensucat şirketinin takımıydı Adalet kulübü. Başkanlığını Süreyya Paşa’nın oğlu Atıf İlmen’in yaptığı, 1946’da kurulan kulüp İstanbul 4. mahalli kümesinde başladığı serüveninde hızla tırmanarak 1952’de İstanbul Profesyonel Liginde oynamaya başlamıştı. Özellikle üç büyüklerin şöhretli oyuncularını bünyesinde toplayarak ses getiren kulüp, cazip ücretlerin yanı sıra oyuncularına transfer bedeli olarak birer dokuma tezgâhı veriyordu. Fabrikanın ustaları tarafından çalıştırılan bu tezgâhlarda ağırlıklı olarak battaniye dokunuyordu. Üç büyük kulüpten gelen oyuncuların dışında Adalet takımında forma giyen en ünlü yıldız Küçük Erol lakaplı Erol Topoyan’dı. Adalet’teki günlerinden önce çocukluk ve öğrencilik yıllarını şöyle anlatıyor:


“1936’da İstanbul’da, Fatih’te Karagümrük ile Malta arasında Atikali denilen semtte doğdum. İlkokulu Yavuz Sultan Selim’de, ortaokulu Gelenbevi’de okudum. Bu okul Fatih Camisi ile Küçükmustafapaşa arasındaydı. Çocukluğumuzda sokaklarda top oynardık. Babam kızardı top oynamama.  Babam kasaptı; beni kuyunun yanında yatırıp keseceğini söylemişti, hâlâ hatırlarım. O kadar kızmıştı yani. Babam Arnavutluk’taki Prizren’den gelmiş. Orada doğduğu köyün adı Topoyan, sonra bu ismi soyadı olarak seçmiş. Atatürk zamanında gelmişler buraya. Önce Beykoz’a yerleştirilmişler, sonra o Fatih’e gelmiş. Annemler de Yugoslavya’dan gelip Ayaspaşa’ya, Teknik Üniversite’nin karşısına yerleşmiş. Babamla orada tanışıp evlenmişler. Benim çocukluğumun büyük kısmı Ayaspaşa’da geçti. O zaman İstanbul’un en kalburüstü insanları orada otururdu. Benim dayım gazete bayisiydi, aboneleri vardı. Dayım bana, kardeşine ve yeğenine dağıtım için birer mahalle vermişti. Benim gazete dağıttığım mahallede Yapı Kredi Bankasının sahibi Kazım Taşkent otururdu. O sabah altı buçukta gazete beklerdi. Benim ilkokula gittiğimi bilirdi, bana bahşiş hazırlardı.”

7 Mayıs 1948 tarihli bu fotoğrafın arkasına şu satırlar yazılmış: "5'nci sınıfta
çıkardığım resim. Sınıfımızın futbol takımı."
Erol Topoyan sol başta oturuyor.
“Ortaokuldayken tatillerde Park Otel’de komilik yapardım. Komilere kat vermezler, garsonlara verirler ama ben lisan biliyorum diye o zaman bana kat vermişlerdi. Yahya Kemal’in kaldığı kata bakıyordum ben. Son zamanlarıydı, odadan zor çıkıyordu. Kollarına girip yürütürlerdi. Kahvaltısını, yemeğini hep odaya götürürdük. O zaman Park Otel’de çalışanların büyük kısmı gayrimüslimdi, aşağı yukarı yüzde onu Türk idi. İlk girdiğimde barda çalışıyordum. Mesela kahveyi alıyorum, fırtına gibi müşteriye götürüyorum. İsmini hiç unutmuyorum, Kevork isminde yaşlı bir şefimiz vardı. Canla başla çalışmam adamın dikkatini çekmiş. ‘Küçük, ben seni sigortalı yapayım,’ dedi. Sene 1952, sigorta daha yeni çıkmış. Kimse bilmiyor ki o zaman sigortayı. ‘3 kuruş senden keseceğim, 3 kuruş da ben vereceğim,’ dedi. Beni sigortalı yaptı. Seneler sonra Koç grubunda çalışırken bir gidip bakayım dedim. Unkapanı’nda SSK’ya gidip baktırdım. Görevli, ‘Sizin emekliliğiniz iki sene de geçmiş,’ dedi. 43 yaşında emekli oldum o Kevork sayesinde.”

Annesi (sol başta), halası ve kuzeniyle.
“Evimiz Çarşamba’daydı. Kırmızı Mektep’e 150 metre yakında oturuyorduk. Komşularımızın büyük kısmı Rum’du. Babamın kasap dükkânı vardı, müşteriler için bana veresiye defteri yazdırırdı. Madam Sofiya vardı, ‘Onu niye yazmıyoruz deftere?’ diye sordum bir gün. ‘O gününde getirir borcunu,’ demişti babam. Ben ortaokuldayken bize en yakın okul Darüşşafaka’ydı. Basketbol oynardım okuldayken ve iyi sıçrardım. Hatta sonraları futbol oynarken Beykoz’lu Ekerbiçer’le kafaya çıkardık. Basketbol idmanlarımızı Darüşşafaka’da yapardık. Mehmet Baturalp çok yakın arkadaşımdı.  Okulun önündeki asfalt bizim piyasamızdı. Fatih’e gider, Çarşamba’ya dönerdik. Gelenbevi Ortaokulu olarak Darüşşafaka Lisesi orta takımına iki sayıyla maçı kaybedip İstanbul ikincisi olmuştuk. O zaman Darüşşafaka’da Nedret, Hüdai, Batur oynuyordu.”

Gelenbevi Ortaokulu basketbol takımı. Erol Topoyan soldan ikinci.
“Liseyi de Sultanahmet Ticaret Lisesinde okudum. Orada İsmail Kurt ile beraber okuduk. İsmail o zaman Karagümrük’te oynuyordu. Ben de lisede okurken hem Adalet’in antrenmanlarına gidiyordum hem de okulun basketbol idmanlarına katılıyordum. Bizim okulun Beyoğlu Ticaret Lisesiyle önemli bir futbol maçı vardı. İsmail Kurt, beden eğitimi hocamız Ziya Balkanlı’ya benim için, ‘Hocam bu basketbolcu değil, çok iyi futbolcudur,’ dedi. Hocamız, ‘Beyoğlu’nun hocası Celal benim can düşmanım gibidir. Fenerbahçe Stadında onlarla hayati bir maçımız var,’ dedi. ‘O maçı kazandır, sen sonraki senelerini düşünme,’ dedi bana. O maçta üç gol attım, 5-2 kazandık maçı. Yıllar sonra, 1970’lerde Yalova’da bir yazlık almıştım. Hocamız da orada öğretmenler sitesinde oturuyordu. Bir baktım, hocam beni kapıda bekliyor. İşte o maçtan sonra futbol ağır bastı. Ardından genç milli takıma seçildim, oynadım. Okula döndüm kasıla kasıla. Basketbol hocamız futbolu sevmezdi, hiç yüzüme bakmadı. Neredeyse bütün İstanbul Erol diye yıkılıyordu, o hiç yüz vermedi.”

1953'te Belçika'da yapılan dünya şampiyonasına katılan genç milli takım.
Ayaktakiler (soldan): Seyfi Talay, Nihat, Erol Topoyan, Yüksel, Kahraman,
Fikri Elma, Coşkun Taş, Akgün, Vedat. Sağ başta oturan Necdet.
Sol başta menajer Fahri Somer, ? , Metin Erman, Cihat Arman.
Basketbolla ilgili unutamadığı bir anısı var Erol Topoyan’ın. Gerçekten öyle ilginç bir olay ki bunu kimsenin unutabileceğini sanmıyoruz. Şöyle anlatıyor o anısını: “Çocukluğumun Ayaspaşa’da geçtiği yıllarda vaktimin büyük bölümünü İTÜ spor salonunda geçirirdim. (Bu salon İTÜ’nün Gümüşsuyu binasındadır.) Biz orada top toplardık. Sabahtan akşama kadar potaya şut atardık. Basketçiliğim oradan kaynaklanır. Birkaç yıl önce Darüşşafaka’nın bir maçında Yalçın Granit’le tanıştık. O günlerden bahsettim. ‘O yıllara ait bir anınız var mı?’ diye sordu. Ben de anlattım. Serbest atış şampiyonası yapıyorlardı o zaman İTÜ salonunda. O salonun malzemecisi Halim vardı. Serbest atış şampiyonluğunu o kazanmıştı. Bu anımı anlatınca Yalçın Granit çok şaşırmıştı bu olayı hatırladığıma. Malzemeci Halim bütün milli takım oyuncularını geride bırakmıştı.”

“1950-51 sezonunda Yavuz Sultan Selim’de forma giymeye başladım. Takım o zaman İstanbul 4.  mahalli kümede oynuyordu. Babam yaşında futbolcularla birlikte oynuyordum. Kulüpte o zaman geleceğin meşhurları vardı. Kalecimiz Metin Türel’di, santrhafımız Güngör Tetik’ti (sonradan İstanbulspor’da ve Adalet’te oynayan Arap Güngör). Ben daha Yavuz Sultan Selim takımında oynarken Fahri Somer beni keşfetmiş. Adalet kulübü bana harçlık veriyordu. Benim oynadığım sene 3. Kümeye geçtik. Sonradan Adalet kalecisi olan Ömer de Bozkurt takımında oynuyordu. Biz birinci olduk, Bozkurt ikinci oldu. İki takım üst kümeye çıktık. Hatta Eyüp sahasında oynayacağımız şampiyonluk maçından önce top oynamama kızan babam beni evin tuvaletine kilitlemişti. Kulübün yöneticileri beni camdan kaçırdılar da maça öyle çıktım. O sene Fahri Somer beni Adalet’e aldı.”

Yavuz Sultan Selim takımında birlikte oynayan Metin Türel (sol tarafta,
ortada) ve Erol Topoyan arkadaşlarıyla bir yemekte. O sırada Vefa'da
oynayan Özcan Arkoç da onlara eşlik ediyor.
1951-52 sezonundan itibaren Adalet kulübü forması giymeye başlayan Erol Topoyan ilk sezonunda daha çok özel maçlarda forma giymiş. Bir sonraki sezon takım İstanbul Profesyonel Ligine çıkmayı başarırken kendisi de lig maçlarında daha çok forma giymeye başlamış. O sezon takıma katılan Fenerbahçe’nin ünlü futbolcusu Erol Keskin yaşça büyük olduğundan Büyük Erol adını almış. Böylece Erol Topoyan da Küçük Erol adıyla anılmaya başlamış ve bu isimle ünlenmiş. O sene hayatındaki bir diğer önemli olay genç milli takıma seçilmesi olmuş. Cihat Arman’ın çalıştırdığı gençler önce 1953’te Belçika’da yapılan turnuvaya katılmış ve burada dünya üçüncülüğünü kazanmış. Ertesi sene Almanya’da yapılan turnuvada yine yarı finale kadar çıkıp dünya dördüncüsü olmuşlar. Almanya’daki turnuvada Erol Topoyan takım kaptanlığını üstlenmiş.

1954'te Almanya'da yapılan turnuvada Almanya ile oynanan yarı final maçı
öncesi kaptanlar Erol Topoyan ve Uwe Seeler yazı tura atışında.
Genç milli takımla kazandığı başarılardan sonra Adalet takımında da daha fazla forma giymeye başlamış. “1953’te genç milli takıma seçildim. Öyle olunca taliplerim arttı ama 1954’te Adalet’te profesyonel oldum. O zaman bana 20 bin lira değerinde dokuma tezgâhı verdiler. Başında ustalar dururdu. Büyük Erol’un, Selahattin’in, Burhan’ın birkaç tane tezgâhı vardı. Genellikle battaniye dokunurdu bu tezgâhlarda. 1954’te profesyonel olduğum zaman babam her şeyini kaybetmişti. Ben onu tekrar tüccar yaptım ve mezbahaya soktum.  O zamanın parasıyla 5 bin lira vermiştim. O günler için çok büyük paraydı.” Birkaç sene sonra kulübünün bir faydası daha olmuş babasına. Bu olayı da şöyle anlatıyor: “Ben askerdeyken babam Çağlayan’daki evimizi yaptığı sırada ciğerlerini üşütmüştü. O zaman bir tek Süreyyapaşa sanatoryumu vardı modern olarak. Fakat orası sigortalıdan başka hasta almıyordu. Erdem Bey’e babamın hastalığını bildirdim. ‘Doktora söyleyelim muayene etsin, işe alalım,’ dedi. Doktor muayenesi olmadan işe alınmıyordu kimse. Babamı o şekilde işe aldılar ve ertesi gün sanatoryuma yatırdılar. Orada çok iyi tedavi gördü. Yaklaşık beş ay yattı ve yüzüne kan geldi.”

Biraz da Adalet kulübünde oynayan isimlerden bahsetmesini istediğimizde şunları hatırlıyor: “Halil Abi (Küçük Halil olarak tanınan eski Fenerbahçeli Halil Özyazıcı) hem antrenör hem oyuncuydu. Ben oynayayım diye kendisini takımdan çıkarmıştı. Öyle mükemmel bir insandı. Ondan sonra Szekelly ve daha birçok yabancı hoca geldi ama Halil Abi başkaydı. Kültür seviyesi yüksek bir insandı. Marangozluğu da vardı. Kulübün tepesinde battaniyelerle ilgili bir atölye vardı. Orada benim evime mobilya yapmıştı. O yüzden top uzakta bir yere bile gidiyorsa, ben ona kafa vurmak için oraya uçardım. Hep verici bir insandı. Cebinde 10 lirası bile olsa bir yere gidildiği zaman parayı o öderdi. Selahattin (Torkal) Abi santrhafın arkasına 50-60 metre top atardı, adeta servis yapardı. Topa vurduğu zaman hiç gerilmezdi. Galatasaray maçlarından önce Halil hocamız, ‘Coşkun’a topu vurdurmayacaksın. Coşkun’a bırakırsan topu İsfendiyar’a verir, o Metin’e ortalar, Metin de gol atar,’ derdi. Kulübün menajerliğini yapan Fahri Somer bizim muhitin adamıydı, Çarşambalıydı. İstiklal Caddesinde, Abdullah Lokantasının yanında parfümeri mağazası vardı. Genç futbolcuları keşfeden insanlardan biriydi. O yıllardan önemli bir isim de Oscar adlı Arjantinli oyuncuydu. Oscar çok terbiyeli, dürüst bir adamdı. Konsolosluk görevlisiydi. Buradan İran’a gitmişti. Ordu milli takımıyla İran’a gittiğimde gördüm onu. Oscar toplara çok sert vururdu. Bir maçta topa ceza sahasının dışından vurmuştu. Top kale içindeki demire çarpıp geri geldi. Hakem gol olduğunu fark etmemişti. Uyarılar üzerine golü verdi.”

Adalet takımı. Ayaktakiler (soldan): Ayhan, Ömer, Oscar, Gökçen, Selahattin Torkal, Ahmet Karlıklı, Erol Keskin.
Oturanlar: Erol Topoyan, Turhan, Cahit Candan, Salim Cavunt.
Kendisinin oynadığı mevkileri ve oyun tarzını sorduğumuzda fazla konuşmuyor Erol Topoyan: “Ben sol iç ve sol haf oynardım,” demekle yetiniyor. “Halil Abi bana, ‘Üç tane pozisyona gir, bir tanesini at,’ derdi. Ben de elimden geleni yapardım,” diye ekliyor. Burada bir dönem birlikte forma giydikleri arkadaşı Celal Soydan söze giriyor: “Türkiye’de ilk duvar pasını yapan Adaletli Erol ile Salim’dir. Ama ayağı gerçekten duvar gibiydi. Topu duvar gibi çarptırır, alır giderdi. Erol topu aldığı zaman hedefi direkt kaleydi.” 1953 Nisan’ında Adana takımlarıyla özel maçlar yapan Adalet oyuncularıyla ilgili ayrıntılı bir analiz hazırlayan Adana’nın Bugün gazetesi Erol Topoyan için şu satırları yazmış: “K. Erol 15 yaşına rağmen bu küçük ve yaman delikanlı, dünkü oyunuyla futbolun bütün tekniğini şahsında topladığını göstermiştir. O ne kıvrak oyun, o ne deplasman, o ne ölçülü paslardı yarabbi. Bu istidatlı futbolcunun ilerisi için bir afet olacağını söyleyebiliriz.”

Erol Topoyan Arap Güngör olarak
bilinen Güngör Tetik ile.
İstanbul Profesyonel Liginde genellikle orta sıralarda yer alan Adalet takımının en başarılı dönemi 1954-55 sezonu olmuş. O sezon ligi dördüncü sırada bitirdikten sonra Mayıs ayında düzenlenen Atatürk Kupasını kazanmışlar. Milli Türk Talebe Birliği’nin İstanbul Üniversitesi bahçesine yapılacak Atatürk anıtına gelir sağlamak amacıyla düzenlediği bu kupaya Adalet’ten başka Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray ve Vefa takımları katılmış. Fenerbahçe’ye yenilip Vefa ve Beşiktaş’ı yenen Adalet, son maçında Galatasaray’ı 3-1 yenip kupayı kazanırken K. Erol da bir gol atmış. Maçtan sonra futbolcular iki metre yüksekliğindeki kupayı bir sedyeye koyarak stat dışına çıkarmışlar ve kulübe ismini veren Adalet İlmen’in evine götürmüşler. “Kulübün idarecileri esasen Süreyya İlmen’in torunlarıydı. Adalet İlmen de Süreyya Paşa’nın eşiydi. Atatürk Kupasını kazanınca bizi Adalet Hanım’a götürdüler. Yazlık evi Maltepe’de Süreyya Plajının yanındaydı. Halil Abi bizi gemiyle götürdü onun evine. Bütün Maltepe, hatta sanatoryumun olduğu arazi de dahil hep İlmen ailesinindi. Adalet Hanım futboldan anlamazdı ama gazeteleri okuyordu tabii, radyoda hep adı geçiyordu; mensucat fabrikası da, kulüp de onun adını taşıyordu çünkü. Atatürk Kupası kulüpte duruyordu ama kulüp kapandıktan sonra ne oldu bilmiyorum.”

Atatürk Kupasını kazanan Adalet kadrosu. Ayaktakiler: Fahri, Selahattin, Halil Özyazıcı, Erol Keskin, Turhan,
Cahit Candan, Ahmet Karlıklı. Oturanlar: Erol Topoyan, Salim, Ömer, Ayhan, Necmi. 
Erol Topoyan futbol hayatının belki en parlak dönemine daha yeni girdiği sırada, ordu milli takımında oynarken ağır bir sakatlık geçirmiş ve ondan sonra bir daha eski performansını sergileyememiş. Askere gidişi öncesinden başlayarak bütün o süreci şöyle anlatıyor: “Maçlar idmanlar derken bir süre sonra tezgâhın başında koşturamadığım için 1955’te satıp Desoto marka bir taksi aldım. 1956’da askere gitmem icap edince 31 bin liraya sattım taksiyi. O taksinin parasıyla uzun bir süre Çağlayan’da oturduğumuz evin yerini almıştım. Askerdeyken önce Ankara Mamak’ta iki ay kaldım. Sonra Tuzla’ya tayin oldum. Orada çok kalmadan Harbiye’ye geldim. 1’nci Ordu karargâhı o zaman oradaydı. Orada Şeref Has, Metin Oktay, Beşiktaşlı Coşkun Taş, Metin Erman, santrhaf Özcan hep birlikte askerlik yaptık. Ordu milli takımını Metin’in ağabeyi Sabahattin Erman çalıştırıyordu. Benim zamanımda binbaşıydı. 1957’de İran’a gittik onunla. Orada sakatlandım ben. Emcediye Stadında oynuyorduk. Yere düştüm, gözlerimde bir anda benden kısa bir süre önce menisküsten sakatlanan Ergun Öztuna belirdi. Yaşım daha 21, hayat bitti. O zaman menisküs ameliyatları İtalya’da yapılıyor. Ama şimdiki gibi değil ki – gündüz sakatlan, akşama kalk İtalya’ya git. Yurtdışına çıkabilmem için Türkiye’de tedavisi mümkün değildir diye kâğıt verdiler. O zaman Ali Uras bana, ‘Seni burada ben ameliyat edeyim,’ dedi. Ali Uras o zaman daha genç bir doktordu. Neticede ben İtalya’da ameliyat oldum. Döndükten sonra oynadım ama idare ettim durumu.”

Soldaki fotoğrafta Adalet İlmen, sağdaki fotoğrafta iki metrelik Atatürk Kupasını taşıyan Adaletli futbolcular görülüyor.
                                                                                                                                                                                          (Tercüman) 
Durumu idare edecek kadar oynasa da kulübün yöneticileri ondan ümidi kesmemişler. Fahri Somer’in iddialı bir kadro kuran Karagümrük’e gitmesinin ardından menajerliğe getirilen Arap Sadri lakaplı ünlü Beşiktaşlı yönetici Sadri Usuoğlu da onun sakatlığına rağmen oynamasında ısrar etmiş. “İstanbul Profesyonel Liginin son sezonuydu (1958-59). Takımın durumu pek parlak değil. Az maçımız kalmış. İkisi Beşiktaş ve Beyoğluspor ile, diğerlerini hatırlamıyorum. Beni çağırdılar. Ben de sezon bitiyor, yaz gelecek, ayağımı iyice kuvvetlendireceğim düşüncesi içindeyim. Arap Sadri bana, ‘Biliyorsun bu hafta Beşiktaş maçımız var, bu hafta oynayacaksın,’ dedi. Ben durumumu söyledim, kabul etmedi. ‘Sakatlanırsan, tekrar Avrupa’ya göndereceğiz,’ dedi. ‘Ben Beşiktaş’tayken benim ocağımı çok söndürdün,’ dedi. Beşiktaş o sene Real Madrid maçında tarih yazmıştı, o kadar iyiydi. Yağışlı bir havada çıktık Beşiktaş maçına. Sağdan Turan bir orta yaptı. Kamil ıska geçince top önüme geldi. Bir patlattım gol oldu, 1-0 oyun bitti. Arap Sadri beni odasına çağırdı tekrar, ‘Bak sana söylemedim mi,’ dedi.”

Adalet'in üç Erol'u: sol başta Erol III, ortada B. Erol,
sağda K. Erol.
Uzun zamandır üzerinde konuşulduğu halde bir türlü gerçekleşmeyen, hatta 1940’lı yıllarda Milli Küme maçlarıyla bir tür provası yapılan ulusal düzeydeki lig nihayet 1959 Şubat’ında Milli Lig adıyla hayata geçmiş ve Adalet takımı da bu organizasyonun “kurucu” takımları arasında yer almış. Ne var ki futbol tarihimize büyük renk katan bu kulübün Milli Ligdeki ömrü sadece iki sezon sürmüş ve 1959-60 sezonunda İstanbul Mahalli Ligine düşmüş. Adalet Mensucat şirketinin işlerinin bozulmaya başlamasıyla birlikte kulüp de bir daha eski parlak günlerine dönememiş. Ertesi yıl, 1960-61 sezonunda Ankara’nın PTT takımında forma giymiş Erol Topoyan. Yavuz Sultan Selim kulübünden arkadaşı Metin Türel bu transferde rol oynamış. “Bir sene PTT’de oynadım. Metin Türel oraya gitmişti. Beni de oraya aldırdı. Oynadım ve gol de attım ama eskisi gibi değildim. İdare edecek adam değildim. O yüzden o sezonun sonunda futbolu bıraktım.”

Bir iş seyahati sırasında Samsunspor
kulübü başkanı Yılmaz Ulusoy ile.
Böylece çok erken bir yaşta başlayan futbol hayatı, çok erken denebilecek bir yaşta, 25 yaşındayken sona ermiş. Ardından yoğun bir çalışma hayatı başlamış: “1961’de futbolu bıraktıktan sonra Mobil takımında futbol oynadım. O zamanlar müesseseler arası futbol turnuvaları yapılırdı. Takımda oynarken o sırada beni şirkete aldılar. Bir sene Mobil’de çalıştım. 1962’de Koç grubuna girdim. Uniroyal lastik şirketinde bölge müdürü olarak çalıştım. İşim gereği devamlı geziyordum. Türkiye’nin bilmediğim hiçbir yeri,  tanımadığım insanı kalmadı. Türkiye’de olmayacak bir iş olduğu zaman Vehbi Bey ve Bernar Nahum beni çağırırdı. Bernar Nahum benim babam gibiydi, nur içinde yatsın. 1979’da Koç grubundan emekli oldum. Çağlayan’da yerlerim vardı. Orada bayilik açtım. 2007’de çalışma hayatını bıraktım.”


Çocukluk yıllarında evi Darüşşafaka’nın çok yakınında olan Erol Topoyan’ın yolu yıllar sonra yine Darüşşafaka’yla, bu kez Maslak’taki yeni yerinde kesişmiş: “O zaman da Darüşşafaka’ya yakındım, şimdi de yeni yerine yakınım. Evim yeni okulun 150 metre arkasında, Gazeteciler Sitesinde.” Çalışma hayatını birkaç yıl önce bırakmakla birlikte sporu bırakmamış, her gün düzenli olarak yürüyüş yapıyor. Bir oğlu ve bir kızından üç torunu olan Erol Topoyan eşiyle birlikte Gazeteciler Sitesindeki evinde huzurlu bir hayat sürüyor.


Bir dönem Adalet'te birlikte forma giyen iki arkadaş, Celal
Soydan (solda) ve Erol Topoyan geçmişin izini araştırıyorlar.



   












9 Mart 2015 Pazartesi

Yaşar Tunçses - İzmir'in Milli Amigosu Sarı Yaşar

Kısa süren bir futbolculuk hayatı da olmakla birlikte, özellikle İzmir futbol camiasında Sarı Yaşar namıyla ünlenmiş bir amigodur Yaşar Tunçses. Esasen Altınordulu olmakla birlikte, yeri geldiğinde Ülküspor ve Yeşilova dahil birçok İzmir takımına da amigoluk yapmıştır. Yetmişli yıllarda Atatürk Stadının açılmasıyla birlikte milli maçlar devamlı olarak İzmir’de oynanmaya başlayınca “milli amigoluğu” da üstlenmiştir. Kendisiyle eski günleri konuşmak için evinde buluşup daha sonra Altınordu kulübünün Yeşilyurt semtindeki tesislerine gittik. Taksi şoföründen esnafına, tesislerde görev yapan eski futbolculardan (ki bunların arasında o sırada kaleci akademisin başında bulunan Datcu da vardı) çalışanlara kadar herkesin büyük bir hürmet gösterdiği Yaşar Tunçses gençlik yıllarını şöyle anlatıyor:

“1933’te İzmir’de doğdum. Doğduğum semt Mezarlıkbaşı’na yakın Keçeciler’di. Altınorduluyuz çünkü muhitimiz Tilkilik bizim. 1940’ların başında mahallede top oynardık. Muhitimizden geçen bir abimiz vardı, göğsünde hep Altınordu rozeti takılı olurdu. Hep o abiyi hayranlıkla seyrederdim. Sonradan öğrendim ki bizim futbolcumuzmuş. İlk Altınordu sevgimiz öyle başladı. Zamanla Altınordu genç takımında oynamaya başladım. Sağ bek ve sol bek oynardım. O zaman bütün ailem İstanbul’daydı. Eniştem rejisördü, ismi Nuri Genç. Annem de babamdan ayrılmıştı. Hepsi oraya gittiler. Epey sıkıntılı günler geçirdim. Altınordu takımındayken futbolcu olarak Uşak şeker fabrikasına gittim. Bizim Efe Tahir diye bir kalecimiz vardı, İstanbulluydu. Allah – ne kaleciydi. İstanbul’da Adalet takımında oynardı. Bir de Eşek Ziya vardı, onlar Altınordu’ya gelmişlerdi. Sonra Altınordu’dan giderken, ‘Gel Yaşar seni de götürelim,’ dediler.”



“Böylece 1953-54 senelerinde bir müddet Uşak Şekerspor’da oynadım. Oraya gitmemin sebebi iyi maaş vermeleriydi. Bütün futbolcuları bir yere veriyorlardı, beni de elektrik atölyesine vermişlerdi. Ben 7,5 lira gündelik alıyordum, benim ustam 6,5 lira alıyordu. İzmirspor kalecisi Seyfi Talay’ın abisi Selahattin vardı. İkisi de rahmetli oldular. Selahattin Abi de oradaydı. Çok efendi, iyi bir insandı. Sol bek oynardı, müthiş bir futbolcuydu. İzmirspor’da da oynamıştı ama para vermiyorlardı. Parasızlıktan mecburen kimimiz Uşak’a, kimimiz Konya’ya hep müessese kulüplerine giderdik.  Uşak’a gitmeden önce Altınordu genç takımında iken bir defa A takımında oynattılar beni. Altınordu-Karagücü lig maçıydı. Formayı giydiğim zaman bu ben miyim diye heyecandan ağladım. O maçta kalede Tahir Abi vardı. Eşek Ziya da oynamıştı. İşte onlar beni götürdü.”

Yaşar Tunçses ya da bütün İzmir'in onu tanıdığı adıyla Sarı Yaşar, 1950'lerin başında İzmir Genç Karması takımında
(ayakta sağdan dördüncü). Ogün Altıparmak oturanlar arasında soldan üçüncü sırada. Göztepe ve Beşiktaş'ta oynayan
Önder Sapanlı (Sarı Önder) ayakta soldan üçüncü futbolcu.
“Uşak’tayken İzmir genç karmasına çağırdılar beni. Karmayı Sait Altınordu çalıştırıyordu. Genç karma için çağrıldıktan sonra Uşak’a dönmedim bir daha. O sırada Altınordu iyi transferler yapıyordu. Beni de görüşmeye çağırdılar ama bir takım elbise dışında para veremeyeceklerini söylediler. O zaman Egespor’a transfer oldum. Karşıyaka takımıydı Egespor, renkleri sarı-kırmızıydı. Aradan bir iki ay geçti, ligler başladı. Altınordu-Egespor maçı oynanacaktı. Altınordulu olduğumu herkes biliyor. Altınordu, Bandırma veya Susurluk taraflarından Panter Burhan diye bir kaleci almıştı. Görseniz korkardınız iriyarı biriydi. Bizim takımda Naci Abi vardı, rahmetli oldu. Saha komiserliği de yapmıştı. Bir baktım, Naci Abi kaçıyor. Önüne doğru attım topu, Naci Abi bir çaktı, gol oldu. 1-0 kazandık o maçı. Fakat sonra Egespor vaat edilen parayı vermedi. Bunun üzerine ben de ayrılıp bir müddet amatör takımlarda oynadım.”

Yaşar Tunçses futbola erken yaşlarda veda ettikten sonra geçimini sağlamak için büfecilik yapmış. “Şimdi Mezarlıkbaşı’nda bulunan otoparkı geçer geçmez sol tarafta Lale Sineması vardı. Orada büfe işlettim.” Sohbete eski yıllardan devam ediyoruz. O yıllarda unutamadığı bir olay efsanevi Macar milli takımını İzmir’de seyretmesi olmuş: “Macarlar 1956’da Türkiye’ye geldiği zaman İzmir karmasıyla da iki maç yapmıştı. Genç karmada oynadığımız için bize de birer davetiye verdiler. Puşkaş vardı. Santrfor Toth vardı, müthiş bir adamdı. Onları Sait Abi’nin büfesinin içinde görmüştüm. Etrafta müthiş bir kalabalık vardı, İzmir halkı maça adeta hücum etti. İki maç yaptı Macarlar, bir tanesi 10-1 gibi farklı bir skorla bitti.”


Geçmiş yıllarda İzmir’de tribünlerin yapısının nasıl olduğunu sorduğumuzda, günümüzde artık sıradan vaka haline gelen küfürlü tezahüratların, organize kavgaların o zamanlar bilinmediğini söylüyor öncelikle ve enteresan bir Karşıyaka amigosunu örnek veriyor: “Alsancak Stadının yanında eskiden Şark Sanayi vardı. Ellili senelerin ortalarında orada çalışan Alaybeyli birisi vardı. İsmini hatırlamıyorum ama lakabı “İdare” idi. İçkili gelirdi sahaya. Geldiği zaman yalpalayarak, ‘Ruhum Karşıyaka, kalbim Göztepe,’ derdi. Herkes alkışlardı adamı. Tribün yıkılırdı alkıştan. Bugün iki camia birbirini yiyor. Eskiden kapıdan kapalı tribüne girer girmez ilk kısım Altaylılarındı. Kapıdan girince hemen Sait Abi’nin büfesi vardı. Biraz daha gidince Altınordu, ondan sonra İzmirspor, ondan sonra Göztepe kısmı gelirdi. Göztepe’nin o zaman bugünkü gibi fazla seyircisi yoktu. En kalabalık seyirci bizdeydi (Altınordu). Hele ikinci ligde yükselme maçlarını oynadığımızda bütün stat dolardı bizim taraftarla.”

Sarı Yaşar’ın amigoluk hayatı da işte bu sırada başlamış. Hikâyesini şöyle anlatıyor: “Altınordu’nun ikinci lige düştüğü sezon (1965-66) Alsancak Stadında Bursaspor maçına gitmiştim. Altınordu ve Bursaspor birinci lige çıkmak için sekizler denen gruba kalmıştı. O zaman amatör sporcuların da serbest giriş kartı vardı. Bütün maçlara gidiyordum. Açık tribüne girmiştim o maçta. Karşıdaki Bursa tribünlerinin durumu benim çok gücüme gitmişti. Hep birlikte kalkıyorlar, tezahürat filan yapıyorlardı. Bizim tribünde bunu yapan hiç kimse yoktu. Serbest giriş kartım olduğu için karşı tribüne gitmeye karar verdim. Hatta Bomba Orhan diye bir arkadaşım vardı, o tarafa gideceğimi söyledim ona. ‘Gitme yahu, döverler,’ dedi. ‘Burası benim memleketim yahu, kim dövecek?’ dedim, gittim nitekim karşı tribüne. Balkon kısmında bizim Altınordulu seyirciler vardı. İşte balkona gidip o korkuluğun kenarına çıktım. O kenarda bir karış genişliğinde bir mesafe vardı, ben orada yürüyordum. Orada tezahürat yaptırmaya başladım. İşte amigoluk öylece kaldı bize. Sonra Eskişehir maçı oynandı deplasmanda. Oraya gittik, orada yaptık biraz.”


“O Bursaspor maçıyla ilgili enteresan bir de anım var. Maçtan bir gün evvel bizim arkadaşlar Fuar’a gitmişler. Yalvarmışlar yakarmışlar, Zeki Müren’in büyük bir posterini almışlar. Onu bana getirdiler. Maç esnasında posteri kaldırıp Bursalı seyircilere gösterdim. Bizimkiler de tezahürata başladı: Zekiii –  Müreeen diye. Aradan yıllar geçti, hanımla beraber Bodrum’daydık. Bizde bir dönem başkanlık yapan Mustafa Irmak da vardı yanımızda. Zeki Müren’le beraber oturduk, masaları birleştirdik. Laf lafı açtı. Mustafa Irmak bu olayı anlatınca, Zeki Müren de gülmekten yerlere yattı. ‘Demek reklamımı yaptın ha?’ dedi.”


“Aradan zaman geçti. İzmir’de Altınordu-Eskişehir maçı vardı. Birinci lige çıkmak için muhakkak yenmemiz lazımdı. Ben yine balkondaki yerime çıktım. Bazen resimlerime bakarım. Baktıkça o halime bugün bile korkarım nasıl durmuşum orada diye. O maça kırk davul, kırk zurna getirdim. Açık tribüne bir işaret yapıyordum, orası başlıyordu tezahürata. Sonra benim olduğum tribün başlıyordu. Hakem bir ara durdurdu maçı. Yanımıza geldiler. ‘Devam ederseniz hakem maçı tatil edecek,’ dediler. ‘Benim yapacak bir şeyim yok, seyirci bağırıyor,’ dedim. Velhasıl o gün Eskişehir’i 4-0 yendik.”

Sarı Yaşar seyirciye yaptırdığı en meşhur tezahürat olan “Bir Baba Hindi”nin nasıl doğduğunu şöyle anlatıyor: “Sait Abi’ye ellili senelerde yılbaşına yakın bir maçta, bir taraftar hindi hediye etmişti. Biz de o sırada ‘Şu hindiye bak, ne baba hindi,’ filan diye konuştuk. Bir baba hindi – Olaydı şimdi – Pilavla zerde – Kaşıkları bende şeklindeki o meşhur tezahürat öyle doğdu. Ben bunları söyledikçe seyirci de arada ‘Hey Allah!’ diye bağırırdı.”


Söz Sait Altınordu’dan açılınca onunla ilgili hatırladıklarını anlatmasını rica ediyoruz. Öncelikle onun büyük bir futbolcu olduğunu vurguluyor: “Sait Abi’nin oynadığı yıllarda seyirciler ilk golü, ilk korneri Sait mi atacak, başkası mı atacak diye iddiaya girerdi. O kadar iyi bir futbolcuydu. Fakat neredeyse kırk beş yaşına kadar oynamasına rağmen doğru dürüst para kazanamamıştı futboldan. Yıllar sonra, Türkiye-Polonya maçından iki gün önce milli takım oyuncuları ile İzmirli şöhretler karması bir jübile maçı yaptılar onun için. O jübileden toplanan paralarla oturduğu ev alındı. Sait Abi son zamanlarında hastaydı. Evine devamlı giderdim o günlerde. O zaman bana anılarını anlatırdı. Bir tanesi çok enteresandır. İzmir’in kurtuluş günü olan 9 Eylül’de yapılan resmigeçitlerde İzmir’in futbol takımları da geçerdi. Basmane meydanından başlayıp Tilkilik’ten Mezarlıkbaşı’na gelirdi kortej, oradan da karşıya devam edip Kemeraltı’na girer ve Konak’a kadar yürürdü. 1944 veya 45 senesinde, bütün takımlar hazırlanmış işte bu kortejden geçmek için. Fakat Altınordu kortejinde top yok. O gün kaleci de gelmemişti. Bizde bir Baba Remzi vardı. Sait Abi büfenin çekirdeklerini satması için ona verirdi. İşte bu Baba Remzi ben top bulurum diyor tören için. Sait Abi gençliğinde milli takımla Rusya’ya maça gittiği zaman bütün oyunculara birer top hediye etmişler orada. Topun üstünde bir orak-çekiç amblemi varmış ama bayağı büyük. İşte Baba Remzi çıkıyor bizim eski kulüp binasının üst katına, o topu alıyor. Ben de kenardan kortejin geçişini seyrediyordum o gün ufak bir çocuk olarak. Baba Remzi’nin üstünde bir kaleci kazağı, elinde de o top vardı. Mezarlıkbaşı’nda bir karakol vardı; bugünkü otoparkın karşı köşesindedir, şimdi müze yaptılar. Oradan geçerken bir yapışıyorlar buna, komünist diye götürüyorlar karakola.”

1987'de İzmir'de oynanan ve 0-0 berabere biten
Türkiye-İngiltere maçından önce.
Milli amigoluğu deplasmana da taşımış Yaşar Tunçses. Bu konudaki anısını anlatırken bu işi maddi menfaat için yapmadığını vurguluyor: “Ben yurtdışına da gittim. Almanya’da amigoluk yaptım. Almanya’yla 0-0 berabere kaldığımız maçta oradaydım. Alsancak’ta bir şirket vardı, beni çağırdılar. Gider misin diye sordular. ‘Söz konusu milli takım olunca tabii giderim,’ dedim. Maçtan önce üstünde reklam olan bir forma verdiler bana. İtiraz ettim, ‘Bu formayı giymem,’ dedim. ‘Giymezsen İzmir’e dönemezsin,’ dediler. Ben hiçbir zaman hiçbir kulüpten para almadım. Polonya’yı İzmir’de yendiğimiz zaman, Efes Otelinin karşısındaki Ekspres gazetesinin büfesini verdiler bana. Allah gani gani rahmet eylesin Adnan Süvari bana verdirdi orayı. Polonya maçından sonra düzenlenen gece için birer davetiye vermişlerdi. Bana da bir tane verdiler. Tam Efes Oteline gireceğim sırada oyunculardan biri, ‘Ne o, sana da mı davetiye verdiler?’ dedi. Çok gücüme gitti o söz, davetiyeyi hemen orada yırttım attım.”


Yaşar Tunçses sıkı bir Altınordu taraftarı olarak bilinse de çeşitli zamanlarda diğer İzmir takımlarına da amigoluk yapmış: “Yeşilova takımına bile amigoluk yaptım. İzmirspor’a, Karşıyaka’ya da amigoluk yaptım. Karşıyaka’da, eskilerin meşhur Tilla gazinosunun yanında büfem de vardı. Tire’ye bile gidiyordum. ‘Kaç para istersin?’ diyorlardı. ‘Ne parası yahu? Hayatta kimseden para almadım amigoluk yapmak için,’ derdim. Maç biter, ben de giderdim stattan. Enteresan bir anımı anlatayım. Manisaspor-Ülküspor maçı vardı. Benim de Ülküspor’da yakın arkadaşlarım vardı. Evim o semtteydi. Benden rica ettiler amigoluk yapmam için. Beş tane davul zurna topladık kendi aramızda. Davulculara tembihledim. Ülküspor gol attıktan hemen sonra başlayın çalmaya dedim. Manisa seyircisi bizden daha fazlaydı tabii. Adamlar bir gol attı, bütün stat kalktı. Bizim davulcular da başladılar çalmaya. Ben kızdım tabii, ‘Golü yiyen biziz, ne çalıyorsunuz yahu?’ diye sordum. ‘Abi, ne bilelim biz, baksana bütün millet ayağa kalktı,’ dediler. Böyle enteresan olaylar da geçti başımızdan.”

Yaşar Tunçses ilerleyen yaşına ve zaman zaman yaşadığı sağlık sorunlarına rağmen amigoluk yapmaya ve Altınordu tribünlerini “Bir Baba Hindi” tezahüratıyla coşturmaya devam ediyor.   

                                                                                      (www.altinordu.org.tr)