31 Ekim 2014 Cuma

Günay Kayarlar - Bir Galatasaray Emektarı

Bir futbol takımında genellikle herkesin ismini bildiği iki-üç yıldız yer alır. Bir de bu isimlerin dışında sessiz sedasız görevini yapıp takımın başarısı için emek harcayanlar vardır ki, böyleleri olmasa o kulübün ayakta kalması veya şampiyonluklar kazanması zordur. Bu yazımızda ele alacağımız Günay Kayarlar da böyle insanlardan biridir. On iki yaşındayken girdiği Galatasaray kulübünde önce oyuncu, sonra antrenör olarak görev yapmış, zaman zaman başka kulüpleri çalıştırdıktan sonra tekrar yuvaya dönüp idari menajerlikten, tesis müdürlüğüne, futbol okulu yöneticiliğine kadar her kademede çalışmış. Futbola nasıl başladığını, Galatasaray’a girişini şöyle anlatıyor:


“1935 Şişli doğumluyum. Bütün çocuklar gibi ben de sokaklarda top oynamaya başladım. Babam top oynamamıza kızardı. Akşam eve geldiğinde ayakkabılarımı kontrol ederdi. Yeni alınan ayakkabımın birkaç günde burunlarının açıldığını bilirim. Onları babamdan saklardık. Ağabeylerim de futbol oynardı. Büyük ağabeyim rahmetli oldu. Deniz albaylığından emekliydi. Ben lisede oynarken onun futbolunu gördüm. Ama o okumayı tercih etti. Mersin’e, Deniz Harp Okuluna gitti. Küçük ağabeyim Bülent çok iyi futbolcuydu. Galatasaray A takımında da oynadı.”

1950-51 sezonunun Galatasaray genç takımı. Günay Kayarlar
arka sırada sağ başta. Ön sırada sağdan ikinci, birlikte A
takımına geçtiği arkadaşı Ali Soydan. Orta sıradaki takım
 elbiseli beyefendiler A takımının antrenörü İngiliz Lockhead
ve genç takım antrenörü Selahattin Buda. Fotoğrafın altındaki
imza o dönem kulüp müdürlüğü yapan Leblebi Mehmet'e ait.
“Ben 14 yaşında Galatasaray genç takımına girdim. Ağabeyim Bülent genç takım seçmelerine katılmıştı. Kazanıp oynamaya başladı. Oynarken ‘Kardeşim de iyi futbolcudur,’ deyince görmek istemişler. Ben doğrudan doğruya Galatasaray genç takımına gittim ve kabul edildim. Ne zaman ki, futboldan para kazandım, 16 yaşında yardım gibi Galatasaray’dan maaş almaya başladım – her ay 300 lira alıyordum ki o zaman için iyi paraydı. Babama yardım ediyordum o maaşla. O zaman futbol oynamama itiraz etmeyi bıraktığı gibi maçlara gelip teşvik etmeye de başlamıştı. Hatta eğer birisi tribünde futbolcuları eleştirirse onlarla tartışmaya giriyormuş.”


“1953’de genç milli oldum. Belçika’da dünya şampiyonasına gittik ve üçüncü olduk. Hocamız Cihat Arman’dı. Biz onu zamanında seyrettik, hakikaten çok iyi kaleciydi. Yarı finalde Macaristan’a yenildik. Sonra İspanya’yı yenip üçüncü olduk.” Günay Kayarlar’ın da sol bek olarak görev yaptığı genç milli takım, saman alevi gibi bir parlayıp bir sönen ülkemiz futbolunun o güne dek gördüğü en büyük başarıya imza atmıştı. İzmirspor kalecisi Seyfi Talay, Adaletli Gökçen Dinçer, Fenerbahçeli Akgün, Beşiktaşlı Metin Erman, sonradan Ankara Demirspor formasıyla gol kralı olacak Fikri, Beşiktaşlı Coşkun Taş gibi geleceğin başarılı isimleri yer alıyordu bu kadroda.

1953'te dünya üçüncüsü olan genç milli takım. Ayaktakiler (soldan): Coşkun Taş (BJK), Seyfi Talay (İzmirs.), Necdet
Çoruh (KP), Ercan Ertuğ (GB), Metin Erman (BJK), Günay Kayarlar (GS), Fikri Elma (Ank. Pınarspor), Akgün Kaçmaz
(FB). Oturanlar: Gökçen Dinçer (Adalet), Erol Topoyan (Adalet), Vedat Dömeke (Eyüp).
“Galatasaray genç takımında antrenörümüz Selahattin Buda idi. Futbolcudan çok iyi anlardı ve çok iyi gönül alırdı. O zaman diploması filan yoktu ama çok iyi anlardı futboldan. Geldiğim sene A takımını Lockhead isimli bir İngiliz çalıştırıyordu. Sık sık gelip genç takımı da izliyordu. Genç takımda Küçük Ali (Soydan) ile beraber oynadık ve A takıma beraber çıktık. Ondan sonra Gündüz Abi geldi. Onun zamanında A takıma alındım.”

1953-54 sezonunda Galatasaray'ın muhtemelen B
takımından bir grup. Ayaktakiler Kadri Aytaç, Necmi
Erdoğdu (Torik Necmi), Şükrü Gülesin. Oturanlar:
kaleci Metin Türel ve Günay Kayarlar.
Günay Kayarlar’ın aynı yıl içinde kazandığı bir diğer başarı Galatasaray formasıyla olmuş. Turgay Şeren, İsfendiyar, Suat, Coşkun, B. Ali gibi isimlerin de yer aldığı Galatasaray amatör takımı 1953 yılında Adana’da Türkiye şampiyonluğunu kazanmış.  Bu başarıların ardından 1954-55 sezonunda Galatasaray A takımına alınmış ve 1955’te profesyonel olmuş. O günlerdeki takım arkadaşlarını şöyle sıralıyor Günay Kayarlar: “Kaleci Turgay, sağ bek Candemir, sol bek Necmi sonra Tayyar Cavcav geldi. sağ haf Coşkun Özarı, santrhaf Bülent Eken, o İtalya’ya gidince Doğan Koloğlu ve Büyük Ali oynadı. Sol haf harika bir futbolcuydu: Rober Eryol. Forvet İsfendiyar, Suat, Metin, Kadri, Küçük Ali’den oluşuyordu. Ben genç takımda ve Türkiye amatör şampiyonasında sol bek oynadım. Ağabeyim Bülent sağ bek oynuyordu. Sonradan orta sahaya geçtim, sol ve sağ haf oynadım. Metin Oktay benden bir sene sonra gelmişti. Ben geldiğimde Suat, Kadri, Coşkun vardı takımda. 1955’te lig şampiyonu olduk.”

1953'te Türkiye birincisi olan Galatasaray (soldan): Bülent Kayarlar, Ali Soydan, İsfendiyar, Suat, Bülent Varol, Günaydın
Özyurt, Coşkun, Günay Kayarlar, Bülent Eken, Cemal, kaptan  Muzaffer Tokaç.
Söz o günlerin zorluklarından açılınca kendi tecrübelerini anlatıyor: “Dinyakos’a ayakkabı yaptırırdık. Çok enteresan bir adamdı. Ayağına baktı mı numaranı anlar, bir bakışta çizer ve yapardı. Bütün futbolcular sıraya girerdi ayakkabı yaptırmak için. İki üç ay sonrasına gün verirdi. Ama biz usulünü biliyorduk. Giderken bir şişe rakı alıp koyuyorduk. ‘Sağ ol paşam,’ derdi, hemen oradan bir ayakkabı uydururdu. Biz hep toprak sahalarda oynadık. Maça çıkarken önce taşları temizlerdik sahadan. Yağmur yağdı mı çamur, batak olurdu. Ayakkabıları biz kendimiz tamir ederdik. Kösele keserdik. Evde örsümüz vardı, krampon yapardık.”

Galatasaray yedekleri 1954'te Trabzon'da bir maçta. Sağdan üçüncü Doğan
Koloğlu, beşinci Günay Kayarlar. Sol tarafta Gündüz Kılıç görülüyor.
Günay Kayarlar tecrübeli isimlerin çokluğundan dolayı takımda fazla oynama şansı bulamayınca Galatasaray’dan ayrılarak Beyoğluspor’a geçmiş: “Galatasaray’dan Beşiktaş’a geçmem söz konusuydu ama Beyoğlusporlu oldum. Onlar beni tanıyorlardı çünkü Galatasaray ile özel maçlar yapıyorlardı. Beni istediler ama o sırada Beşiktaş’la sözleşme imzalamak üzereydim. Fakat Galatasaray bu transferi istemedi. O yüzden Beyoğluspor’a gittim."


Günümüzde rastlamayacağımız bir nezaket örneği: Günay
Kayarlar'ın başka takıma transfer olmasına izin veren
kulüp yöneticilerine yazdığı teşekkür ve veda mektubu.


1956-57 sezonunda formasını giydiği Beyoğluspor, kısıtlı imkânlarıyla İstanbul profesyonel liginin mütevazı takımlarından biri olarak alt sıralarda mücadele ediyordu. Bu takımda bir sezon oynadıktan sonra daha iddialı bir takım olan Beykoz'a transfer olmuş Günay Kayarlar.

Günay Kayarlar (ayakta sağdan ikinci) Beyoğluspor formasıyla. Sol başta
Koço Kaplan. Beşinci oyuncu Beşiktaş ve AEK'de oynayan  Aleko Sofianidis.
Sol başta oturan daha sonra Beykoz ve AEK takımlarında oynayan
Aleko Yordan. Sağ başta oturan Dimitrioğlu.
“Beykoz bir hamle yapmıştı o seneler. Necmi daha Beykoz’da oynuyordu. Sol bek İsmet, sağ haf Hasan, santrhaf Ekerbiçer vardı. Ben sol haf oynuyordum. Sağ açık Ziya Baydar pırlanta gibi bir insandı. Çok iyi çalım atardı. Küçük Erdoğan, Büyük Erdoğan vardı, hepsi çok iyi futbolcuydu.  Beykoz’a transfer olduğum zaman belli bir miktar transfer parası almıştım. O parayla o zaman bir araba alınabiliyordu ama tabii şimdiki paralarla mukayese edilemez. Çok iyi bir kadromuz vardı, bütün büyük takımlara kafa tutuyorduk.”



Beykoz'un 1957-58 sezonundaki kadrosu. Ayaktakiler: Necmi, Günay, Nusret Ülük, Ziya, K. Erdoğan, Ekerbiçer.
Oturanlar: Mustafa Yürür, Hasan, Katır Nusret, B. Erdoğan, Rauf. 
Beykoz’un simgesi haline gelen Kelle İbrahim maçlardan evvel soyunma odasında Beykoz marşını koro halinde bütün oyunculara söyletirmiş. Günay Kayarlar o günlerin hatırası olarak sakladığı bu marşın sözlerini bizimle de paylaşıyor.


Beykoz’da üç sezon oynayan Günay Kayarlar’ın 1960-61 sezonundaki yeni kulübü Feriköy olmuş: “Feriköy’de Büyük ve Küçük Rıdvan, İsmet, kaptan Ahmet, Münacettin gibi futbolcularla birlikte oynadım."

Feriköy 1960-61 kadrosu. Ayaktakiler: Günay, ? , ?, ? , Necdet, Burhan, kaptan Ahmet.
Oturanlar: Büyük Rıdvan, Hüseyin, Aleko, İsmet.
"Feriköy’den Beyoğluspor’a döndüm tekrar. Orada mahalli lig şampiyonluğu yaşadık. Bursa’da baraj maçlarına katılıp Türkiye 1. Ligine çıktık.” Böylece Günay Kayarlar yeniden Beyoğluspor’a dönerken takım da 1962-63 sezonunda ilk kez Türkiye 1. Liginde mücadele etmeye başlamış."

1961-62'de İstanbul mahalli ligi şampiyonu olup Bursa'daki baraj maçlarında Türkiye 1. Ligine yükselme hakkını kazanan
Beyoğluspor takımı. Ayaktakiler: ? , Güngör Sürel, Sedat, Kaplan, ? , Kartal. Oturanlar: Kemal,
Gogo, Günay,  ? , Alpay.
1964’te antrenörlük hayatı başlamış: “Antrenörlüğe de Beyoğluspor’da Doğan Koloğlu’nun yardımcılığını yaparak başladım. Sonra Eşfak Abi (Aykaç) ile Beşiktaş’ın ünlü oyuncusu Voleci lakaplı Şeref Görkey ile çalıştım.” Günay Kayarlar 1978’e kadar Alibeyköy Adalet, Anadolu, Karagümrük gibi İstanbul’un muhtelif kulüplerini çalıştırmış.

Alibeyköy Adalet'i çalıştırırken bir maçta.
1979’da tekrar Galatasaray’a dönmüş, altyapı sorumluluğunu ve PAF takımı antrenörlüğünü üstlenmiş. 1980-81’de ikinci kez Galatasaray’ın başına geçen Brian Birch’ün yardımcısı olmuş. O sene Trabzonspor ve Adanaspor’un ardından ligi üçüncü sırada tamamlamışlar. Fakat Birch ikinci sezonunda bir hadiseye karışınca görevinden uzaklaştırılmış ve Günay Kayarlar iki maç için takımın başına geçmiş. Ardından Özkan Sümer’in yardımcısı olarak görevine devam etmiş.


“İkinci kez Galatasaray’a geldiğinde Birch’ün yardımcısıydım. Bir maçta Hürriyet gazetesinden Faik Gürses’e saldırdı. Olaylar çıktı. Sonra spor basını ona cephe alınca Türkiye’den ayrıldı.  Onun üzerine takım iki maç bana kaldı. O iki maçı kazandık. Deplasmanda Gaziantep’i, burada Ankaragücü’nü yendik. Sonra Özkan Sümer’i getirdiler, ben de onun yardımcılığına devam ettim.”

Galatasaray'ın Temmuz 1981'deki sezon açılışı.
Özkan Sümer'le bir buçuk sezon çalıştıktan sonra Galatasaray'ın teknik sorumluluğuna 1983-84 sezonunda Tomislav İviç getirilince onun yardımcılığıyla görevini sürdürmüş Günay Kayarlar. 1984’te Almanya’da katıldığı teknik direktörlük kursunu bitirdikten sonra yine Galatasaray’a dönmüş ve iki sezon boyunca 3. Lig takımının teknik direktörlüğünü üstlenmiş. Daha sonra Futbol Federasyonunda bölge antrenörlüğü, teknik sorumluluk gibi görevlerde bulunmuş. Yaklaşık yedi yıl federasyonda görev yaptıktan sonra Galatasaray, Beylerbeyi ve Beykoz takımlarında menajerlik, İstanbulspor’da altyapı teknik sorumluluğu yapmış.



Spor muhabiri Şafak Kayarlar’ın babası olan Günay Kayarlar son olarak 2004 yılında üstlendiği Galatasaray futbol okulunun yöneticiliğini bu yıl bıraktıktan sonra Galatasaray ve futbolla ilişkisini artık bir futbol sever olarak sürdürüyor.


Galatasaray'ın yüzüncü yılında merhum başkan Özhan Canaydın'dan
plaket alırken.







24 Ekim 2014 Cuma

Turgay Meto - İzmirspor Kaptanı, Ege'nin Teknik Direktörü

Bir zamanlar İzmir’in beş takımı birden Türkiye 1. Liginde, yani günümüzde Avrupa’nın bir takım ülkelerine özenerek “Süper” adı verilen ligde mücadele ederdi. Bugün bu takımların dördü yeni birinci ve ikinci ligde yer alırken İzmirspor ise birkaç yıldan beri bölgesel amatör ligde yaşam savaşı veriyor. Diğer takımların seyirci desteğinde geçmişe göre fazla bir değişiklik olmadı (hatta Göztepe’nin 1. Ligdeki ilk yıllarına kıyasla taraftar sayısını katbekat arttırdığını söyleyebiliriz). Buna karşılık altmışların başında büyük seyirci desteğine sahip “Şimşekler” günümüzde Yeşilyurt semtindeki derme çatma bir stadyumun tek tribününü dolduran seyirci önünde oynuyor. Bir zamanlar 1. Ligi dördüncü bitirme başarısını gösteren takımın görkemli günlerinin en önemli tanıklarından biri Turgay Meto idi. İzmirspor’un formasını on sezon boyunca giyip kaptanlığını yapan Turgay Meto ile Akhisar’daki çocukluk, İzmir’deki öğrencilik ve futbolculuk yıllarını, 1. Ligde mücadele eden İzmirspor’u, o yıllarda futbolcuların içinde bulunduğu koşulları konuştuk.


“1943’te Akhisar’da doğdum. Herkes gibi sokaklarda top oynamaya başladım. Babam top oynamama kızardı, hatta döverdi beni. Okumamı isterdi. O zaman Akhisar’da lise yoktu. Bütün arkadaşlarım sabah Manisa’ya giderlerdi, akşam dönerlerdi. Babamın maddi durumu iyiydi. Çiftliğimiz vardı, yanında sekiz on kişi çalışırdı. Yaklaşık 1.500 koyundan oluşan bir sürü vardı. Arkadaşlarım kışın buz gibi havalarda okumak için sabahın karanlığında yollara düşerdi. O zaman kara tren var. Akhisar-Manisa arası belki bir saatten fazla sürerdi. Döndükleri zaman da hava kararmış olurdu. Menderes’in zamanında İzmir milletvekilliği ve Altay divan başkanlığı yapan Muzaffer Balaban diye bir akrabamız vardı. Onun vasıtasıyla beni İzmir Atatürk Lisesine yazdırdılar. O akrabamız benim velim oldu ve 1956’da Atatürk Lisesinde yatılı okumak için İzmir’e geldim.”


“Akhisar’dan İzmir’e okumaya giden üç-dört ailenin çocuğu vardı. Sanki Avrupa’da okumaya gitmiş gibi olmuştum. Atatürk Lisesi memleketin sayılı liselerinden biriydi. O zamanlar İzmir’de okumak başlı başına bir olaydı. O yıllarda Akhisar-İzmir arası dört saat sürerdi. İki saat Manisa, ondan sonra bir de Sabuncu Beli var. Yol şimdiki gibi geniş değil. Oysa şimdi normal bir arabayla neredeyse bir saate indi bu yol. Bir ara Akhisarspor’da antrenörlük yaparken İzmir’den gittim geldim mesela. Babam okumamı çok istiyordu ama benim aklım fikrim futbol oynamaktaydı. Zaten futbol yüzünden İzmir’de iki sene okudum, sonra Akhisar’da lise açılınca orada bitirdim. Futbola hiç bulaşmasaydım yüzde yüz ya İTÜ ya da ODTÜ’de okurdum; bütün arkadaşlarım gibi ben de doktor, mühendis, avukat ya da bankacı olurdum. Ama futbol sayesinde Ege bölgesinde herkes tarafından tanınan Turgay Meto oldum, o da işin ayrı bir tarafı.”


“Okuduğum yıllarda Atatürk Lisesinde yaklaşık 1.500 kişi vardı. Futbol yüzünden orada bütün okul beni tanıyordu. Hocalar da futbol yüzünden severdi beni. Bizim okulun hocaları adeta yarı tanrı gibiydi. Okulun fuara bakan bir futbol sahası vardı. Ben arkadaşlarıma nazaran iyi oynuyordum herhalde ki hocalar maçımız oldu mu sahanın kenarına gelip izliyorlardı. Ben böylece ufacık bir çocuk olarak farkında olmadan şöhret olmuşum. Üçüncü sınıftaki ağabeyler mesela benim ismimi biliyordu. O zamana dek Atatürk Lisesi futbolda kuvvetli değildi. Basketbolda ve atletizmde kuvvetliydi İzmir’de, bu dallarda sporcular yetiştirirdi. O tarihe dek futbolda Namık Kemal Lisesi birinci olurdu. Benim oynadığım yıllarda futbolda da kuvvetlendi okul.”


Okul maçları da Alsancak Stadında oynanırdı ve bayağı kıran kırana maçlar olurdu. Mithatpaşa Sanat Enstitüsü, Namık Kemal Lisesi, Ticaret Lisesi, Karşıyaka Lisesi gibi okul takımlarıyla çekişirdik. Benimle birlikte iyi futbol oynayan bir iki arkadaş daha takımda olunca, o güne dek futbolda adı geçmeyen Atatürk Lisesi de şampiyon olamadı ama iddialı bir konuma gelmişti. Lisede okurken İzmir genç karmasına da seçildim. Liseler arası maçlarda hakemler, antrenörler filan görmüşler. Mesela Ali Barçın maçlarımızda hakemlik yapıyor, yetenekli oyuncular dikkatini çekiyor. İzmir ufak o zamanlar, herkes birbirini tanıyor. Genç karmanın antrenörü Sait Altınordu’ya tavsiye etmişler. Arkadaşlarım vasıtasıyla beni idmana çağırmış. Gittim ama epey ufağım. Karmada Altaylı Ayhan, Göztepeli kaleci Ali ve Nevzat, Altaylı sağ bek Yılmaz gibi isimler vardı. Ben onların arasında ufak kalıyordum.”


“Sait Altınordu sonra İzmirspor’a antrenör oldu. Beni de İzmirspor’a aldı. Henüz on yedi buçuk yaşındaydım. Neden öyle dediğime gelince, on sekiz yaşını doldurunca genç takımda oynayamıyorsun. Şimdi U-17, U-18 gibi kategoriler kuruldu. İzmirspor menajeri Sami Özok beni önemli maçlarda genç takımda oynatırdı. Demek on sekiz yaşımı doldurmamışım ki birkaç maçta oynadım genç takımda. Fakat sakatlanacağım diye de korkarlardı. Aslında ben genç takımda yaşıtlarımla oynadığımda daha mutlu oluyordum ama çaktırmıyordum! Çünkü rakiplerim de takım arkadaşlarım da benim kadardı. Fakat A takımında oynadığım zaman mesela karşımdaki Lefter Abi otuz dört yaşında. Yetenekliyim ama orta sahada oynadığım için gücüm yetmiyor, sahalar çamur. Daha kemiklerim gelişmemiş, toplar gülle gibi. Topa kafanı uzattığın zaman rakip senin kafana tekmeyi patlatırdı o zamanlar, ölürsen öl. Şimdi o harekete hakemler daha başında hissedip faul çalıyor. Benim çok gözüm patladı maçlarda!”

İzmirspor'un ünlü menajeri Sami Özok ve İstanbulspor'dan
gelen Nazım ile İzmirspor sahasında bir idmanda.
“İzmirspor’a ilk geldiğimde takım şöhretli isimlerle doluydu. Benim dışımda bir tek genç milli takımdan arkadaşım Bülent Buda’nın yaşı küçüktü. Diğerleri hep yirmi beş yaşın üstünde futbolculardı, bir kısmı da otuzun üstündeydi – hepsi şöhret. Bir sene önce Milli Ligde dördüncü olmuş İzmirspor. Ben o takıma transfer oldum. O zaman ne Göztepe, ne Karşıyaka, ne Altay iddialıydı, İzmirspor vardı. Bir sezon önce lisede okuduğum için yakından takip ediyordum. Fenerbahçe’yi 4-2, Galatasaray’ı 3-1, Beşiktaş’ı 3-0 yendiler. Büyük takımdı İzmirspor, zaten ona tav olup gitmiştim. Yoksa beni Altay da Altınordu da istiyordu. Fakat İzmirspor’un o şaşaası beni etkilemişti. Halk Sahasında idmanlarını seyrederdik. Bazen genç karma olarak Alsancak Stadında idman yapardık. Biz çıkardık, onlar gelirdi. Hatta onlarla genç karma olarak maç da yapmıştık.”

İzmirspor 1962-63 kadrosu. Ayaktakiler (soldan): Cengiz Karakayalı, Seyfi Talay, Erol Kaynak, Turgay Meto,
Gürcan Berk, Doğan Akı. Oturanlar: "Rus" Erol, İrfan, B. Orhan, Zeki Şensan, Bülent Buda.
“İzmirspor’da oynamaya başlayınca okulda devamsızlık yapmaya başladım. Atatürk Lisesi devamsızlığı kaldırmaz. Sporu tadında yapıp bırakacaksın. Ben okulun dışına taşmıştım o zaman. İzmir beden terbiyesi yetkilileri mesela okula gelip genç milli takıma katılmam için izin alıyorlardı. O zaman okulda devamsızlık yapmamış oluyorum ama derslere de giremiyorum tabii. Haftada iki gün idmana gidiyordum. Derslerime de çok çalışıyorum ama idmanlarda yoruluyorsun haliyle. Akşamları o zaman mütalaa derdik, şimdi etüt deniyor herhalde, ders çalışırdık ama yorgunlukla uykumuz gelirdi tabii. Haliyle notlarımız menfi olarak etkilendi.”  

Son sene Akhisar’da lise açılmıştı, son sınıfı orada okudum. Jimnastik hocasıyla kavga etmiştim. Yoksa bütün hocalar beni mezun edecekti aslında. Jimnastik hocası aynı zamanda futbol hocamızdı. 19 Mayıs hareketlerini de yapmamı istemişti. Halbuki yıl içinde derslerde beni ayırıp topla idman yaptırırdı. Ben o hareketlerin hiçbirini çalışmamıştım. Bana bir hafta mühlet verdi, yoksa karnede 1 veririm dedi. Ben de inatlaştım ve çalışmadım. Gerçekten karneye 1 vermişti hoca. Benim de inadım tuttu ve okuldan ayrılmaya karar verdim. Ben Akhisar’a dönünce Atatürk Lisesinden aldığım bilgilerle rahat bir ders yılı geçirdim. İzmir’deki bilgilerimle bugün hâlâ Fransızca konuşabilirim mesela.”

Turgay Meto (soldan ikinci), İzmirli ünlü hakem Ali Barçın ile (gözlüklü).
“Okulda şöhret olmayla ilgili bir anım var. Biyoloji dersinden yazılı oluyorduk. ‘Bu hastalıkları ne yapmaz?’ diye bir soru var, oysa ben cevapta ne yaparı yazıyorum. Bu şaşırtmacalı soruyu yanlış anlamışım yani.  Sınavın bitmesine sekiz-on dakika kalmıştı. Artık kâğıdı vermek üzereydim. Selahattin Okan diye Türkiye çapında bir hocamız vardı, gelip parmağını o cevabın olduğu yere koyuyor ısrarla. Ben bakıyorum, cevabım doğru diyorum kendi kendime. Hoca sınıfta bir dolaştı, tekrar geldi yanıma. Kızarak, ‘soru ne?’ diye parmağıyla işaret etti. İşte o zaman uyandım. Futbol hastası olan hocamızın yaptığı torpil sayesinde düşük not almaktan kurtuldum. Bu olay da okuldaki şöhretimi iyice arttırmıştı.”

İzmirspor 1967-68 sezonunda 2. lig şampiyonluğunu ilan ettiği gün, Altay-
Galatasaray maçı da vardı. Sahaya çıkan iki eski İzmirsporlu Metin Oktay
ve Ergün Acuner kaptan Turgay Meto'ya çiçek vererek kutladılar.
Öğrencilik günleri, genç karmaya seçiliş, İzmirspor’daki ilk yılları akıcı bir üslupla anlatıyor Turgay Meto. Fakat futbol oynadığı yılların şartlarını sorduğumuzda yüzü birden ciddileşiyor ve başlıyor madalyonun ters yüzünü anlatmaya:  

“O zamanki şartlar tam bir kepazelikti. Dakika bir sakatlandın çıkıyorsun, yerine oyuncu giremiyor. Kaleci sakatlansa, kalecisiz oynuyorsun. Kaleye futbolculardan biri geçiyordu. Bu şekilde yıllarca oynadık. Oyun sırasında sakatlandın mesela, git kenara sol açığa bekle. Maç esnasında arkadaşın unutur sakat olduğunu, top sana gelir. Koşarsın yakalayamazsın, tribünler sana güler. Sahada durduğun her dakika o kanamayı arttırıyor. Hemen çıkman lazım, buz yapılması lazım. Hatta belki hastaneye gitmen lazım ama hayır, oynuyorsun ve maçı bitiriyorsun. Hatta buz diye bir şey bilmiyoruz biz o zaman. Hep sıcakla tedavi ediliyor sakatlık. Ayağını kaynar su dolu kovanın içine sokuyorsun, daha beter oluyor. Bunu yapanlar profesörler, spor hekimliği diye bir şey yok o zaman. O zaman Cumartesi-Pazar üst üste maç oynardık. Cumartesi günü sakatlandın diyelim, ertesi günkü maça yetişeceksin. Tedavi hep kaynar suyla yapılıyor, sıcak tedavi yani. Öyle yapılınca ayak ertesi gün iyice şişerdi. Sen kendini tedavi olmuş zanneder, öyle oynardın. Ama nasıl oynayacaksın, koşacak halin yok. Antrenör bilir, ‘Tedavi oldun bak, oynarsın,’ diye sahaya çıkarır seni. Bir aspirin, bir doping hapı verilirdi. Daha beşinci dakikada nüksederdi sakatlık. Bir gün önce zaten ızdırap çekmişsin, o gün katlanarak artardı ağrı. Üstüne bir de tribünden hakaret ve küfür işitirsin, ‘Koşsana şerefsiz!’ diye bağırırlar.”

Turgay Meto Karşıyaka'yı çalıştırdığı sırada takımın kaleci antrenörlüğünü
yapan unutulmaz İzmirspor kalecisi Seyfi Talay ve menajerliğini yapan
Karşıyaka efsanesi Gode Cengiz ile.
“Ayakkabılar ayrı bir dertti. Dinyakosu kral futbolcular veya İstanbullular giyerdi. İzmirli futbolcular ayakkabıyı Ahmet Şamar’a yaptırırdı. Ayakkabının altı kösele, zemin toprak. Toprakta koştun mu o köseleler yirminci dakikada erimeye başlardı. Eriyince çivi kalırdı. Üstüne bastıkça içeri girip tabanı delerdi. Devre arasında masör ayakkabıyı tutup çeker, ayak tabanımız kan içinde kalırdı. Ayağa tentürdiyotlu pamuk sürülürdü. Malzemeci çivileri demir örse koyup vururdu. İkinci yarı o şekilde koşmaya çalışırsın ama tribün bilmez, ‘Niye koşmuyorsun?’ diye bağırır. O zamanın ayakkabılarının bir tanesi neredeyse bir kilo gelirdi. Şimdiki ayakkabılar neredeyse çorap gibi. Yağmur yağdığı zaman topun ağırlığı bir buçuk kilo geliyordu. Oysa bugünkü toplar ne kadar yağmur yağarsa yağsın bir gram su çekmez. O zaman topa bir kafa vurursun, bütün stadyum sanki etrafında döner. Ondan sonra korkarsın, gollük pozisyon olsa bile bir daha topa kafa vuramazsın.”

                                                                              (Yeni Asır)
“Bizim kuşaklar maddi açıdan da talihsizdi. Bırak doğru dürüst para kazanmayı cebimizdeki paradan bile olurduk bazen. Yönetici gelir, futbolculara maaş ödeyemiyoruz diye bizden para isterdi mesela. Takımda kıdemli olmanın zararını çekerdik. Bir ay sonra geri veririz denir, o bir ay olur iki ay, yarısı verilir kalanı çarçur olur gider. Şimdi futbolcuların en kötüsü senede bir trilyon kazanıyor. Biz doğru dürüst para kazansaydık daha otuz yaşına gelmeden futbolu bırakmazdık. Gerçi biz de çalışan insanlara göre daha iyi para kazanıyorduk tabii. Giyimimiz kuşamımız daha düzgün oluyordu, bir araba alabiliyorduk ama bugünkü şartlarla kıyaslandığında çok farklı kalıyor. Bizim on yılda kazandığımızı şimdi en vasatı bir yılda kazanıyor. Bizde mukavele iki senede bir olurdu. Bir de iki sene uzatılırdı, aynı paraya. Tam bir kepazelikti. Takım arkadaşlarımın çoğu Tariş, Belediye gibi kurumlara birilerinin vasıtasıyla girerek geçimlerini kazanmak zorunda kaldılar. Lefter Abi, Metin Abi gibi yıldızlar bile o zaman büyük para kazanamadı. Biz 40 bin lira alıyorsak, Lefter Abi 60 bin lira alıyordu mesela. Yani bizden en fazla bir buçuk misli para kazanıyorlardı.”

İzmir'de yetişen üç büyük futbolcu bir arada (soldan): Seyfi Talay,
Metin Oktay ve Turgay Meto.
İzmirspor’da başarılı futboluyla otoritelerin dikkatini çeken Turgay Meto 1963’te Napoli’de düzenlenen Akdeniz Oyunlarında amatör milli takım formasını giydi. Milli takım kalede Beykozlu Nihat ve Göztepeli Ali, Beşiktaşlı Sanlı, Altaylı Ayfer, Galatasaraylı Erol, Fenerbahçeli Nedim, Vefalı Ruhi gibi sonraki yıllarda futbolumuzda önemli yer işgal eden isimlerden oluşuyordu. Finalde İtalya’ya yenilerek gümüş madalya alan amatör milli takımın o maçlarını Turgay Meto şöyle hatırlıyor:

“Yarı finalde Mısır ve Suriye’nin bir araya gelmesinden oluşan Birleşik Arap Cumhuriyeti ile oynamıştık. Onlarda amatörlük olduğu için aslında A milli takımlarıyla oynadık. 3-1 yendik onları, gollerin üçünü de ben attım ama maç sırasında çok vurdular bana, sakatlandım. Finalde İtalya ile oynadık. Nedim Doğan kaptanımızdı. Napoli’de 70 bin kişilik statta oynadık. Fakat beni tedavi etmelerine rağmen bu maça yetiştiremediler. Nedim yalnız kaldı. Maç 1-0 gidiyordu, her an 1-1 olabilirdi. İtalyanlar maç sırasında Nedim’i de sakatladılar. Burnu kırılmıştı galiba. Maçtan çıkıp hastaneye götürdüler. Sonuçta İtalyanlara 3-0 yenilip gümüş madalya aldık ama o da güzel bir sonuçtu. İspanyolları, Fransızları, Yugoslavya’yı geride bıraktık.”

Amatör milli takım 1963'te Napoli'de düzenlenen Akdeniz Oyunlarında antrenör Sabri Kiraz ile birlikte. Turgay Meto
sol başta oturan Sanlı'nın yanında. Sağdan üçüncü Ayfer Elmastaşoğlu.
Turgay Meto pek bilinmeyen bir olayı, bir maçlığına Altınordulu olmasının hikâyesini de anlatıyor: “Bir maçlığına Altınordu forması da giydim. Sezon başında Sait Altınordu İzmirspor’dan ayrılmış tekrar Altınordu antrenörü olmuştu. Beni de Altınordu’ya götürdü. Fenerbahçe’yle yapılan özel maçta oynadım. Fakat İzmirsporlu yöneticiler usulsüzlük yapıldı diye benim transferime itiraz ettiler. Federasyon kulübü haklı bularak beni İzmirspor’a iade etti.  Antalya’da yapılan genç milli takım seçmelerinde İstanbul karmasında oynayan Erkan Velioğlu ile tanışmıştım. Sait Hoca bir iki adam daha alalım demişti. Ben de o sırada Erkan’ın Karagümrük’ten ayrıldığını, boşta olduğunu gazetede okumuştum. Onu tavsiye ettim. Erkan o şekilde İzmir’e geldi, on yıl Altınordu’da oynadı ve takım kaptanı oldu. Halen de arkadaşlığımız devam ediyor.”

İzmirspor 2. lige düştüğü 1967-68 sezonunda şampiyon olup
tekrar 1. lige çıktığı zaman dönemin ünlü dergisi Fotospor Turgay
Meto'yu takım arkadaşlarının omuzlarına aldırarak bu
fotoğrafı yayınlamıştı.
Henüz genç bir oyuncuyken İzmirspor’un parlak günlerini yaşayan Turgay Meto yıllar geçip kaptanlığa seçildiği sırada sıkıntılı günlerine tanıklık etti. İlk kez 1966-67 sezonunda Karşıyaka ile birlikte 2. Lige düştü İzmirspor. Ertesi sezon Samsunspor, Balıkesirspor, Boluspor ve Trabzonspor ile girdiği büyük çekişmeden galip çıkarak tekrar 1. Lige yükseldi. Ne var ki artık bütün Anadolu’da amatör kulüpler, bulundukları şehri temsil eden tek bir kulüp altında birleşmişti. Kısacası rekabet artık çok çetin bir hale gelmişti. Eşitsiz rekabet şartlarına dayanamayan İzmirspor 1968-69 sezonunda son kez Türkiye 1. Liginde yer aldıktan sonra dönmemek üzere veda etti. Turgay Meto da 2. Lige düşen takımında bir sezon daha oynadıktan sonra 1970-71 sezonunda Balıkesirspor’un yolunu tuttu. Balıkesir’de Altaylı Mahmut Evren, Feriköy kalecisi Necdet İnanç ve Rıdvan Kaner gibi 1. Lig tecrübesine sahip isimlerle birlikte forma giydi. O günleri,  “On seneye yakın İzmirspor’da oynadım. Sonra iki üç sene Balıkesirspor’da oynadım. İzmirspor’dan on yılda kazandığımı Balıkesir’de bir buçuk yılda kazandım,” diyerek özetliyor.

Balıkesirspor 1971-72 kadrosu. Ayakta sol başta Mahmut Evren ve Necdet İnanç. Turgay Meto ayakta sağdan ikinci.
Sol başta oturan Rıdvan Kaner. Sağdan ikinci oturan Hacettepe ve Galatasaraylı Onursal Uraz.
                                                                                                                                              (Facebook.com/Mazideki Balıkesir)
Söz para kazanmaktan açılmışken milli voleybolcu kızı Tuba’nın kendisinden daha çok kazandığını belirtiyor Turgay Meto: “Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray, Güneş Sigorta ve Karşıyaka’da pasör olarak oynadı. Son olarak Çanakkale’yi şampiyon yaptılar. Şimdi antrenör kursuna devam edecek. Benim kızım voleyboldan benden çok kazandı.”

Balıkesirspor’da futbolu bıraktıktan sonra kursları tamamlayarak teknik direktör olmuş Turgay Meto. Hatta sonraki yıllarda kurslarda hocalık da yapmış:  “Sonradan kurs hocalığı yaptım, yani antrenör hocası oldum. Erkan’lara, Nevzat’lara, Sanlı’lara kurs verdim. Onlardan ufak olmama rağmen kurslara onlardan önce gitmiştim. Mesela Gençlerbirliği kalecisi Köylü Selçuk vardı, benden bir hayli büyüktü. O futbol oynarken ben daha bebektim! Onun hocalığını yaptım mesela. O bana hoca diyordu, ben ona Selçuk Abi diyordum. Futbolculuk yıllarımda nelerden çektiysem o sorunları antrenörlüğümde futbolcularıma mümkün olduğunca yaşatmamaya çalıştım. Oyunculara en iyi ayakkabıları giydirdim, sakatlığını hissettiğim zaman hemen oyundan çıkardım. Oyuncu maç sırasında oyundan çıkmak istemez ama oynayamaya devam ederse bir haftada iyileşecek sakatlık iki ayda geçmez. Bunlara hep engel oldum.”


Futbolculuğu gibi antrenörlük hayatı da başarılarla dolu Turgay Meto’nun. Kuşadasıspor, Ispartaspor ve İzmirspor’u 3. Ligden 2. Lige çıkarmış. Yine çalıştırdığı Akhisarspor ve Karşıyaka ise şampiyonluğu kıl payı kaçırmış. Bunların en unutulmazı Karşıyaka’nın 1980-81 sezonunda Göztepe ile giriştiği ve son maçta averajla kaptırdığı şampiyonluk yarışı. Turgay Meto Karşıyaka’nın hocalığını yaparken yakın arkadaşı Erkan Velioğlu ise Göztepe’yi çalıştırmış o sezon. Kısacası iki arkadaş o unutulmaz 80.000 kişilik maçta rakip olmuşlar.

1980-81 sezonundaki 80 bin kişilik maçın öncesi.
                                                                                  (Yeni Asır)

Son kez Kuşadasıspor’u çalıştıran Turgay Meto on beş yıl önce verdiği bir kararla antrenörlüğü bırakmış. Bu konuda şunları söylüyor: “Baktım arkadan gençler geliyor, artık yeter dedim. Zaten hiçbir zaman ihtiraslı olmadım. Sırası gelince herkes bırakmasını bilmeli.”

Erkan Velioğlu (solda) ve Turgay Meto, üç sezon önce oynanan Karşıyaka-
Göztepe maçından önce İzmir basınına bu pozu vermişti.
                                                                                               (milliyet.com.tr)

Turgay Meto artık eşi Neşe Hanım ile birlikte İzmir’in Özdere beldesinde sakin bir hayat sürdürüyor. Komşularından biri de yıllarca sahalarda rakip olarak mücadele etmesine rağmen çok yakın dostluk kurduğu Erkan Velioğlu. Hepsine sağlıklı, mutlu bir ömür diliyoruz.





18 Ekim 2014 Cumartesi

Mehmet Ekerbiçer - Beykoz'un Centilmen Devi

On yıl kadar önce lig tarihiyle ilgili bir dosya için eski gazeteleri karıştırırken Beykoz kadrosunda bir isim dikkatimi çekmişti. Takım kadrolarının Büyük Mehmet, Küçük Mehmet diye yazıldığı, bir üçüncüsü daha olursa Mehmet III diye adlandırıldığı yıllarda, takımdaki tek Mehmet olmasına rağmen muhtemelen kulağa hoş gelen soyadından ötürü sadece Ekerbiçer olarak tanınıyordu. Üstelik bu soyadını pekiştirircesine bir basketbolcu gibi çok uzun boylu olduğu görülüyordu fotoğraflarda. O günden sonra Mehmet Ekerbiçer ile tanışıp konuşmayı çok istedimse de çok uzun bir süre bunu gerçekleştiremedim. Uzun yıllar formasını giydiği Beykoz’da artık irtibatı olan kimse kalmamıştı. En son birkaç yıl önce bir takım arkadaşının cenazesinde görülmüştü. Konuştuğum bazı kişiler gayet emin bir tavırla onun çoktan öldüğünü söylüyordu. Bir kısmı Bebek’te, bir kısmı Arnavutköy’de oturduğunu söylese de yaşayıp yaşamadığından emin değildi. Sonunda arayışlarım beni Arnavutköy’de İstanbul’un eski amatör kulüplerinden Boğaziçi Spor Kulübüne götürdü. Nihayet bu kulüpte görev yapan Kadir Hoca’nın vasıtasıyla Mehmet Ekerbiçer’e ulaşabildim.


Bir zamanlar 1.92’lik boyuyla ceza sahasında kuş uçurtmayan Ekerbiçer artık rahatsızlığı nedeniyle evinden çıkamıyordu. Yaşlanınca boyunun da çektiğini ve 1.90’a indiğini gülerek söyledi. Artık fazla yürüyemiyordu ama hafızası yerli yerindeydi. Yüzme ve sutopuyla başladığı spor hayatını, Boğaz’daki çocukluk günlerini, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’nin durumunu, Mersin ve Beykoz günlerini, Beykoz kundura fabrikasındaki çalışma şartlarını, memleket siyasetindeki çekişmelerin buraya yansımasını, futbolculuk anılarını, Kelle İbrahim’i gayet detaylı şekilde uzun uzun anlattı. Araya sadece gerektiği zaman girerek sözü ona bırakıyorum:

“1923 Mayıs’ında İstanbul’un Kanlıca semtinde doğdum. Rahmetli babam Arnavutköy Kız Kolejinde bahçıvan olarak çalışıyordu. Zaten soyadımız da onun mesleğinden geliyor. Sekiz yaşındayken Yugoslavya’dan göç etmiş buraya. Ben doğduğum sırada İstanbul halen İngilizlerin işgali altındaymış. Benim doğumumu haber verdiklerinde o zaman otobüsler filan yok, Şirketi Hayriye vapurları var. Vapur Kanlıca iskelesine yanaşırken babam atlamış vapurdan. Tam eve gidecekken İngiliz polisi yakalamış bunu. Babam İngilizce bilmez, onlar Türkçe bilmez, bir tercüman bulunmuş. Babam, ‘Beni general gibi bir adamın yanına götürdüler, apoletleri filan gösterişli bir subaydı,’ diye anlatırdı. Subay, ‘Niye atladın vapurdan?’ diye sormuş. Babam, ‘Bir çocuğum dünyaya geldi, onun heyecanıyla atladım,’ demiş. Subay, ‘Otur bakalım şuraya,’ deyince babam eyvah şimdi beni içeri atacaklar diye düşünmüş. Subay bir askere talimat vermiş. Asker biraz sonra elinde bir paketle dönmüş. Meğer çikolata yaptırmış. Subay, ‘Al bunu, hemen evine git,’ demiş. Babam hapse girmeyi beklerken çikolata paketini görünce şaşırıp kalmış tabii.”

“Ben babamın ilk çocuğuydum. Rahmetli annemin benden büyük bir çocuğu daha var. Annem dulmuş, babamla ikinci evliliğini yapmış. Benden küçük iki kardeşim daha vardı, Refik ve Nermin adlarında, ikisi de rahmetli oldu. Ailede benden başka kalan olmadı.  Ben yedi yaşındayken babam kız kolejinde çalıştığı için Arnavutköy’e geçtik, geçiş o geçiş. İlkokulu Arnavutköy’deki 25. Mektepte okudum. Ortaokulu Gaziosmanpaşa Ortaokulunda okudum, hani şu Ortaköy’de yanan ahşap binadaki okulda. Liseyi Mersin’de deniz lisesinde okudum.”

“Ben futboldan önce yüzücüydüm. Galatasaray’ın şimdi Bebek parkının olduğu yerde denizcilik şubesi vardı. O zaman yüzmede ve kürekte Galatasaray’ın üstüne kulüp yoktu. Çok iyi yüzücüler vardı. Mesela İbrahim Sulu fakir bir çocuktu, 13 yaşında Boğaz’ı geçmede birinci olmuştu. Kimse sahip çıkmayınca Kelle İbrahim alıp Beykoz’a getirmişti onu. Beykozlu olarak kaldı. Ben de 13-14 yaşlarında yüzücü olmuştum. Boğaz’ı geçme müsabakalarına katılırdık. Anadoluhisarı’ndan atlardık, yalıların önünden geçip Bebek’te iskeleye çıkardık. Tabii yüzerken akıntı şartlarını dikkate almak lazımdı. Grup halinde Anadoluhisarı’ndan atlardık. Evvela Rumelihisarı’nın orada bir fener var, o fenere doğru yüzerdik. Akıntı bizi aşağı doğru atar, Kandilli açıklarına gelirdik. Sonra yüze yüze Bebek koyuna gelirdik. O zaman Feyziati Lisesi vardı, Bebek’le Arnavutköy arasında. Orası meşhur bir liseydi, sonra ismini Boğaziçi Lisesi yaptılar. Feyziati Lisesine doğru yüzülürdü. Orada da anafor suları aşağı doğru akardı, yani ters akıntı. O suları bilmeyen Arnavutköy tarafına düşerdi, Bebek’e yayan gelirlerdi. Boğaz’ı geçmede, yabancılar dahil aşağı yukarı 200 kişi katılırdı. Benim altıncılığım, yedinciliğim vardı o yarışlarda. Boğaz’ı geçme dışında adalar arası yarışlar yapılırdı. Burgaz’dan atlardık, Heybeli’ye yüzerdik.”

1935'te yapılan Boğaz'ı geçme yarışında genç yüzücüler Anadoluhisarı
 iskelesi yakınından Boğaz'ın sularına atlamış yüzüyorlar.
(M. Sinan Genim - Konstantiniyye'den İstanbul'a III - X1X. Yüzyıl Ortalarından
XX. Yüzyıla Boğaziçi'nin Anadolu Yakası Fotoğrafları)

“Galatasaray’da yüzmenin yanında sutopu da oynadım. O zamanlar Büyükdere’de denizde açık bir yüzme havuzu vardı. Yirmi beş metre boyundaydı. Etrafı direklerle çevriliydi. Dalgalar geldiği zaman havuza girerdi. Büyük bir gemi geçtiği zaman sallıyordu mesela. Aslında sutopu maçlarının kapalı havuzda yapılması lazımdır ama o zaman öyle bir imkân yoktu. Küreğe de merakım vardı ama Suat Erler bize kürek çekmeyi yasaklamıştı çünkü yüzme sporunun geliştirdiği adale yapısıyla kürek sporunun geliştirdiği adale yapısı birbirine tamamen zıttır. Yüzücülerin hocası rahmetli Suat Erler ve Abbas Sakarya idi. Kürekçilerin hocası Adnan Akıska idi. Galatasaray’ın denizcilik şubesinde kürekçilerle yüzücüler bir türlü anlaşamazlardı. Suat Erler Almanya’da, Abbas Sakarya Macaristan’da ihtisas yapmış insanlardı.  Suat Hoca müsaade etmediği için kürek yapamadım. İstanbul Yüzme İhtisas kulübünü kuran insandır aynı zamanda Suat Erler. Yüzde yüz amatör bir sporcuydu rahmetli.”  

“1941 senesinde Almanlar Rusya’ya taarruz etmişti. Zaten bütün Avrupa’yı da işgal etmişlerdi. Onlarla birlikte savaşa katılmasak da Almanların destekçisiydik. Bulgaristan ve Romanya’yı da ele geçirmişlerdi. O zaman rahmetli İnönü, millet aç kalmasın diye ekmeği vesikayla dağıtıyordu millete. Ben o zaman on sekiz yaşındaydım, Heybeliada’daki bahriye mektebine yazılmıştım. Ondan önce imtihanlara gittik, sağlık muayenesinden geçtik. Almanlar Rusya’ya saldırırken Türkiye de boş durmadı. Kuleli askeri lisesi Konya’ya taşındı. Bahriye mektebi de Mersin’e taşındı. Biz imtihanlara Heybeliada’da girdik ama orada okumak nasip olmadı, Mersin’de okuduk. İzmir’de fuar yüzme müsabakalarına İstanbul’u temsilen katılmıştım. Şazi Tezcan hem hakemdi, hem İstanbul su sporları ajanıydı. Bana göstermişti İzmir gazetelerinden birinde sonuçları, ben de çok sevinmiştim bahriye mektebini kazandım diye.”

“Mersin’e yeni geldiğim sırada Refah faciası denen olay meydana gelmişti. O senelerde Türk hükümeti İngiltere’den savaş gemisi almak için en kalburüstü subaylarını Refah gemisiyle Mısır’a gönderirken, gemi Akdeniz’de vurulup battı. Orada birçok genç ve yetenekli subayımız hep öldüler. Tarihimizde Refah faciası olarak bilinir bu olay. Spora yüzmeyle başladık ama bahriye mektebine girince yüzmeyi unuttuk. Mersin’de köpekbalıkları sahile kadar geliyormuş, o yüzden yüzmezdik. O sebeple futbola başladık. Mersin’de henüz okurken Denizgücü takımında da oynuyordum. O zaman Mersin İdman Yurdu, Adana Demirspor, Torosspor gibi takımlar yani hem Mersin hem Adana takımları Çukurova liginde bir arada oynuyordu. O zamanlar Mersin İdman Yurdu’nun en büyük rakibi Adana Demirspor’du. Adana Demirspor’da meşhur Muharrem Gülergin vardı. Futbolculuğunun yanı sıra çok iyi bir yüzücü ve sutopçuydu. Türkiye birincilikleri vardı. Muharrem de benim gibi santrhaf oynardı ama Çukurova karması yapıldığı zaman santrhafa beni koyarlardı. Muharrem başka mevkide oynardı.” 

Çukurova karması Eylül 1945'te Fenerbahçe Stadında.
Ekerbiçer soldan ikinci futbolcu.
                                                                                                   (Kırmızı Beyaz)
“Futbol, voleybol, basketbol – bütün bu müsabakalarda Mersin’de birinciliği kimseye kaptırmazdım. O yüzden şimdi adı Mersin’deki spor salonuna verilmiş olan Edip Buran benim üzerimde çok durdu. Kendisi Mersin İdman Yurdu kulübünün kurucularındandı. O zaman da kulübün umumi kaptanıydı. Ama yalnız umumi kaptan değil her şeyiydi. Kulübün her şeyine o bakardı. İşte liseyi bitirdiğim sırada rahmetli seni alacağım diye tutturdu. Deniz Harp Okulu da o zaman Mersin’deydi. ‘Edip Abi, ben subay olacağım,’ dedimse de ısrar etti. Liseden ayrılmak için tazminat ödemek gerekiyordu. O zaman fakirdik tabii, paramız pulumuz yoktu. Edip Buran Ankara’ya gitti geldi. Bütün masrafları Mersin’in tüccarlarından karşıladı. Türkiye’de o zaman profesyonellik yoktu tabii. Bu bakımdan ilk profesyonel sayılabilirim. Kısacası, subay olmak kısmet değilmiş, sadece üç sene lisede okudum. Harbiye iki seneydi o zaman harp seneleri olduğu için. Devam etseydim Harbiye’yi de bitirip subay olacaktım. O zaman üç tane meşhur gemimiz vardı – biri Yavuz, diğerleri Hamidiye ve Mecidiye. Harbiye’ye girmeden önce bu gemilerde staj yapılırdı. Ben Mecidiye gemisinde staj yapıyordum. İşte o sırada bahriyeden ayrıldım ve neticede 1944’de Mersin İdman Yurdu’na girdim. Edip Buran, ‘Mehmet’çiğim bu kadar kişiyle konuştuk, tazminatını ödemek için para topladık, götürüp yatırdık. Bana söz ver, en az beş sene Mersin İdman Yurdu’nda futbol oynayacaksın,’ dedi. Ben de söz verdim. O zamanlar söz senet yerine geçerdik. Ben de gerçekten 1950’ye kadar Mersin’de kaldım. Mersin’de futbol oynarken Karayolları 5. Bölgede personel şefiydim. Orada bana Edip Buran marifetiyle iş vermişlerdi.”

Bu fotoğraf Ekerbiçer'in diğer oyunculara göre ne kadar
uzun boylu olduğunu gayet iyi gösteriyor.
                                                 (Beykoz Spor Mecmuası)
“Fenerbahçe’yi davet ettik Mersin’e. Penaltı atışı oldu. Penaltıyı İlhan Taşucu attı. Bombacı İlhan denirdi. Sol ayağı çok kuvvetliydi. Kalede Cihat Arman vardı. İlhan Taşucu üç beş adım gerildi, topa bir vurdu. Top önce direğin altına, sonra yere, tekrar direğin altına, sonra tekrar yere vurup dışarı çıktı. Yani öyle sert vurmuştu ki top ikişer defa direğe ve yere vurdu. Bir de Edip Buran’ın yeğeni olan Ahmet vardı. Küçük Ahmet derdik. Onunla birlikte beni 1945 senelerinde Beşiktaş’a istediler. O zamanki Beşiktaş başkanı bir yüksek mühendisti, Karaköy’de bir handa yazıhanesi vardı. Bizi ona götürdüler. ‘Ben Hakkı Kaptan’la konuştum, sizi Salı günü idmana bekliyor. Orada sizi deneyeceğiz,’ dedi ve bize ellişer lira para verdi. O zaman için büyük paraydı 50 lira. Ahmet’le beraber kaldık ve deneme maçına çıktık. Şişli ile hazırlık maçı yapacaklardı. Kaptan bana hangi mevkide oynadığımı sordu. ‘Santrhaf oynuyorum,’ dedim. O zaman Beşiktaş’ın Ömer diye meşhur bir santrhafı vardı. Baba Hakkı, Ömer’e, ‘Sen yan hafa geç,’ dedi. Ömer bunun üzerine, ‘Ben yerimi vermem,’ dedi. Baba Hakkı sert bir adamdı. ‘Vermezsen çek git,’ diye kızdı. Bu tartışma üzerine bizim moralimiz bozuldu. Maçı kazandık ama oynadığımız oyun ne beni ne Ahmet’i tatmin etti. Maçtan sonra başkanın yazıhanesine gittik. ‘Biz daha Beşiktaş’ta futbol oynayacak kıvama gelmemişiz,’  deyip aldığımız parayı geri verdik. Başkan şaşırdı. Aynı akşam Mersin’e döndük. Sonra bir gazeteci lehimize çok yazılar yazmıştı, bunları kaçırmayacaktınız diye. Daha sonra Galatasaray da istemişti beni. Hatta sadece futbol değil basketbol da oynayacaktım ama o zamanki kulüp müdürü, meşhur Leblebi Mehmet işi bırakmamı istemişti. Ben o zaman Beykoz kundura fabrikasında idare amiriydim. Geçinmek için yalnız futbol oynamaya güvenemezdim. Kabul etmedim işi bırakmayı. O yüzden o transfer de olmadı.”

Beykoz'un 1957-58 kadrosu. Ayaktakiler (soldan): Günay Kayarlar, ? , Nusret Ülük, Rauf Başaran, Erdoğan Gürhan,
Mehmet Ekerbiçer. Oturanlar: Abdullah Matay, Aydın Sümer, Hasan Önal, Ziya Baydar, Necmi Mutlu.
                                                                                                                                                                     (Haluk Sümer arşivi)
“Beykoz’a Kelle İbrahim sayesinde geldim. Arnavutköy’deki Boğaziçi Spor Kulübünü kuran kardeşim Refik’tir. Kardeşimin karısı Rum’du. Refik’in Rumlarla arası çok iyiydi. Orası kiliseye ait bir araziydi. Ne yaptı etti, kiliseden o araziyi kulübe hibe olarak aldı. Daha önce Arnavutköy camisinin içinde ahşap bir ev vardı, kulüp binası olarak kullanılıyordu. O zamanlar Onnik diye Kuruçeşme’de oturan Ermeni bir arkadaşımız vardı. Onnik de kulübün kaptanlığını yapıyordu. O zamanki adı Kuruçeşme İdman Yurdu idi kulübün. Kuruçeşme bir gün Beykoz’la bir maç almış. Ben de izinli olarak İstanbul’daydım o sıra. Onnik bana, ‘Mehmet Abi sen de gel bizde oyna,’ dedi. O zaman üst üste iki maç oynardık. Beykoz çayırında önce genç takım olarak çıktık, arkadan esas takım olarak Beykoz’la maç yaptık. İşte o maç benim tekrar İstanbul’a dönmemi sağladı. Ondan sonra Kelle İbrahim peşimi bırakmadı. Gece Arnavutköy’deki evimizin önünde yatmıştı beni almak için. Seni alacağım diye ısrar etti ve nitekim aldı da.”

“Beykoz’a geldiğimde 27 yaşındaydım. Kelle İbrahim hayatında hiçbir iş yapmamış bir insandı. Mesela Beykoz’dan vapura binecek, iskeledeki görevlilere selam verir, onlar da, ‘Oo, geç İbrahim Abi,’ der, vapura öyle binerdi. Beykoz’dan bindiği otobüslere, vapurlara para pul diye bir şey yok. Beykoz’da o kadar tanınan, sevilen bir insan. Bir gün Ankara’ya bir maça gidiyorlar. Beden terbiyesi genel müdürü, Kelle’nin çocukluk arkadaşıymış. O zaman kundura fabrikasının müdür muavini aynı zamanda şef, bilahare İzmit belediye başkanlığı yapmış biriydi. Beden terbiyesi genel müdürü, fabrikada bir iş verilmesini rica eden bir kart yazarak Kelle İbrahim’e veriyor. O da kartı alıyor, fabrika müdürüne götürüyor. Müdür Sabit Tapan diye yüzbaşılıktan emekli olan bir adamdı. Sabit Tapan ismi gibi bir adamdı, otuz üç sene fabrikanın müdürlüğünü yapmış. Hayatında sporla en ufak ilişkisi olmayan bir adamdı. Günün birinde yurtdışından deri getirtti diye mahkemeye verdiler. ‘Ben askerime kışta kıyamette postalsız kalmaması için deri satın aldım, Yoksa ne giydirecektim?’ dedi. Fakat adam beraatını göremeden öldü. İşte Sabit Tapan fabrikaya sporcu almak istemiyor fakat kartı gönderen de hatırını kıramayacağı biri. Sonunda Kelle İbrahim’e, ‘Sana 30 lira maaş, fakat fabrikaya girmek yok, her ay gelip kapıdan maaşını alıp gideceksin,’ diyor. Enver Atafırat da teknik müdür muaviniydi. Almanya’da deri üzerine ihtisas yapmış bir adam. Sabit Tapan’ın aksine o sporu severdi. Bütün sporculara iş verirdi. Beykoz takımı onun futbolcuları fabrikaya alıp iş vermesi sayesinde gelişmişti. İşvereni kaybedince Beykoz kulübü de aşağılara düştü.”

Bol çamur ve terle kazanılmış bir galibiyetin ardından Beykozlu
futbolcular birbirini kutluyor. Ön planda Ekerbiçer, Erdinç Bayburt ve
Rauf Başaran görülüyor.
                                                                                           (Rauf Başaran arşivi)
“Bizim futbol oynadığımız dönemde İstanbul liginde on takım vardı. Üç büyüklerin dışında bir de Vefa dördüncü büyük olarak kabul edilirdi. Beykoz, İstanbulspor da ilk dörde girmek için mücadele ederdi. Bunların dışında Emniyet, Beyoğluspor, Kasımpaşa, Adalet kulüpleri vardı İstanbul liginde. Fenerbahçe’nin eski oyuncusu Rebii Erkal Beykoz’da bir müddet antrenörlük yapmıştı. Maça çıkmadan evvel toplardı bizi. ‘Çocuklar futbol bir şeytan oyunudur. Şeytanın ne yapacağı belli olmaz. Çıkacağınız maçta hasmı küçük veya dev gibi görmek çok manasız,’ derdi. Nitekim 1957’de biz Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş gibi kulüpleri geride bırakıp Atatürk Kupasını kazandık. Tam 2 metre boyunda bir kupaydı. Bütün takım kupayı Beşiktaş’a kadar taşıyıp oradan vapura bindik. Vapur düdüğünü çala çala Beykoz’a gitmişti.”

Söz Beykoz’da oynadığı yıllara gelince eline toplu bir transfer parası geçip geçmediğini sorduğumuzda şöyle konuşuyor:  “Buraya geldikten sonra Mersin’e gitmiştik. Mersin ile Adana’da beş maç yaptık. Yirmi lira galibiyet primi aldık. Nerede kaldı bize toplu para verecekler. Maaşları alamazdık bazen, boş bordroya imza atardık.”

Şeref Stadında Beykoz ile Adalet arasında oynanan bir İstanbul
Profesyonel Ligi maçı. Ekerbiçer'in arkasında Beykozlu Levon var.
Ön plandaki Beykozlu oyuncu Aydın Sümer. Arkada Adaletli
Selahattin Torkal görülüyor.
                                                                                     (Haluk Sümer arşivi)
Karşımızda son derece nazik bir insan var ama futbol oynadığı yıllarda son derece otoriter bir kaptan olduğuna dair yazıları hatırlatınca Katır Nusret’le ilgili bir anısını anlatarak bunu onaylıyor: “Katır Nusret maça çıkmadan koca bir ayva yerdi. ‘Yeme oğlum şunu, ağzın burnun köpürecek maçta,’ derdim. Vallahi koştuğu zaman ağzından köpükler gelirdi. O kadar hırslı bir oyuncuydu. Tank gibi koşardı zaten. Bir gün hakemin üzerine yürüyordu bir olaydan dolayı, hemen yapıştım yakasına. ‘Ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Gününü göstereceğim ona,’ deyince bir tane patlattım buna. Haftayma çok az zaman vardı. ‘Çabuk dışarı çık,’ dedim. Hakeme de, ‘Kusura bakmayın, ben içeri gönderiyorum bunu,’ dedim. Hakem durumu anlamıştı zaten, ‘Tamam,’ dedi. Hem takımın en yaşlısıydım, hem de kızdığım zaman çok asabi hareket ederdim.”

Otoriter olduğu kadar haksızlığa dayanamadığı da anlaşılıyor Ekerbiçer’in. Eski gazetelerden birinde hakem Orhan Gönül’le mahkemelik olduğunu hatırlattığımızda şöyle cevap veriyor: “Orhan Gönül’le mahkemelik olduğumuzu hatırlıyorum ama şimdi sebebini tam hatırlayamıyorum. Bir laf etmişti bana, onun üzerine mahkemelik olmuştuk.”

Kaptan olarak takım arkadaşlarına karşı gerektiğinde asabi davranmasına rağmen oyun içinde rakiplerine karşı çok centilmen olduğunu duyduğumuzu söylüyoruz. Bunu şu sözleriyle onaylıyor: “Şimdikileri görüyorum, omzundan tutuyor, belinden çekiyor, her türlü sertliği yapıyor. Biz elimizi çekerdik hasma zarar vermeyelim diye.”

Beykoz takımı 1954-55 sezonunda Şeref Stadında. Ayaktakiler (soldan): Katır Nusret, Gazanfer Olcayto, Levon,
Hilmi, İsmet, Halil. Oturanlar: Dikran, Ekrem, Aydın, Ziya, Ekerbiçer.
                                                                                                                                                                         (Haluk Sümer arşivi)
Uzun boyunun bir dezavantaj yaratıp yaratmadığını sorduğumuzda şöyle cevap veriyor: “Uzun boylu olmama rağmen çeviktim. Sahaya çıktığımızda makas hareketi yaptığım zaman üst direğe ayağımla dokunabiliyordum. Havadan top bırakmazdım ama en büyük rakibim Metin Oktay’dı. Kafa toplarına çok hakimdi. En çok onunla kapışırdık. Benden kısaydı tabii ama çok atletik bir çocuktu.”

Sıra artık futbol tarihimizin adeta mitolojik unsurlarından biri haline gelen o söylenceye geliyor. Fenerbahçeli Mikro Mustafa’nın onun bacak arasından geçmesiyle ilgili olarak anlatılanları şöyle yalanlıyor: “Mikro Mustafa hakikaten çok kısaydı. Halit Kıvanç’ta kaseti olması lazım. Fenerbahçe Stadında Mikro Mustafa ile bana bir röportaj yaptırmıştı. Foto muhabirleri çok istemesine rağmen Mikro hiçbir maçta benle fotoğraf çektirmeye yanaşmazdı. Bir gün Sultanhamam’da bir mefruşat mağazasında çalışırken Aşirefendi’den üç tane kız geldi. Bakıp bakıp gülüyorlar, bir şeyler konuşuyorlardı. Futbolu bıraktığım seneler. Dayanamadım sordum, ‘Niye güldünüz?’ diye. Birisi, ‘Biz bankada çalışıyoruz, arkadaşımız Mikro Mustafa’nın karısıdır, sizi görünce onu söylediler, başladık gülmeye,’ diye cevap verdi. Mikro’nun karısına, ‘Kızım sorsana şu kocana ne zaman geçmiş benim bacaklarımın arasından diye’ konuştum. Böyle bir şey yok ama gazetecilere bakarsanız var. Artık neredeyse ben de kabullenmeye başladım. Yalnız bir pozisyon hatırlıyorum. Kaleci uzun bir degaj yaptı, topa ikimiz birden koştuk. Ama baktım ki ben yetişemeyeceğim. O da yetişemedi. Top yere vurdu. Sıçrarken Mikro Mustafa kafa vurdu. Top beni aştı. Bütün tribün ‘Ekerbiçer’in kafasından top aldı,’ diye konuşmaya başladı. Böyle bir olayı hatırlıyorum ama bacaklarımın arasından geçtiğini hatırlamıyorum doğrusu.”

Beykoz'un 1957'de Bulgaristan'da
yaptığı maçlardan biri.
                             (Günlük Spor Gazetesi)
Bir anısı da o dönem bütün futbolculara ayakkabı yapan Dinyakos ustayla ilgili: “Ayakkabı yaptırmaya Dinyakos’a gittiğimde beni görünce hemen suratını ekşitirdi. ‘Be kardesim ne yapazağiz seninle?’ derdi. Çünkü benim ayaklar 45 numaraydı. Onun en büyük kalıplarıysa 44 numaraydı. Kalıpların arkalarını bezleyerek ayakkabıyı büyütüyordu. Yani işi uzardı, onun için de hiç istemezdi bana ayakkabı yapmak. ‘Allah askina yipratma bunlari,’ derdi. İskarpin gibi ayakkabı yapardı. Mehmet Ali Has iskarpin gibi futbol ayakkabısı yaptırırdı. O zaman bir tek Dolmabahçe Stadı vardı. Yağışlı havalarda çamur olurdu. Sahanın dört köşesinde çim kalmıştı sadece. Bir gün Mehmet Ali’nin pabucu çamura saplanıp ayağından çıkmıştı da arayarak zor bulduk.”

Milli formayı giyip giymediğini sorduğumuzda hüzünleniyor: “Milli formayı antrenmanda giydim ama maçta giyemedim. Yedi kez aday kadroya seçildim. Bizim gibi küçük kulüplerden benim dışında seçilen İstanbulsporlu Aydemir ve Beton Mustafa vardı. Bizim dışımızdakiler hep Fener-Galatasaray-Beşiktaş’tan seçilirdi. Bir keresinde Fransa’ya giderken beni havaalanından geri çevirdiler. Fenerbahçeli santrhaf Naci ağlamış etmiş, sonunda onu almışlar takıma. Havaalanında beklerken bana, ‘Kusura bakma,’ deyip takımdan çıkardılar. O zamanlar Fenerbahçe’de Naci Erdem, Galatasaray’da Bülent Eken, Beşiktaş’ta Ali İhsan santrhaf oynuyordu ve hepsi kaliteli oyunculardı ama bana da şans verilebilirdi.”

O yıllarda futbolcular genellikle 30 yaşına geldiğinde futbolu bırakırken Mehmet Ekerbiçer neredeyse 40 yaşına kadar oynamış. Beykoz kundura fabrikasında siyasi çekişmeler sonucu İstanbul’dan uzaklaştırılması da futbolu bırakmasında etkili olmuş: “Kırk yaşına yakın bıraktım futbolu. O zaman benden uzun oynayan bir Lefter vardı. Ellili yıllarda deri getiren büyük gemiler fabrikaya yanaşamaz, açıkta demirlerdi. Yük şatlarla fabrikanın iskelesine taşınırdı. Oradan bohça haline gelmiş deriler dekovil hatlarıyla ambarlara taşınırdı. Deri bakım isteyen bir üründür. Üst üste konulduğunda irtifa 90 santimden yukarı çıktığı zaman deri kızışıyor ve alttakiler yanmaya başlıyor. Her bohça aşağı yukarı beş adet deriden teşekkül ediyordu. O zaman muvakkat işçi alıyorduk. Emrimde yaklaşık doksan muvakkat işçi çalışıyordu. Başlarında bir tane çavuş vardı. Bunun iki üç tane elebaşı vardı ki, aynı zamanda sendika temsilcisiydi. Bunlar işçiyi Pazar günü çalışmaması için telkinde bulunuyormuş. O zaman gemiler beş günde ancak boşalıyordu ve demirli kaldığı her gün için starya denen bir ücret ödeniyordu. Ben bu üç kişiyle konuştum, dinlediler gittiler. Fakat sonradan o üç kişinin hafta sonu çalışmadığını öğrendim. Bunlara sebebini sorduğumda ikisi çeşitli mazeretler bildirdi. Bir tanesi, ‘Ne çalışacağım, burası Adnan Babanın çiftliği,’ diye cevap verdi. O zaman Adnan Menderes’in en azgın zamanlarıydı. Ben, ‘Burası kimsenin çiftliği değil,’ deyip buna bir tane çaktım, adam deri yığınlarının üstüne düştü. Çavuşa da, ‘Al bunu götür kapının dışına,’ dedim. Biraz sonra üç tane sendikacı bununla birlikte geldi. Sendikanın başkanı aynı zamanda Demokrat Parti’nin ilçe başkanıydı. Kelle İbrahim zamanında kürekçi diye almış kulübe, imzasını zor atabilen Laz Mehmet denen bir adamdı. O zaman altında Buick arabayla gezerdi. Bunu da tersleyince doğru müdüre gitti. Sonuçta sendikacılar beni mahkemeye verdiler fakat daha ilk celse olmadan 27 Mayıs ihtilali yapıldı. Fabrika müdürlüğüne de bir albay getirilmişti. Benim duruşmalar devam ederken Adalet Partisi kuruldu. Faruk Ilgaz il başkanı oldu. Onun girişimleriyle beni Maraş’a sürdüler. Maraş’a Faruk Güventürk diye bir paşa tayin olmuştu. Onun girişimleriyle de Beşiktaş’taki Yıldız Porselen Sanayii müessesesine tayinim çıktı. Fakat oradaki müdür partinin ileri gelenlerindenmiş. Ben İstanbul’a dönene kadar Ankara’ya gidip tayinimi durduruyor. Ben tekrar Maraş’a tayin oldum ama buraya dönmüşken artık gitmedim tabii. Emekliliğimi istedim.”

Kaptan Ekerbiçer takımının başında sahada. Yanındakiler sırasıyla Haluk, kaleci Halil, İsmet, Ziya, Fahrettin,
Şirzat, Nurcan, Aydın, Hasan, Rauf.
                                                                                                                                                                       (Haluk Sümer arşivi)
“Emekli olunca 1962’de antrenörlüğe başladım. Bir müddet sonra antrenörlük kursu düzenlendi. Herberger’in muavini olan Kirchrath diye bir Alman antrenör gelmişti kursa. İlk kursumuz İzmir Alsancak Stadında, ikincisi Beylerbeyi astsubay okulunda yapıldı. Bir gün, tercümanı vasıtasıyla dedi ki, ‘Türkiye’de futbol bundan fazla ilerlemez.’ O öyle konuşunca hepimiz kızdık, surat astık. Bozulduğumuzu anladı, ‘Bana Türkiye’de bir antrenör gösterin iki sene, bilemedin üç sene aynı takımı çalıştırsın. Gösterebilir misiniz?’ diye sordu. Hakikaten yoktu. ‘Ben Almanya’da aynı takımı on senedir çalıştırıyorum ve takımdaki bütün oyuncuların aile yapılarını, fizik ve fizyonomik yapılarını, psikolojik durumlarını A’dan Z’ye bilirim,’ dedi. ‘Ben hava durumuna göre takım çıkarırım. Eğer o gün hava soğuk, yağmurlu ve zemin çamurluysa en klas oyuncuları değil mücadeleci oyuncuları seçerim,’ demişti. Türkiye’de profesyonellik 1952’de ilan edilmişti. ‘Futbolcular profesyonel, idareciler amatör – böyle şey olur mu?’ diye sormuştu Kirchrath. Eğer bir takım profesyonel olacaksa idarecisiyle, görevlisiyle hepsi profesyonel olmalıydı. Adam Türkiye’ye kurs idare etmeye gelmiş ama bizim futbol düzenimizi o kadar iyi tetkik etmiş ki, ‘Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş kulüplerinin başkanları başbakandan sonra geliyor,’ demişti.”

“İki üç sene kadar Beykoz’da antrenörlük yaptım. Baktım o da benim kafama göre yürümüyor. Hiç boşuna uğraşmayayım dedim kendi kendime. Bir ara Beykoz kulübünün kongresinde de yönetime aday gösterdiler beni. Hatta başkanlığa seçilen Cevat Taray’dan fazla oy almıştım ama idarecilik de yapmadım. Futbolla ilişkimi tamamen kestim ve Sultanhamam’daki meşhur Suraski kumaş mağazasında çalıştım.”

Mehmet Ekerbiçer’le bu uzun ve hoş sohbeti Haziran ortalarında yapmıştık. Kendisine teşekkür edip tekrar görüşmek dileğiyle yanından ayrıldığımda onu son görüşüm olduğunu bilmiyordum. Ne yazık ki bu görüşmeyi yazıya dökmeye başladığım sıralarda vefat ettiğini öğrendim. 19 Eylül 2014 günü oturduğu köşede gazete okurken nefesinin daraldığını söylemiş ve kısa bir süre sonra son nefesini vermiş. Kendisini futbol sahalarında seyredenlerin hafızasına centilmen bir dev olarak kazınan bu futbol emekçisinin anısı önünde saygıyla eğiliyorum.