29 Temmuz 2013 Pazartesi

Arif Dökel - Vefalı Karşıyakalı

Doğup büyüdüğü yerin takımı Karşıyaka’da ilk sezonunda dikkat çekince İstanbul’un yolunu tuttu. Yeni kulübü üç büyüklerden biri değil, dönemin güçlü takımı Vefa’ydı. Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın çok istemesine rağmen tam sekiz sezonunu Vefa’da geçirdikten sonra yuvaya döndü. Futbolu bıraktıktan sonra da Karşıyaka’ya hizmet etti. Bir kez antrenör olarak, bir kez de menajer olarak kulübünü 2. Ligden 1. Lige çıkardı. İşte Arif Dökel’in öyküsü:


“1933’te Alaybey’de doğdum. İlkokulun yanında Mahfel sahası vardı. Çocukken orada yalınayak başıkabak top oynardık. Alaybey’in Üçok takımı vardı, Asım liglerine iştirak ederdi. O takımla Asım liginde oynadım. Orada oynarken beni beğendiler. Ben fazla okumadım, çalışmak için Yün Mensucat’a girdim. Şirketin bir de futbol takımı vardı. Adnan Süvari orada hem futbol oynuyor hem de antrenörlük yapıyordu. Beni beğenmiş, 16 yaşında takıma aldı.”

Arif Dökel (ayakta soldan üçüncü) Yün Mensucat takımında. Sol başta
oturan Adnan Süvari, sağ başta oturan Cevat Gök. (Cevat Gök koleksiyonu)
Yün Mensucat 1950’li yıllarda İzmir Liginin iddialı takımlarındı. Adnan Süvari ve Arif Dökel’in yanı sıra İzmir futbol camiasının “Baba Cevat” olarak tanıdığı Cevat Gök de bu takımda yer alıyordu. 1951-52 sezonunda Karşıyaka şampiyon olurken Yün Mensucat üçüncülüğü elde etmişti. Genç yaşına rağmen sağ haf olarak takımda yer bulan Arif Dökel bu döneme ait hoş bir anısını şöyle aktarıyor: “Babam otoriter bir insandı. Ağabeyimle bana pek yüz vermezdi. Altın yürekli bir adamdı ama bizi uykumuzda severdi. Yün Mensucat’ta oynarken benden habersiz bir maçımı seyretmiş. Orada seyircinin biri, ‘Aslan Arif’e bak yahu, ne güzel oynuyor,’ deyince babam gururlanmış. ‘Tabii aslan olur, her gün süt veriyorum ben ona,’ demiş.”

Karşıyaka'daki ilk sezonunda (sağda).
(Cevat Gök koleksiyonu)
İki yıl boyunca Yün Mensucat’ta oynayan Arif Dökel, Cevat Gök’le birlikte 1952-53 sezonunda Karşıyaka’ya geçti. İzmir Ligi maçlarının yanı sıra İstanbul takımlarıyla yapılan özel maçlarda da başarılı oldu. “Karşıyaka’da ilk oynadığım yıl Beşiktaş’la özel maç yapıyorduk. Antrenör futbolcu olarak bizde görev yapan Nazmi Abi beni ilk kez o maçta takıma koydu. Ben Fahrettin’in karşısında oynuyordum. Oyunun ortasında santrhafımız sakatlandı. Nazmi Abi, ‘geç santrhafa’ dedi. İstanbul Liginin gol kralı Şevket’e karşı oynamaya başladım. O zaman WM sistemi vardı. Santrfor seni geçerse kaleciyle karşı karşıya kalırdı. Şevket çok süratli bir oyuncuydu. Topu ileriye doğru vuruyor ve koşuyordu. Ben de süratli koşardım. O topa vururken ben depar atıyordum. Bütün toplarını aldım, bunun üzerine bütün stat ayakta, ‘Arif! Arif!’ diye bağırmaya başladı. Maç 0-0 bitmek üzereydi. Şevket yine topu ileri attı. Ben tam topa çakacakken top zemindeki küçük bir taşa çarpıp sekince Şevket attı golü. O gece sabaha kadar uyuyamadım.”

1952-53 sezonunda Karşıyaka takımı. Arif Dökel orta sıranın ortasında.
                                                                                 (Cevat Gök koleksiyonu)
Beşiktaş bu genç oyuncuyu transfer listesine almıştı ama hesaba katmadığı bir rakibi vardı. Yine Karşıyaka’dan Vefa’ya giden Ali Erener’in araya girmesiyle Arif Dökel hiç aklında yokken Vefalı olmuştu. “Vefa’ya geleceğimi gazeteler yazınca, iki tane Beşiktaşlı idareci her sabah Ali Abi ile kaldığımız eve gelmeye başlamış ama bizi bulamıyorlar. Sabah 6’da iki tane Vefalı idareci bizi alıp Florya’ya götürüyor, denize giriyoruz, yemek yiyoruz. Gece 10’a kadar orada vakit geçiriyoruz. Benim kaçırıldığımdan haberim yok, bizi gezdiriyorlar diye hoşuma gidiyor hatta. Bir hafta böyle sürdü. Transfer dönemi başlayınca hemen mukaveleyi yaptılar. Ertesi gün yine bekliyorum, kimse gelmedi. Ali Abi’ye söyleyince ‘Mukaveleyi yaptın ya, artık niye gelsinler?’ diye güldü.”

Vefa dergisinin kapağında Tahtabacak
lakaplı İsmet Yamanoğlu ile.
1953-54 sezonundan itibaren formasını giymeye başladığı Vefa, İstanbul Liginin iddialı takımlarındandı. Kör Galip lakaplı kaptanı Galip Haktanır, İsmet Yamanoğlu (Tahtabacak İsmet), Garbis İstanbulluoğlu (Büyük Garbis) gibi milli formayı giyen oyuncularıyla güçlü bir kadroya sahipti. Arif Dökel bu durumu, “Türkiye’nin dördüncü büyüğüydük o zamanlar,” diye açıklıyor. “Bugün Trabzonspor neyse, o yıllarda Vefa oydu.” Bu güçlü kadronun başında Gündüz Kılıç gibi büyük bir isim vardı. Fakat asıl mevkisi sağ haf olan Arif başlangıçta hocasıyla küçük bir pürüz yaşamıştı: “Gündüz Kılıç Vefa’ya antrenör olduğunda beni sağ içte oynatmaya başladı. Ben sağ hafta oynamaya alıştığım için burayı yadırgadım ve bir küskünlük oluştu. Bir gün beni odasına çağırdı. ‘Arif seni neden sağ içte oynatıyorum biliyor musun? En iyi futbolunu bu mevkide oynayacağına inanıyorum çünkü sen süratlisin, topa iyi vuruyorsun, korkmuyorsun, ataksın. Burada başarılı olacaksın, buna inan lütfen’ dedi.”

1953-54 sezonunda Vefa takımı. Arif Dökel ayakta soldan ikinci.
                                                                         (Galip Haktanır koleksiyonu)
Gündüz Kılıç o dönemin statik futbol anlayışını değiştirecek farklı taktiklere kafa yoruyordu: “Hocamız Garbis’e, ‘Top Galip’teyken sola kaçacaksın’ talimatını vermişti. Gündüz Hoca sağa sola deplase olmasını istediği zaman rahmetli Garbis, ‘Ben gol atmayayım mı yani?’ diye sormuştu. Bek olarak oynayan Rahmi’yi sol iç yapmıştı. Rahmi’ye, ‘Bir alan açılacak, o zaman sen gidip gol yapacaksın,’ dedi. Garbis sağa kaçtığı zaman İsmet abi bana top atacaktı. Açıklara kesinlikle içeri girmeyin diye talimat verdi. O zaman kademe filan olmadığı için açıklar içeri girmeyince rakip bekler de içeri gelmiyordu tabii. Bu durumda oluşan boşluklardan biz şut atıyorduk. Fakat Gündüz Hoca bu sistemi tam oturtamadan Galatasaray’a gitti. Onun üzerine herkes eski yerine döndü.”

Gündüz Kılıç’tan sonra Vefa’ya içlerinde yabancı hocaların da olduğu çeşitli çalıştırıcılar geldi: “Bir dönem de bizi Macar antrenör Szekelly çalıştırdı. Geldiği zaman haftada iki olan idman sayısını üçe çıkardı. Biz ‘ne yapıyorsunuz, haftada üç idman nasıl yaparız?’ dedik. ‘Siz deli misiniz? Avrupa’da dört idman yapıyorlar’ karşılığını verdi.”


İlk geldiğinde Vefa’dan sadece 1.000 lira transfer ücreti alan Arif Dökel, başarılı futbolunu sürdürünce Fenerbahçe’nin transfer listesine de girdi. Fakat o Vefa’da oynamaya devam etti. İkinci transfer döneminde aldığı para 17.500 liraya yükselmişti. “Artık Vefalı olmuştuk” dediği o ilk dönemde en yakın arkadaşı olan Özcan Arkoç da Fenerbahçe’nin gündemindeydi. Arif Dökel o günleri şöyle anlatıyor: “İstanbul’da yalnız yaşıyordum. Özcan Arkoç sayesinde form tutmuştum. Kulüp binasında kalıyordum. Özcan her sabah gelir, kapıyı tekmeleyerek beni uyandırır, ‘Yürü, sahaya çıkacağız,’ derdi. O zaman haftada sadece iki idman yapılan bir dönem. Giyerdik eşofmanları, sahaya çıkardık. Özcan kum havuzuna geçer, benden şut atmamı isterdi. Bu şekilde form tuttuk. Özcan da iyi oynuyordu, ben de. Fenerbahçe ikimizi almaya karar verdi. Transfer süreci bugünkü gibi değildi. Temmuzun birinden önce hiçbir kulüp oyuncuyla görüşmüyor ama gazetelerde adımız çıkmaya başladı. Kemal Babacan diye bir genel kaptanımız vardı, demir tüccarıydı. Bir gün beni Perşembe pazarındaki deposuna çağırdı. Bana, ‘Fenerbahçe’ye gitme, orada harcanırsın,’ dedi. ‘Benim kimsem yok, bu müessese senin istikbalin,’ dedi. Adı gibi babacan bir adamdı. Maç kazandığımız zaman 200 lira prim alıyorsak, kendi cebinden bana 200 lira daha verirdi. ‘Mukaveleni uzat, ne istiyorsan ben sana vereceğim’ dedi. Özcan’la yakın arkadaş olduğumuzu bildiği için onun da Vefa’da kalacağını söyledi. Ayın biri olmadan mukavelemi uzattılar. Ardından Karaköy’deki Liman Restorana yemeğe götürdüler beni. O sırada bir grup Fenerbahçeli yönetici geldi. Beni Vefalı yöneticilerin arasında görünce ‘İmzaladın mı?’ anlamında işaretle sordular. Ben onaylayınca ‘Yazık oldu’ anlamında bir işaret yaptılar.  Özcan’ı o gece kaçırdılar. Daha sonra Kemal Babacan iflas etti.”


Arif Dökel bölgesel ligden ulusal düzeydeki lige geçişi de Vefa formasıyla yaşadı. İstanbul, Ankara ve İzmir liglerinin tamamlanmasının ardından 21 Şubat 1959’da başlayan Milli Lig (bugünkü adıyla Süper Lig) Vefa tarihinin en başarılı dönemine sahne oldu. Sezonun süresi kısa olduğu için on altı takım iki gruba ayrılmış, Vefa Galatasaray ile aynı gruba düşmüştü. Grubu ikinci olarak bitiren Vefa’nın sadece puanı değil averajı bile birinci Galatasaray’la aynıydı. O yıllarda averaj eşit olduğu zaman, atılan golün yenilen gole bölünmesiyle elde edilen rakama bakılıyordu. Böylece Vefa kıl payı Fenerbahçe’yle final oynama fırsatını kaçırdı.

Milli Ligde iki sezon daha yeşil-beyazlı formayı giyen Arif Dökel 1961-62 sezonunda Karşıyaka’ya döndü: “Vefa’yla Almanya’ya hazırlık turnesine gitmiştik. Bir Alman kulübü beni transfer etmek istedi. Eve telefon açtım. Annem Almanya lafını duyunca başladı ağlamaya, ‘İstanbul’da olmana zor dayanıyorum, Almanya’ya nasıl gidersin?’ diye konuşunca gitmedim. Bir süre sonra da İzmir’e döndüm. O sezon Karşıyaka’nın kadrosunda kaleci Akın, Erol, Vural, Ahmet Tuna, Argun, Ogün, Bulut gibi isimler vardı. O takım 1960-61 sezonunda tarihinin en iyi derecesini elde edip lig beşincisi oldu.”

Karşıyaka'ya dönüş.
Üç sezon Karşıyaka forması giyen Arif Dökel 1964’te futbolu bırakırken kulübü de 2. Lige düştü. Oyunculuğu bıraktığı sene yakın bir arkadaşının ısrarlarını kıramayarak semtinin takımı Egespor’u çalıştırmaya başladı. Takım İzmir mahalli lig şampiyonu olunca Karşıyaka kulübü altyapısını ona emanet etti. Arif Dökel’in çalıştırdığı Karşıyaka gençleri İzmir şampiyonu ve Türkiye ikincisi oldu. Ardından Manisaspor’da teknik direktörlük yaptı. O yıllarda Vefa’dan arkadaşı olan Özcan Arkoç Hamburg takımında kalecilik yapıyordu. Arif Dökel arkadaşının yanına giderek Alman kulüplerinin çalışma sistemlerini inceledi.


Almanya'dayken ünlü futbolcu
Uwe Seeler ile.
Almanya’dan döndüğünde sıra Karşıyaka’nın A takımını çalıştırmaya gelmişti. Kulübün bünyesinden yetişen bir çalıştırıcı ve oyuncularla Karşıyaka 1969-70 sezonunda şampiyon olarak 1. Lige yükseldi. Arif Dökel o sezonu şöyle hatırlıyor: “1969-70 sezonu açılırken kafamda şampiyonluk yoktu. Ancak lig başlayıp zamanla maçları kazanınca bu düşünce oluşmaya başladı. Gazeteciler sorduğunda rakip takımları motive etmemek için ‘Şampiyonluk düşüncemiz yok,’ diyordum. Ama soyunma odasına girdiğimde çocuklara, ‘Benim o beyanatıma bakmayın, biz şampiyon olacağız,’ diye konuşuyordum. Grubumuzda Trabzonspor, Adanaspor gibi kuvvetli takımlar vardı. Altyapıdan birçok oyuncuyu kadroya almıştım. Takımın çoğu Karşıyaka’nın çocuklarından oluşuyordu. Gode Cengiz, Erol Baş, kaleci Ekrem, Hamdi, Bedri, Atilla, Ceyhan, İbrahim, Uğur, Erdinç gibi birçok isim Karşıyakalıydı. Dışarıdan gelen azdı ve hemen hepsi aynı yaştaydı. Kimsenin beklemediği bir dönemde 2. Ligde şampiyon olup 1. Lige yükseldik.”

"Kulübü için varlığını harcadı" dediği, 1969-70 sezonunda
başkanlık yapan Ali Ulvi Kiremitçiler ile.

Karşıyaka 1969-70 sezon açılışında. Arif Dökel ayakta solda.


Aynı kadro ertesi yıl Karşıyaka’yı 1. Ligde tutmayı başarmasına rağmen bazı yöneticiler bunu yeterli görmemişti. Başkan Ali Ulvi Kiremitçiler'in karşı çıkmasına rağmen onlara göre daha “işinin ehli” bir hoca gelmesi şarttı. Çok sevdiği kulübünde 2.500 lira maaşla çalıştığı halde Arif Dökel'in görevine son verildi. Bunun üzerine Balıkesir, Antalya ve Denizli’den teklifler aldı. Sonuçta kendisi 8.000 lira maaş veren Balıkesirspor’a giderken yeni bir kadroyla yola çıkan Karşıyaka 2. Lige düştü. Onu gönderen yöneticiler pişman olsa da artık iş işten geçmişti. 

Bir Karşıyaka idmanında kaleci Ekrem, Atilla, Bedri, Sami
ve Günay ile birlikte.

Fakat dar görüşlü yöneticiler Türkiye’nin bütün kulüplerinde mevcuttu. 1. Lige çıkma hevesiyle büyük paralar harcayan Balıkesirspor yönetimi, futbolu bırakma aşamasına gelmiş ne kadar oyuncu varsa toplamıştı. “Oraya gittiğimde gördüğüm manzara şuydu: adamlar bitmiş, çoğu oyuncu İstanbul’dan gelmiş, adeta emeklilik yaşıyorlar. Konuştuğun zaman hiçbir şey almıyorlar. Bir rapor hazırladım ve bir sonraki seneyi düşünerek gençlere yatırım yapılmasını istedim. Yöneticiler kabul etmedi. Tabii o kafayla da bir yere varılamadı.”
Arif Dökel her şeye rağmen sevdiği kulübünden kopmadı. Teknik direktörlüğü bırakmasına rağmen genel kaptan ve menajer olarak kulübüne hizmet etti. 1979’da küme düşme tehlikesi yaşayan Karşıyaka Argun Akmoral’ın (Kuş Argun) teknik direktörlüğü ve onun menajerliğiyle ligde kalmayı başardı. Uzun bir aradan sonra 1986-87 sezonunda tekrar 1. Lige çıkarken yine menajerdi. 1991’de Zeytinburnu ile oynanan dramatik bir maçtan sonra 2. Lige düşerken de görev başındaydı. “1986-87 sezonunda Karşıyaka menajeriydim. Teknik direktör Tamer Kaptan’dı. Birkaç sezon menajerliği sürdürdüm. Fakat yöneticiler işime çok müdahale ediyordu. Bir yandan da iş hayatına atılmıştım, o yüzden görevi bıraktım.”

1991'de küme düşülen
maçtan sonra.
Arif Dökel ilerleyen yaşına rağmen sporu bırakmamış. Kendi ifadesiyle her sabah erkenden kalkıp beş kilometre yürüyor ve ardından işinin başına geçiyor.

Torunuyla birlikte iş yerinde.









  



20 Temmuz 2013 Cumartesi

Kazım Günar - Vefa Ona, O Futbola Doyamadı

5 Kasım 1950, günlerden Pazar. İnönü Stadında Galatasaray ve Vefa takımları İstanbul Liginin dördüncü hafta müsabakasını oynuyorlar. Vefa, kaptanı Galip’in kafa vuruşuyla maçın başlarında öne geçiyor. Galatasaray 40. dakikada Naci’nin penaltısıyla beraberliği yakalıyor. İlk yarının böyle bitmesi kuvvetle muhtemel. Fakat o sırada sahneye Vefa’nın ufak tefek yapılı, hızlı sol açığı Kazım çıkıyor. 43. dakikada süratle Galatasaray kalesine süzülüp durumu 2-1 yapıyor. Golün santrası yapılır yapılmaz topu kapan İskender, eski takımının kalesine doğru sağ kanattan dalıp şut çekiyor. Turgay’ın ancak çelebildiği top, bir anda kale önünde biten Kazım’ın önüne düşüyor. Onun vuruşuyla Vefa devre arasına 3-1 galip giriyor. Statta ezici çoğunluğu oluşturan Galatasaraylı seyirciler şaşkınlık içindeler. İkinci yarı takımlarının durumu toparlayacağını umuyorlar. Nitekim maç başlar başlamaz Gündüz’ün sert kafasını kaleci Şükrü kurtarıyor. Fakat Vefa oyunun kontrolünü tekrar eline alıyor. Melih 51. dakikada penaltıdan durumu 4-1 yapıyor. 57. dakikada Rahmi’nin yaptığı ortayı Turgay elinden kaçırınca bir kez daha geriden yetişen Kazım noktayı koyuyor. Bir önceki hafta Beşiktaş karşılaşmasında attığı golle maçın berabere bitmesini sağlayan genç oyuncu böylece henüz ikinci kez giydiği Vefa formasıyla attığı gol sayısını dörde çıkarıyor.


Vefa’nın Galatasaray’ı 5-1 yendiği maçta belki futbol yaşamının en parlak performansını sergileyen Kazım Günar 5 Aralık 1928’de Bandırma’da doğdu. Kendisinden dört yaş küçük kardeşi Nedim de gelecekte Fenerbahçe formasını en çok giyen futbolculardan biri olacaktı. Milliyet gazetesi, 23 Haziran 1952 tarihli nüshasında “Günün Portresi” köşesinde konuk ettiği Kazım için “kıvrak ve seyyal stiliyle temayüz eden futbolcularımızdandır” diyordu.

Vefa'nın Galatasaray'ı 5-1 yendiği maçta Kazım takımının üçüncü golünü
atıyor. Geride Bülent Eken ve İsfendiyar görülüyor.
Yine aynı yazıda “Henüz ilkokul sıralarında iken yaptığı kağıt topla kardeşi Nedim’e evlerinin holünde saatlerce şüt çekmek suretiyle muhtelif mahalle takımlarında oynadığı” belirtiliyordu. Daha sonra Kazım’ın ailesi Bandırma’dan İstanbul Kadıköy’deki Yeldeğirmeni mahallesine taşındı. Haydarpaşa Lisesinde okuduğu sırada okul takımına girerek futbolunu geliştirdi. 1946 yılında Beşiktaş genç takımına girdi. İki sezon burada oynadıktan sonra bir sezon da Anadolu kulübünde forma giydi. “Bu arada Edebiyat Fakültesinin coğrafya dalına kaydolan Kazım’ın futbol tekniği gün geçtikçe tekamül etmekteydi.”

İstanbul Üniversitesi takımı. Ayakta sağdan  ikinci Melih Ilgaz, üçüncü
Süleyman Seba. Sol başta oturan Kazım Günar. Yanında Galatasaray kalecisi
Erdoğan, Vefalı Rahmi ve Galip Haktanır. (Galip Haktanır koleksiyonu)
O yıllarda birçok üst düzey futbolcu üniversite öğrencisi olduğundan gerek aynı üniversitenin fakülteleri arasındaki maçlar, gerek üniversite karmalarının birbiriyle yaptığı maçlar büyük çekişme içinde geçiyordu. İstanbul Üniversitesi futbol takımının kaptanı olan Vefalı Galip Haktanır, başarılı oyunuyla dikkat çeken Kazım’ı kulübüne tavsiye etti. Böylece Kazım Günar 1950-51 sezonunda Vefa forması giymeye başladı ve o yıl on iki maçta sekiz gol atma başarısını gösterdi.

Vefa İzmir Alsancak Stadında. Kazım Günar ayakta sağdan ikinci.
Aynı sezon milli takıma seçildi ve Mısır’la yapılan maçta forma giydi. İtalya ve Yunanistan maçlarının kadrosunda da yer almasına karşın oynatılmadı. 1952’de başlayan İstanbul Profesyonel Ligindeki maçlarda da Vefa formasını giydikten sonra sezon sonunda yedek subay olarak Ankara’ya gitti. Yaklaşık iki yıl süreyle Karagücü takımında futbol oynadı. Vefa dergisinin 12. sayısında belirtildiğine göre “ilk maçını Yeşil-Beyaz forma altında Beşiktaş’a karşı yapmış, askere giderken son maçını da Beşiktaş’a karşı, terhisten sonra da ilk maçını yine Beşiktaş’a karşı” oynamıştı. Yine aynı yazıda belirtildiğine göre “Vefa’ya geldiği zaman sol ayağı ile topu dürtemezken sol açık” oynamıştı. Aynı röportajda ilginç bir anısını şöyle anlatıyordu: “Kadıköy’de Fener – Vefa oynuyorduk. 2-0 galip vaziyette iken top taca çıktı. O gün Fener’de kardeşim Nedim de oynuyordu. Beraberce topu almağa koştuk. Benim niyetim topu uzaklaştırmak, vakit kazanmaktı. Nedim tam topu alacağı sırada ayağımla dokundum. Bunun üzerine Nedim’den müthiş bir yumruk yedim. Bu hadiseyi hiç unutmam.”

Vefa Haftalık Spor Gazetesi
Askerliği bitince 1953-54 sezonunun kalan dokuz maçında forma giyen Kazım Günar, ertesi sezon hazırlıkları sırasında ağır bir sakatlık geçirince hayatının en verimli çağında futbola veda etmek zorunda kaldı. Necmi Tanyolaç 13 Eylül 1955 tarihli Milliyet’te bu olayı şöyle anlatıyordu: “1954 Eylülünün 12’nci Pazar günüydü. Vefa profesyonel kadrosu kendi stadında liglere hazırlık yapıyordu. Yeşil-Beyazlı kulübün idarecileri rakip olarak Karagümrük’ü seçmişlerdi… Yeşil-Beyazlı kadronun müstait (doğuştan yetenekli) ve genç sol açığı Kazım Günar rakip müdafaada gollük bir gedik ararken ani çarpışma neticesi yarı baygın yere yıkıldı. Şiddetli müsademede genç futbolcunun sağ dizi tanınmayacak şekilde ters dönmüştü.”


Karagümrüklü futbolcu Lağım Osman’ın sakatladığı Kazım’ın ayağı alçıya alındı. Fakat alçı o kadar sıkı yapılmıştı ki, dizindeki sinirlerin kopmasına yol açmıştı. Bu yüzden, bacağı düzeleceği yerde daha kötü bir hal aldı. Sakatlığından yaklaşık bir sene sonra ameliyat oldu. Gerisini Necmi Tanyolaç’tan dinleyelim: “Kazım’ı 8 Ağustos günü Gümüşsuyu Cerrahi Kliniğine yatırdılar… Kazım Günar 12 santimlik sinir kopmasından mütevellit derdini şimdi atlatmış durumdadır. Ameliyatı yapan operatör ona, ‘Sana 4 ay sonra futbol oynatacağım,’ demiş.”
Ameliyat olduktan sonra.
Ne yazık ki doktorun bu vaadi gerçekleşmedi. Vefa kulübü büyük umut bağladığı oyuncusunu 1956 yazında hazırlık maçları yapmak için çıktığı Almanya turnesine götürdü. Fakat Kazım Günar artık oynayacak durumda değildi. O yıllarda ne günümüzdeki tıp teknolojisi ne de spor hekimliği vardı. Bunun üzerine kulübüne idareci olarak hizmet etmeye başladı, yıllarca Vefa’nın umumi kaptanlığını yaptı. Vefa’nın 1. Ligdeki son yıllarında forma giyen Montemerani ve Chaves’i Arjantin’e giderek izledi ve transfer etti.

Kazım ve Galip (Galip Haktanır koleksiyonu)


Bir 5 Aralık günü gözlerini dünyaya açan Kazım Günar, 2008 yılının 5 Aralık günü hayata veda etti.

İstanbul Ekspres
Fotoğraflar için merhum Kazım Günar'ın oğlu Adnan Günar'a teşekkürler.

12 Temmuz 2013 Cuma

Adnan Dinçer - İnsan Yetiştirmeye Adanan Bir Ömür

Türkiye onun adını 1970’lerin ikinci yarısında duydu. Serpil Hamdi Tüzün’le birlikte Beşiktaş kulübünde kurdukları öz kaynak düzeni semeresini birkaç yıl sonra vermeye başladı. Futbol tarihimize damga vuran, 1980’ler ve 90’larda birçok şampiyonluk kazanan Beşiktaş takımında yer alan Rıza, Ali, Feyyaz, Metin, Ziya, Sinan gibi isimler bu sistemin eseriydi. Ardından, en küçük yaştan en üst düzeye kadar pek çok takım çalıştırdı. Hangi kategoride yer alırsa alsın, çalıştırdığı her takım iddia sahibi oldu. Yüzlerce oyuncu yetiştirdi. Herkes onu teknik direktörlük kariyeriyle tanıyordu ama futbol yaşamına oyuncu olarak başlamıştı. Yaşadığı bir takım talihsizlikler yüzünden erken yaşta futbolculuğa veda etti. Bir bakıma, başarılı bir teknik adam olarak futbolumuza hizmet etmesinin yolunu da bu talihsizlikler açtı. Kendisiyle altı saat boyunca yaşam öyküsünü, futbolculuk yıllarını, çalıştırdığı takımları, yetiştirdiği oyuncuları, futbolumuzun geçmişini ve bugün içine düştüğü durumu konuştuk. Bu sohbetin tamamı aşağıdaki satırlarda yer alıyor. Buradan itibaren sözü Adnan Dinçer’e bırakıyoruz:

1942’de Rami’de doğdum. Beşinci sınıftayken, Eyüp’e, şimdi oturduğumuz eve taşındık. Futbola on yaşında Eyüp’te “11 Şeytanlar” adlı bir takımda başladım. Takımımızda on-on iki yaş grubu çocuklar vardı. O yıllarda memleketimizde küçük çocuklarla ilgilenen bir düzen yoktu. Kendi kendimize mahalle aralarında yetişiyorduk. Ben daha o yaşlarda kendimden büyük insanları yönettiğimi hatırlıyorum. On sekiz yaşında bir çocuğu takımda oynatan veya oynatmayan on iki yaşında bir çocuktum.

Adnan Dinçer (ön sırada, sağdan ikinci) ilk gençlik
yıllarında Eyüp'teki mahalle arkadaşlarıyla.
Aslında futbola geç başladığımı  düşünüyorum. On yaşına gelene kadar pek ilgim yoktu çünkü babam futbolu sevmiyordu. Rahmetli babam okumamızı, ülkemizi sevmemizi, fedakârlık yapmamızı, aç olsak da dürüst kalmamızı isterdi. O dönemde futbol oynayanlara haylaz çocuk yaftası konulurdu. Babam da bundan çok korktuğu için mesafeli davranırdı. Biz de iki kardeş inadına futbolu çok seviyorduk. Babam tornacıydı; Feshane’de, Unkapanı Köprüsünün yapımında çalışmıştı. Doksan dört yaşında öldüğünde hâlâ okuyan bir insandı. Sonradan babamın futbol yasağına hak verdim. Ölmeden bir süre evvel bana, “Sana top oynama diye çok eziyet ettim ama bir gün futbolda büyük adam olacağın aklıma gelmemişti” dedi. O dönemin zihniyetinin de bunda rolü vardı.  

Işılspor adlı mahalle takımında (ayakta, sağ başta).
Fotoğraf Eyüp sahasının o yıllardaki halini gösteriyor.
Annem dikimevinde terziydi, işe gittiği zaman makineyi açardım. Atlet alır arkasına numara dikerek forma yapardım. Şort alır boyardım. Takım kurardım. Yaz tatilinde arkadaşlarımızla epey turnuvalara katılırdık. O dönemde benim futbol oynamamda biraz da mahalle arkadaşlarımın rolü vardı. Bunların üç tanesi çok önemliydi. Ahmet, Mehmet, Mahmut adında Ramili üç kardeştiler. İnanılmaz güzel futbol oynarlardı. O zaman kendi kendimize Çapa, Şehremini, Topkapı, Galata, Okmeydanı gibi semtlere gidip maç yapardık. Bizi kimse yenemezdi. Bu üç kardeşten Mahmut genç milli oldu. Daha sonra Feriköy, Altay ve Balıkesirspor’da oynadı. Mahmut Evren o dönemde Metin Oktay’dan sonra en iyi kafa vuran oyuncuydu.

Eyüp takımı bir maçtan önce seremonide.
Adnan Dinçer sağdan üçüncü.
Öğretmenlerin yaklaşımı da ailelerden farksızdı. Futbol oynuyorum diye notlarım kırılıyordu. Beden eğitimi hocasından başka sahip çıkan yoktu. Eyüp Lisesi takımında ve Eyüp kulübünde oynuyordum. Eyüp takımından hayatımda ilk defa 125 lira aylık aldım. Eve geldim, korkudan titriyordum.  Takımda babamdan habersiz oynadığım için parayı anneme verdim. “Nereden buldun bu parayı?” diye sordu. Kulübün maaş verdiğini söyleyince bana inanmadı, gidip kulüp başkanını bulmuş. Başkan, “Amatör ama çok başarılı. Her oyuncuya para veriyoruz, ona da aylık vereceğiz,” demiş. 125 lira o zaman çok iyi paraydı. Annem dikimevinde terzi olarak çalışıyordu, ondan çok para alıyordum.


İleride teknik direktör olmak aklıma bile gelmiyordu çünkü ben okumayı düşünüyordum. Babam da bunu bizim kafamıza yerleştirmişti. Futbolu zevk için oynuyordum. Zaman içerisinde çok genç bir yaşta profesyonel oyuncu oldum. Eyüp’te hem kaptan olarak genç takımda, hem de profesyonel takımda oynamaya başladım. Aynı gün içinde iki maça çıktığımı hatırlıyorum. Öğleden önce genç takımda, öğleden sonra A takımda forma giydim ve mahcup olmadığımı düşünüyorum. Yazın üç tane maç oynadığımı da biliyorum. Yazlık maçlar oluyordu. Sadece formanın üstünü değiştiriyordum.

Eyüp takımının kaptanı olarak Taksim'le yapılan bir
maçtan önce seremonide.
Atletik yapılı olduğum için hep fizik mücadelelere giren bir oyuncuydum, dolayısıyla vücudumun hiç yaradan kurtulduğunu hatırlamam. Henüz on beş - on altı yaşındayken Turgan Ece kardeşimle beni Galatasaray’a istemişti. Ama babam izin vermedi, hatta Turgan Bey’e hoşlanmadığı bir tavır koydu. Liseden sonra Hukuk Fakültesine devam ettim fakat ikinci sınıftan ayrıldım. 1960 ihtilali olmuştu, Harp Okuluna öğrenci alıyorlardı. Anneme babama haber vermeden müracaat ettim ve sınavı kazandım. Askeri elbiseyi ilk giydiğim anda zorlanacağımı düşündüm ama askeri okullarda spor çok ileriydi. Nitekim Harp Okulu takımında oynadım. Fizik kalitelerim iyi olmalı ki beni atletizm takımına da aldılar. Atletizm takımı hocasıyla futbol takımı hocasının benim için kavga ettiklerini bilirim. 10 bin metre ve maraton koşuyordum. Maratonu Harp Okulunda öğrendim, çok zor bir koşuydu. Rahmetli İsmail Akçay bizi çalıştırırdı, kendi de koşuyordu. Sabah dört buçuk – beşte kalkar, Gazi Çiftliğine koşarak giderdik. Fakat futbol benim için her zaman ön plandaydı. Atletizmden aldığım temel güç bana maçlarda çok yararlı oluyordu, hiç durmak bilmezdim.

Harp Okulunda
Üsteğmenken büyük bir vazife kazası geçirdim. O kaza sonucu beyin kanaması geçirdim ve sağ tarafıma felç geldi. Önce Çorlu’ya sonra Kasımpaşa Deniz Hastanesine kaldırmışlar. Gözlerimi orada açtım. Nejat Uygur’un ağabeyi rahmetli operatör doktor Zeki Uygur beni ameliyat etti. O çok futbol sevdalısı bir insandı. Beni ameliyat etmenin ötesinde uzun bir mücadele vererek iki sene sonra futbola döndürdü beni. Ordu beni vazife malulü olarak emekliye sevk etti. Bu bana çok koydu, çok sıkıntı çektim. Yeni evlenmiştim, ilk çocuğum doğumda ölmüştü. Darbe üstüne darbe almıştım yani. Zeki Bey o anda elimden tuttu benim ve hayata tutunmam için her yola başvurdu. Ben Allah’tan sonra onun eseriyim.

Genç teğmen Adnan Dinçer ilk
görev yeri için kura çekiyor.
Fakat hoca olmak hiç aklıma gelmemişti. O zaman uzun bir müddet işsiz kaldım. 12 Mart döneminde ordudan birçok subay ayrılmıştı. Ordudan ayrıldığımı söylediğimde neden ayrıldığımı soruyorlardı. ‘Hastalık geçirdim’ dediğimde ‘Ordudan ayrılan adam benim işime yaramaz’ düşüncesiyle geri çevriliyordum. Sınavları kazandığım halde oyalıyordu ve yine işsiz kalıyordum. Bunun üzerine tekrar Eyüp kulübüne döndüm. Daha yaşlı, daha emektar ve olgun bir durumda futbol oynamaya başladım. Fakat kulüpten aldığım para kısıtlı olduğu için hayatımı temin etmek zorunda kaldım ve iki sene boyunca taksicilik yaptım. Bunu da ilk defa açıklıyorum. Bir tek Hıncal Abi (Uluç) bilir bunu. Bir arkadaşımın 56 Chevrolet arabası vardı, onunla taksicilik yaptım. Ama çok mutlu günlerim geçti. Taksi kullanıyor, ardından antrenmana çıkıyordum.

Küçük Çekmece Lisesindeki beden eğitimi öğretmenliği yılları.
Eyüp’te takım kaptanlığı yapıyordum. 1971-73 yılları böyle geçti. Futbolu bırakana kadar orada oynadım ama o sıralarda birden kafamda bir soru oluştu: Hayat bana bu darbeyi vurduğuna göre futbol benim nasibimse niye tekrar futboldan hayatımı kazanmayayım? Oyunculuğumun son yılları topa hiç kafa vurmadan geçti. Ondan sonraki yaşamım boyunca da bu böyle devam etti. Oysa geçmişte çok kafaya kalkan bir oyuncuydum, kafa üstünlüğüm vardı.  Arkadaşlarım da benim durumumu bildiği için o pozisyonları onlara bırakıyordum. Deparım kuvvetli olduğu için kenardan oynayıp orta yapıyordum. Herhalde çok başarılı oldum ki bütün on birlerde yer alıyordum. Zaman içinde bu işi daha ciddiye almam konusunda umut belirdi bende. Yani futbolu laf olsun diye, sağlığıma kavuşayım diye oynarken daha ciddiye almaya başladım.

Küçük Çekmece Lisesi basketbol
takımını çalıştırırken.
Aynı sıralarda Küçükçekmece Lisesinde beden eğitimi öğretmenliği de yapıyordum. Bu görevi on sene boyunca sürdürdüm. Beden dersinden rekor sayıda öğrenciyi ikmale bıraktım. “Bu bir derstir ve size lazımdır,” dedim. Sınıfta bırakma niyetinde değildim elbet ama ciddiyet gösterdim. Müfettiş gönderdiler ama sonunda çok kredi kazandım. Özgüvenim iyice arttı. 1973’te Ankara’da kurslara yazıldım. Yüz kişi arasında yirmi beş kişi aldılar ve ben de seçildim. Benim gittiğim dönem çok zor bir dönemdi. O zamanki kurs arkadaşlarım Mahmut Evren, Şener Dal, Abdülmetin Kocaoğlu, rahmetli Candan Tarhan, İzmirsporlu Turgay Meto gibi ünlü futbolculardan oluşuyordu. Doğan Andaç’la da orada tanıştım. Doğan Hoca, “Niye bu işi yapmak istiyorsun?” dedi. Öykümü kısaca anlattım ona. Dinleyince hayranlıkla kabul edip, “Bu ne irade ve futbol sevgisi, ben senin gibi futbolu seven bir adam görmedim,” dedi.  Orada Serpil Hamdi Tüzün’le tanıştım. Henüz iki senelik genç bir teknik direktördü. Genç milli takımı çalıştırmıştı. Orada bize taktik dersine geldi ve tanıştık kendisiyle.

1975’te B, 1978’de A kursunu ve 1979’da teknik direktör kursunu bitirdim. Ben aslında antrenörlüğe okul takımında, Küçükçekmece Lisesinde başlamıştım. Resmi olarak ilk çalıştırdığım kulüp Süleymaniye Sirkeci idi. Takımda Galatasaray’dan gelen, benim de Eyüp genç takımından tanıdığım Doğan, İstanbulsporlu Arap Hasan, santrfor Ata, sağaçık Cengiz gibi iyi oyuncular vardı. Hepsinin yaşı benden büyüktü. O sırada bir yandan Eyüp’te top oynuyor, bir yandan da Süleymaniye’yi çalıştırıyordum. Takım kötü durumdayken iyi seviyeye gelmişti. Derken 1. Amatör kümede Eyüp takımı Şafakspor’a hoca oldum. Bunlar kimsenin bilmediği hoş anılar.


Sonra Serpil Hoca 1975’te beni çağırdı. Beşiktaş’ta Mehmet Üstünkaya’nın yeni bir futbol okulu açtığını ve sorumluluğu üstlendiğini söyledi. Benim de okulda çalışmamı istedi. Ben de kabul ettim. Serpil Hoca’yla şöyle bir anlaşma yaptık: yağmur, çamur, kar, kış, kıyamet ne olursa olsun Türk gençlerini çalıştıracağız ve Avrupa düzeyinde futbol oynatacağız. Biz üstün yetenekleri olan bir milletiz, biraz çalışma disiplini noksanlığımız var. Doğru eğitim verilmemiş. O halde biz doğru eğitim vereceğiz. Her türlü şarta katlanacak futbolcularla çalışacağız. İşte böyle çıktık yola. Başlangıçta çok az öğrencimiz vardı ama bir senede bütün İstanbul’da duyulduk. İki sene içinde Türkiye’nin en iyi takımı olduk.


Bu başarı bizi profesyonel takıma getirdi. Aynı zamanda altyapıda çalışmaya devam ediyorduk. Dünyada eşi benzeri duyulmamış bir olaydı bu. Öz kaynak düzeniyle üstyapı müşterekti o zaman. Fakat 1979 senesinde ayrılmak zorunda kaldık oradan. Aslında ben ayrılmak zorunda değildim. İki yıllık anlaşmanın sonunda Serpil Hoca’nın görevine son verdiler. Gençlerin oynadığı sene kritik bir süreç yaşıyorduk. Profesyonel takımı çok kuvvetli yapmıştık. Mehmet Ekşi’yi, Necdet’i, Bora’yı, Samet’i, Akif’i almıştık. Fakat lig çok iyi giderken gençlerle büyükler arasında bir çekişme yaşandı. Antrenmanlarda bile bir ayrım oluyordu. Bu kaliteli takım kaliteli oynamamaya başladı. Gençler sindirilmek istendi. Ama sonra biliyorsunuz o gençler yirmi sene boyunca Beşiktaş’ı uçurdu. İşte böyle Serpil Hoca’nın görevine son verildi. Onun bıraktığı gece ben de bıraktım çünkü bir dakika daha duramazdım, işin başlangıcında birbirimize söz vermiştik. Aslında benim bırakmamı istememişti. “Çok öğrenci yetiştirdik, sen devam et, onlara sahip çık,” dedi. Fakat bu dava meselesiydi. Sıradan bir kulüpte geçici bir görev olarak algılamadım olayı ben. Orada bir devrim yapıyorduk aslında. Süleyman Seba genel kaptanımızdı, istifamı kabul etmedi. Gazi Akınal başkanımızdı, kabul etmedi. Beni birkaç kez toplantıya çağırdılar. Ama kararımdan vazgeçmedim.


Oradan ayrılınca 2. Amatör kümede oynayan Yeşilköy’de bir futbol okulu açtım ve ideallerimi orada gerçekleştirmeyi hedefledim. Herkes bana deli dedi. Ama hayatımın en başarılı olaylarından biri oldu o benim. İnanılmaz çocuklar yetiştirdik. Suat Kaya, Erkan, Erhan, Cüneyt gibi birçok çocuk eğitimini orada tamamladı. Sinan ve Rıza da bana geliyordu o zaman. Ben onları almak istemedim, Beşiktaş’ta oynayacaksınız dedim. Fakat onlar Beşiktaş’ta eğitim bitti dediler. Onların ara antrenmanlarını takip edip yönlendirmeseydim, büyük bir olasılıkla Beşiktaş onlardan yararlanamayacaktı. O sene Yeşilköy sadece beş gol yiyip namağlup olarak 1. Kümeye çıktı. Genç takım İstanbul şampiyonu oldu.

Yeşilköy
Rıza Çalımbay geçenlerde Beşiktaş’a nasıl seçildiğini anlatmış. Üç kere gelmiş, seçilememiş. Üçüncüde ben seçmişim. Sonra milli takımda da oynattım onu. İlk başlarda evine gidip babasıyla tartışmışlığım bile vardır. Çocuk gelmiyor çalışmalara, yok ortada. Babası kapıcıydı, çalışırken kendisine yardım etmesini istediği için göndermiyormuş. Bakkal Hasan Efendi diye Karadenizli biri vardı, futbol hastası. Ona sordum Rıza’nın evini.  “Hocam bu çocuk futbolcu olur mu?” diye sordu. “Olur tabii ama muntazam çalışması lazım,” dedim. O zaman Rıza daha 13 yaşındaydı. Ben öyle konuşunca, Hasan Efendi “Rıza’yı yanıma çırak yapacağım, siz antrenman programını bana verin, ona göre göndereceğim,” dedi. O adamın desteğiyle biz Rıza’yı futbolcu yaptık.


Maçlarımı takip eden, yazan çizen birkaç futbol adamı vardı. Bunlar beni milli takıma tavsiye etti.  Sonuçta milli takımın yapılanması bana bırakıldı ve Türkiye’de ilk defa 14-16 yaş takımını kurdum. UEFA’ya yazıyı ellerime yazdım ve katılmasını sağladım. Başlangıçta Doğan Andaç hocam başta olmak üzere antrenörler bana karşı çıktı. Türkiye’de bu yaş grubunda milli takım olmaz dediler. Onlarla mücadele ettim, bana çok tavır koydular. Garip bir tecelli, daha sonra 14-16 yaş milli takımını Doğan Andaç da çalıştırdı. Altyapı konusunda Yılmaz Tokatlı’nın bana çok büyük desteği oldu, yaptığım işlerin hepsini onayladı. Hiç kimseye genç milli takım kamplarını kapalı tutmadım. Kendine güvenen, ‘ben milli takımda denenmek istiyorum’ diyen oyuncuyu da milli takım kampına aldım. Mesela Avcılar’da oynayan Feyyaz bu şekilde geldi milli takıma ve direkt olarak Balkan şampiyonasında santrforum oldu. 60 model Opel’ime binip bütün Türkiye’yi aylarca taradım. Takıma aldığım ilk oyuncu Kocaeli bölgesinden Metin Tekin olmuştu. Açık tribünlerde, tanınmamak için kamuflajla maç izliyordum.

Genç milli takımın bir maçında
öğrencisi Mahmut ile.
Aynı zamanda amatör ve ümit milli takımın da hocasıydım. Takımı Akdeniz Oyunlarına ve Olimpiyatlara hazırlıyordum. Rıdvan’lar, Sercan’lar hep benim öğrencimdi. Genç milli takımda Tanju, Metin, Feyyaz, Altay’dan Erdi, Turgut, kaleci Hayrettin, Fenerbahçe’den Mahmut, Galatasaray’dan Orhan, Sarıyerli Feridun, Almanya’dan Uğur Tütüneker, Burak Dilmen, Hollanda’dan Adnan Gülek – daha sonra Antalyaspor’da takım kaptanım oldu ‒ hepsi benim çalıştırdığım o milli takımın oyuncularıydı. 1960’larda çalışmak için Avrupa’ya giden ailelerin çocukları o dönemde 17-18 yaşlarındaydı. Bunlardan yararlanmak gerektiğini federasyona söyledim. O çocukları yurda getiren ilk kişilerden biriyim. Sonuç olarak, genç milli takım Avrupa finallerine gitmek için Kıbrıs’ta kamp yaptı. Ankara’da Harp Okulu ile hazırlık maçı yaptık. O maçtan sonra Finlandiya’ya gitmek için yola çıkmak üzereyken görevden alındım. Üstelik başarılarımdan ötürü A milli takımın başına getirilmiştim. Yani sadece 24 saat süren bir A milli takım hocalığım var. Ben görevden alındıktan sonra federasyon da yıkıldı. Neden görevden alındığıma dair açık bir gerekçeyi o günden beri öğrenemedim. Sadece Cumhuriyet gazetesinde yazdığım için görevden alındığım söylendi.

1975'ten beri aralıksız olarak yazdığı Cumhuriyet spor servisi çalışanlarıyla
bir yemekte. Masada İsmet Berkan, Gürcan Bilgiç, Abdülkadir
Yücelman, Yalçın Bayer gibi isimler dikkat çekiyor.
Milli takımdan ayrıldıktan sonra ilk profesyonel kulübüm Samsunspor oldu. Büyük transferler yaptığı halde sonuncu olan bir takımı aldım. Genç milli takımdan öğrencim olan Yolspor’un amatör futbolcusu Tanju ilk defa orada forma giydi. 18 yaşını Kasım ayında orada doldurdu ve Mersin’e iki gol attı. Başta oyunculara şu ültimatomu vermiştim: ya bu çalışma temposuna uyacaksınız, ya da yok olacaksınız. Kırk yaşındaki Adem buna uydu ve onu santrfor olarak oynattım. Bir yanda 18 yaşındaki Tanju, diğer yanda kırk yaşındaki Adem. Bu çok önemli bir mesajdı. Şöyle düşünülüyordu: Adnan Hoca gençlerle çalışıyor, yaşlı oyuncuları oynatmaz. Oysa ki ben çalışan oyuncuyu oynatıyordum. O zamanlar dünyanın en üst düzeyde futbol oynayan takımı Ajax’tı. O takımın temposu, oyun anlayışı beni çok cezp etmişti. Biz de ona benzer bir ekol yaratmaya çalışıyorduk. Türk futbolcusu top rakibe geçtiği zaman topa bakan, birilerinin topu almasını bekleyen ya da rakip hata yapınca topu kaparım düşüncesiyle hareket eden, tembel bir oyun oynuyordu. İşte bunu kaldırıp top rakipteyken savunmayı, kazanıldığı zaman da hücum etmeyi, yani total futbolu öğrettik. Kovacs’ın dünyaya öğrettiği futbol buydu.

Antalyaspor’a takım çok kötü bir durumdayken gittim. İkinci yarıda başına geçtiğim takım, sadece ikinci yarıda kazanılan puanlar göz önüne alındığında, o sezon şampiyon olan Fenerbahçe ve ikinci olan Beşiktaş’ın ardından üçüncü durumdaydı. Ama Antalyaspor küme düştü. Bunun üzerine başkan görevi bıraktı, ben bırakmadım. Parasızlıktan Mehmet Ekşi, Haluk, Fuat gibi yıldız oyuncular takımdan ayrılmıştı. Kendi yetiştirdiğim gençleri İstanbul’dan alıp Antalya’ya götürdüm. Şehirde büyük tepki oldu. Fakat o Antalyaspor namağlup şampiyon olup 1. Lige geri döndü.

1985-86 sezonu 2. Lig şampiyonu Antalyaspor.
Rasim Kara Beşiktaş’ta futbolu daha yeni bırakmıştı. Beni aradı, “Hocam senin yanında çalışmak istiyorum,” dedi. Kursa gitmediği için resmen antrenörlük yapamazdı. “Seni kaleci olarak alırım, oynatmam ama hazır tutarım,” dedim. Böylece onu kaleci antrenörü olarak aldım. Hakikaten o da iyi çalıştı. Ben kaleci antrenörlüğünü Türkiye’de yerleştirmek istiyordum. Avrupa’nın birçok ülkesinde kalecileri bu antrenörler çalıştırıyordu. Oysa Türkiye’de başkanın boşluğunu doldurmaktan oyuncu transfer etmeye kadar her şey teknik direktörden bekleniyordu. Doktor bir futbol takımının en önemli unsurlarından biridir. SSK hastanesinden Dr. Bekir Kumbul’u kulübe aldım. Daha sonra CHP’den milletvekilliği ve Antalya belediye başkanlığı yaptı. Burak Yılmaz’ın babası Fikret, takımımda kaleciydi. Evlenmesinde ön ayak olup nikah şahitliğini yapmıştım. Daha ilginci, 2003-4 sezonunda Burak’a da hocalık yaptım. Herhalde kendi evlendirdiği bir adamın oğlunu da çalıştıran dünyada başka bir hoca yoktur.

Antalyaspor'un yedek kulübesi. Adnan Dinçer'in iki yanında
Rasim Kara ve Dr. Bekir Kumbul. Sol başta kaleci Fikret Yılmaz.
Üçüncü sene yine devam ettim.  Takımlarda 85-90 arası dönemde üç yabancı oynayabiliyordu. O zamanlar Yugoslavlar revaçtaydı. Bir açıklama yaptım. Benim çalıştırdığım takımda yabancı futbolcu olmayacak, kendi yetiştirdiğim Türk çocuklarıyla devam edeceğim dedim. Yine başarılı bir şekilde yolumuza devam ediyorduk fakat sezon ortasında görevden alındım ve Antalyaspor küme düştü. Beş sene takım 2. Ligde oynadı. Beş sene sonra yeniden davet edildim. Bir süre sonra benim yerime İstanbul’dan sevdiğim bir arkadaşım geldi, şimdi rahmetli oldu. O sene çok başarısız geçince tekrar bana döndüler. Ben o takımı tekrar 1. Lige çıkardım.


Rüştü’yü buldum o zaman. Daha hazır değildi. Onu oynar duruma getirdim. Rüştü o sene bir trafik kazası geçirdi ve ölümle pençeleşti. Yüzü yara bere içindeydi, kalça kemiği çıkmıştı. Artık futbol oynayamaz diye rapor verdiler. O kazada Levent öldüğü için Rüştü Antalya’da istenmeyen adam olmuştu. Artık futbolu bırakmıştı. Ben kaza geçirdiğim zaman Doktor Zeki Bey’in bana aşıladığı korkmama duygusunu, enerjiyi ben de Rüştü’ye aşıladım. Bir sene ortadan kaybolmuştu. Sonra tekrar idmanlara geldi. Fakat bir gün yardımcım Çetin Aykut, “Rüştü’yle devam edemeyeceğim, çok isteksiz,” dedi. Antrenmanlarda kenarda oturuyormuş. Çağırdım, konuştum. “Ben artık kaleci olamam, idmanlara çıkmak istemiyorum,” dedi. Bırakmadım peşini, yavaş yavaş fizik kalitelerini arttırmaya başladım. Kendi başımdan geçenleri anlattım. Sonunda, “Hocam beni siz çalıştırırsanız gelirim,” dedi. Kaleci antrenörüne rağmen ben başladım çalıştırmaya. Rüştü’yü sürekli motive ede ede, futbola döndürdük. Önce Beşiktaş yöneticilerine önerdim onu, fakat ısrarıma rağmen oynayamaz raporu yüzünden almadılar. O zamanki Fenerbahçe başkanı Hasan Özaydın’a gittik. “Alın bu çocuğu,” dedim. “Hocam, sakat olduğuna dair raporlar var, Beşiktaş almadı,” dedi. Ben “Çocuğun bir şeyi yok, ben çalıştırıyorum,” diye ısrar ettim. “Peki, kefil olur musun?” diye sordu. “Evet, olurum,” cevabını verdim. Ondan sonrasını herkes biliyor zaten. Rüştü’yle ilgilenmesem bugün muhtemelen başka bir meslekteydi.

Antalyaspor'un şampiyonluk kutlamaları.
Hafize Yanar diye bir kız öğrencimiz vardı. Ben takımı çalıştırırken Atatürk Stadında atletizm idmanı yapardı. Futbola çok meraklıydı, devamlı benim antrenmanlarımı izlerdi. Daha sonra top oynamaya başladı. Büyüyünce ona akademiyi tavsiye ettim. Orayı bitirdi. Adana’da bir profesyonel takımda top oynadı. Son kez Antalya’ya gittiğimde onu ilk bayan antrenör olarak takıma aldım. Fakat çok büyük tepkiler aldım. Kulüp başkanı bile “Bu kızın resmi benden daha çok çıkıyor,” dedi. Şu anda Hafize Türk futboluna kazandırılmış üst düzeyde bir antrenör.


Kahramanmaraş 1. Ligdeyken çalıştırdım. “Çoluk çocuk” diye tabir edilen takımla Fenerbahçe elimizden zor kurtuldu, maç 0-0 bitti. Galatasaray’la Neuchatel maçının üç gün öncesinde oynadık. Erman Toroğlu’nun yönettiği maç 1-1 bitti. İki golümüz ofsayt diye sayılmadı. Zonguldak’tan Muammer’i almıştım, o ağabeylik yapıyordu takıma. Onun dışında herkes gençti. Santrfora Abdullah Avcı’yı almıştım. Galatasaray genç takımından Ahmet Genç’i aldım. Belçika’dan Selman adında 17 yaşında bir çocuğu aldım. Galatasaray’ın sahasında kendim de oynayarak üç tane Brezilyalı seçtim. Aslında iki yabancının maçta oynamasına müsaade vardı. Fakat bunlar birbirinden ayrılamıyordu. Başkana, “Üçünü de sırayla oynatırım, ayırmayalım,” dedim. Barbosa orta saha, Miranda sağ ve sol kanat, Vinicius santrfor oynuyordu ki, çok iyi bir santrfordu. Miranda da çok iyi bir oyuncuydu. Şimdi menajerlik yapıyor, milyarder oldu. Ara sıra arar beni, bana “Baba,” der. Miranda ailesiyle, Barbosa ailesiyle benim evime sığındı. Çocukların paraları ödenmedi, o kadar kötü günler yaşadık.

Bobby Robson ve Derwall’den gördüğüm iyiliği kimseden görmedim. O sene şampiyon olmuştum. Kendimi geliştireyim diye transfer paramın büyük bölümünü harcayarak yurt dışına gittim. İngiltere’de Bobby Robson’la birlikte çalıştım. Bana “Türkiye senin değerini bilmiyor, bizim ülkemizde olsaydın dünya çapında bir adam olacaktın,” demişti. Beni İngiliz Futbol Federasyonu bünyesine katacaktı. Ben o sene Emlakbank Eyüp’ü çalıştırıyordum ve 2. Ligde şampiyonluğa oynuyorduk. O sırada ikinci beyin ameliyatını geçirdim, o yüzden gitmek kısmet olmadı. Tam son kursuma rastladı, yeni bir ölüm tehlikesi atlatmıştım. Kafamdan beş buçuk santimlik bir kist alındı. İlk ameliyattan sonra beyne saplı kalan küçük bir kemik parçasının etrafında kist oluşmuş, ikinci ameliyatta onu aldılar ve tekerlekli sandalyeye mahkum olacağımı söylediler. Fakat azmim sayesinde yeniden futbola döndüm.

İngiltere'de federasyona ait futbol okulunda Bobby Robson'la.
Her gittiğim kulüpte başarılı olmama rağmen ayrıldım. Şimdi bunu düşünüyorum da ayrılmak zorunda bırakıldım. Düşünün, çok başarılıyken bir takım nedenlerle eserleriniz elinizden alınmaya başlıyor. Size karşı olanlar aynı zamanda, olay ortaya çıktıktan sonra sizin güzel işlerinize talip oluyorlar. Kötüyken kimse ilgilenmiyor ama iyiyken onlar geliyorlar, bir şekilde lobiler, siyaset, belediye, medya, arkadaşlar vs. vasıtasıyla işinizi elinizden alıyorlar. Böyle çok olay geldi başıma ve maddi anlamda da büyük kayba uğradım. Hiçbir kulüpte doğru dürüst paramı aldım diyemem.

İkinci beyin ameliyatından hemen sonra Eyüp Stadında
takımının başında sahaya çıktığında Hıncal Uluç'la.
Sefa Sirmen başkanlığındaki Kocaelispor’a gittim. İlk idmanda futbolculara E-5’i gösterip, “Bu yol nereye gider?” diye sordum. “İstanbul’a gider, Gebze’ye gider,” diye cevap verdiler. “Hayır, bu yol Avrupa’ya gider,” dedim. “Bugün burada işe başlıyoruz, siz Avrupa’da top oynayacaksınız,” dediğim zaman bana inanmadılar. Sonuçta onları Avrupa’ya götürmek Güvenç Kurtar’a nasip oldu. Ben o takıma Saffet Sancaklı, Tuncay, Bülent, Halil İbrahim gibi isimleri almıştım. Bunlar sonra Fenerbahçe’ye gitti. Saffet’i almak istediğimde Sefa Bey bana, “Saffet Sarıyer’de iyi oynayamıyor, bizde oynayabilir mi acaba?” diye endişesini belirtti. Sefa Bey’le geçen sene bir düğünde karşılaştığımızda, “Hocam Saffet’i büyük takımlara satarak elde ettiğim bütçe sayesinde yıllarca Kocaelispor’u yönettim,” dedi. İkinci yıl için kontrat imzalamıştım, bir saat sonra kontrat bozuldu. Kocaelispor’dan aldığım parayı iade ederek ayrıldım.

En zor günlerde Diyarbakır’a gittim. Futbolculara para verilmediği için aldığım parayı iade ettim. Hasbi Menteşoğlu ile çalıştım, transfer parası da dahil 1 kuruş almadım. Ben Samsunspor’dan ayrıldıktan sonra paramı İstanbul’da Yılmaz Ulusoy verdi. Kendisiyle o gün tanıştım. Bir Samsunlu olarak verdiğim hizmetten ötürü bana teşekkür etti ve transfer paramı verdi. O sezon 2. Ligde oynayan Sarıyer’e gittim. Takımı play-off maçlarına soktum. Yedi sekiz maç kala yerimi Yılmaz Vural’a bıraktım. O zamanlar “Adnan Hoca bıraktı” diyorlardı. İnsan şampiyonluğa giden takımını bırakır mı? Güngören’i şampiyon yaptım, ertesi gün kutlamalara gittim, başka hoca almışlar. Çorluspor’u şampiyon yaptım. Türkiye’de iki tane takım 3-5-2 oynuyordu o zaman; biri İviç’in Galatasaray’ı, diğeri Çorluspor. O takımla rekorlar kırdık.

Fenerbahçe altyapısını çalıştırdığı dönemde yönetici Hüsnü Çil'le bir basın
toplantısında. Adnan Dinçer'in yanında TRT spor müdürü  Kemal Deniz. 
Çorlu’dan sonra Fikret Arıcan’ın başkanlığı, Hüsnü Çil’in yöneticiliği döneminde Fenerbahçe’ye transfer oldum ve kulübün altyapısını kurdum. O sırada aynı zamanda Spor Akademisinde hocaydım. Karşı koymalara rağmen akademiden yardımcılarımı alıp Fenerbahçe’nin gençlerini eğittim. Bu semtin (Eyüp) takımının yıllarca formasını taşıdım. Eyüpspor 2. amatör kümedeyken kapanmasını önledim. Altınay maçına takımı çıkaran bendim. Üç gün içinde ikisi kaleci, bir de ben üç, toplam on kişilik bir kadroyla sahada yer almasaydık Eyüp kulübü yasal olarak kapanıyordu. O takım şampiyon oldu. Sonra 3. Lige, ardından 2. Lige çıktık. Hem Fenerbahçe’yi, hem de yardımcım Metin Tükenmez ile birlikte Eyüp’ü çalıştırıyordum. Rahmetli Hüsnü Çil o zaman Fenerbahçe yöneticisiydi. Kendi semtime yardım etmek için Ondan rica ettim, o da kabul etti.

Fenerbahçe altyapısının seçmeleri için Burhan Felek Stadında
toplanan anne-babalara konuşma yaparken.
Derwall Türkiye’ye geldiği zaman Galatasaray beni onun yardımcısı yapmak istedi. Bütün şartlarda anlaştığımız halde kontrat imzalamak üzere Alp Yalman’ın işyerine gittiğim gün saatlerce bekletildim. Bunun sebebini sorduğumda, “Sizi tanımıyorum,” diye bir cevapla karşılaştım. 1984-85 sezonunun ortasında Antalyaspor’u çalıştırmaya başladığımda İstanbul’da Galatasaray’ı 2-1 yendik.

Antalyaspor'un İstanbul'da Galatasaray'ı 2-1 yendiği
maçtan sonra.
Yakın zamanda Küçükköy kulübüne gittim. Küme düşüyorlardı, ikinci yarı patlama yaptık. Oradan 2004’te tekrar Antalya’ya döndüm. Başkan bayan hoca almamı eleştirince bıraktım. Sonra döndüm buraya, Alibeyköy kulübü rica etti, semtimiz. Aldığımda sonuncuydu, ligi ikinci bitirdik. Ertesi sene devam etmemi istediler. İlginç bir durum oldu, Kasımpaşa’yla yapılacak ilk maça çıkamadım. Benim imzaladığım kontratımı, evraklarımı yok etmişler, federasyona göndermemişler.En son iki sene evvel Eyüp’te sportif direktör olarak göreve başladım. Önceden kurulmuş bir yönetim vardı. Teknik direktörlüğü Nevruz Şerif yapıyordu ki, çok takdir ettiğim bir oyuncudur. Sportif direktör anlayışım farklı olduğu için hiç karışmadık. Maksat yönetimle oyuncular arasında köprü olmaktı. Altı ay boyunca Eyüp Stadında gece gündüz bir müteahhit gibi çalıştım. Stadı bugünkü haline getirdim. Altı ayda altı kuruş almadım. Altıncı ay biterken bir sabah başkanın talimatıyla görevime son verildi.

Kulüpleri yönetenler ya da teknik direktörler hep kendilerini geçici olarak görüyorlar. Oysa ben ölene kadar o andaki kulüpte çalışacakmışım gibi hazırlarım kendimi. Bir yandan da yarın hayatta olmayacakmış gibi hazırlıklı davranırım. Bu benim felsefem. Ben şimdi yeni bir kulüp alsam, ölene kadar o kulüpte kalacakmış gibi çalışırım. Açıkçası ben başarıya doymayan, ama başarıya doğru yoldan, sahadaki terimle, emeğimle giden bir insanım. Zaman zaman rakiplerimiz bize çok kritik yerlerde darbeler vurdu.

Robson'ın önayak olmasıyla Avustralya'ya
giden küçük oğlu Onur ile. 
Bugün Türk futbolu Avrupa’dan seçilen oyuncular dahil aldatılıyor. Menajer denilen bir takım diplomasız adamların eline düşmüş futbolumuz. O menajerlerin eline düşmüş, kul köle olmuş idarecilerin kulüp paralarını sorumsuzca harcayıp kulüpleri borç batağına soktuğu bir dönem yaşıyoruz. Devlet buna el koyup eğitim hamlesini başlatsa emin olun biz Avrupa’ya futbolcu satarız. Messi doğal yeteneklerinin üzerine Barcelona’da koyduğu eğitimle büyük futbolcu olmuştur. Türkiye oyuncu yetiştirmeli, yetişen oyuncudan onu yetiştiren kulüp de pay almalı. Eteğimizdeki taşları dökmezsek futbolumuzu düzeltemeyiz. Yanlışlarımızı da doğrularımızı da dürüstçe konuşmamız lazım. Bugün kimse futbol konuşmuyor, futbol dışı olayları konuşuyor. Bugün dünyanın her yerinde geçerli UEFA pro lisansım olduğu halde hiçbir yerden teklif gelmiyor. Ben enerjimden hiçbir şey kaybetmedim. Uygun koşullar olduğu takdirde kırk sekiz saat içinde takım kurup şampiyonluğa oynatacak kadar iddialıyım. Ama mahkeme kapılarına düşen bugünkü sistem beni içine almıyor.

  
Adnan Dinçer ve torunu Seder.