Vefa: İstanbul’da bir semt ve bu semtin adını taşıyan spor
kulübü.
Vefa: Sözünde durma, dostluğu sürdürme, sevgi bağlılığı.
Bir futbolcu düşünün ki kelimenin bu iki anlamını kendi
kişiliğinde birleştirsin. Takımı İstanbul Ligi şampiyonluğunu averajla
Fenerbahçe’ye kaptırdığı bir sezon haricinde hiçbir zaman başa güreşmediği
halde, çok cazip transfer tekliflerini forma aşkı nedeniyle geri çevirsin.
Bugün bize çok yabancı gelen bu tavrı ortaya koyan insan, adı 1942-1955
arasında formasını giyip kaptanlığını yaptığı Vefa kulübüyle özdeşleşen Galip
Haktanır, ya da lakapların yaygın olduğu o yılların unutulmaz Kör Galip’idir.
Galip Haktanır 1921’de, yani Kurtuluş Savaşının henüz
sürdüğü sırada bir tren yolculuğunda gözlerini dünyaya açar. Yunanlılar yenilip
ülkeyi terk edince ailesi İzmir’e döner ve İkinci Karantina semtine yerleşirler.
İşte futbol tarihimizde “Kör Galip” olarak ünlenmesini sağlayan lakabı bu
dönemin eseridir:
“Yunanlılar kaçarken mangalı mermiyle doldurmuşlar. Kırk
günlükken annem mama yapmak için mangalı yakmış. Mermiler patlayınca küçük bir
parça gözüme isabet ediyor, sinirleri zedeliyor, göz kapağım düşüyor. Oynarken
başımı yukarı kaldırarak denge temin ederdim. O zaman göz kapağım yukarı
çıkıyordu. Yoksa gözüm görmez olsaydı sağdan gelen toplara nasıl vuracaktım?”
Altı
yaşındayken babasını kaybeder küçük Galip. Bu olay belki de önünde yeni bir
hayatın açılmasına sebep olur: “Babam öldü. Annemin emekliliği filan yoktu.
Kardeşime annem baktı, çalışmaya başlamıştı. Bereket ev kirası yoktu. Bir sene
kadar İzmir’de kaldım. Sonra dedem geldi beni aldı. 7 yaşındayken İstanbul’a
geldim.”
İlkokulun
dördüncü sınıfını bitirince Darüşşafaka Lisesinin sınavına girer ve kazanır.
Artık bu köklü eğitim kurumunun öğrencisidir. Darüşşafaka’da küçük yaşlarda
futbola ilgi duymaya başlar. Teneffüslerde sınıf arkadaşlarıyla birlikte bezden
yaptıkları toplarla oynarlar. Futbola
olan sevgisi semeresini verir ve okul takımına seçilir.
- Okul takımına ne
zaman girdiniz?
- Sekizinci sınıfta
yani orta sondayken.
- Nasıl
seçiliyordunuz?
-
Her sene başında okul takımı seçilir, oynayabilecekler oraya girerdi. Küçük
yaşlarda sınıf maçları yapıyorduk. Orada herhalde göze girdik. Takımın bir
kaptanı vardı, şunlar şunlar gelsin diye seçerdi. Mesela 11. sınıfta spor
sorumlusu bendim, ben kimi istersem o seçilirdi ama orada iltimas diye bir şey
olmazdı. Tatillerde de Feneryılmaz diye bir takım vardı, orada oynardım. Feneryılmaz,
Çarşamba semtinin takımıydı. Lisedeyken bir aralık Beşiktaş’ta, o da sadece
hususi maçlarda oynadım. O zamanlar lise öğrencilerinin resmi maçlarda oynaması
yasaktı. Oradan Galatasaray’a geçtim, yine hususi maçlarda oynadım. Fenerbahçe’ye
geçtim, en son Vefa’ya geldim. O zamanlar dört büyük kulüpte oynayan ilk
futbolcu bendim. Benden sonra Sergen var, ama tabii kaç sene sonra.
Darüşşafaka Lisesi takımı 1939 yılında Taksim Stadında. Galip Haktanır soldan üçüncü. |
-
Beşiktaş’a girişiniz nasıl oldu?
-
Bizim mektepte öğretmen yardımcıları vardı, mütalaalara girerlerdi. Bunlardan
birisi Darüşşafakalıydı ve Beşiktaş’ı tutardı. Bizi aldı Beşiktaş’a götürdü.
Orada başladık oynamaya. Fakat o zamanlar, okulda okuyanlar resmi maçlarda
oynayamazdı. Hususi maçlarda, mesela yazın Beyoğluspor’la filan özel maç
yapılır, orada oynardık.
-
Kaçıncı sınıftaydınız?
-
9. sınıftaydım o zaman, yani lise talebesiydim. 10’da Galatasaray’a, 11’de
Fenerbahçe’ye gittim. Beşiktaş’ta oynarken yabancı bir takım geldi.
Darüşşafaka’da bir de Turan vardı, benle beraber Beşiktaş’a gelmişti. O maçta
biz yedek soyunduk. Beni oynatmadılar. Ben bunu normal gördüm çünkü yarın öbür
gün okul açılacaktı ve ben de lig maçlarında oynayamayacaktım. Ama Turan okulu
bitirmişti, oynayabilirdi. Onun yerine başkasını oynattılar. Öyle olunca biz
kızdık, ikimiz beraber ayrıldık. Galatasaraylı bir gazeteci vardı, bizi oraya
götürdü. Bu Turan Günsav bir müddet Galatasaray’da oynadı, Ankara’da lig
maçlarında oynadı, sonra sakatlanınca erkenden bıraktı futbolu. Galatasaray’da
bir sene oynadık.
Sanırım o sırada öğrencilerin resmi maçlarda oynama yasağı da kalkmıştı. Kulüp bize lisans çıkarmak için Ahmet Adem diye bir idareci gönderdi okula. Bizim okuldakilerin çoğu da Fenerbahçeliydi. Fenerbahçe’de oynamam için benim elbiselerimi sakladılar, adamı da kovaladılar. Böylece Galatasaray’a gidemedik, ertesi cumartesi on – on beş kişilik bir grup halinde Kadıköy’e gittik, böylece Fenerbahçeli olduk. Orada hususi maçlarda oynamaya başladım. Bir Beşiktaş-Fener maçı vardı, bizden önce de Vefa-Galatasaray oynadı. Beşiktaş maçında yanımdaki arkadaşla pek anlaşamadım. Öyle olunca o kızgın halimle kimseye selam vermeden ayrıldım staddan.
Galip Haktanır 1941'de Galatasaray formasıyla Şeref Stadında (sağ başta) |
Sanırım o sırada öğrencilerin resmi maçlarda oynama yasağı da kalkmıştı. Kulüp bize lisans çıkarmak için Ahmet Adem diye bir idareci gönderdi okula. Bizim okuldakilerin çoğu da Fenerbahçeliydi. Fenerbahçe’de oynamam için benim elbiselerimi sakladılar, adamı da kovaladılar. Böylece Galatasaray’a gidemedik, ertesi cumartesi on – on beş kişilik bir grup halinde Kadıköy’e gittik, böylece Fenerbahçeli olduk. Orada hususi maçlarda oynamaya başladım. Bir Beşiktaş-Fener maçı vardı, bizden önce de Vefa-Galatasaray oynadı. Beşiktaş maçında yanımdaki arkadaşla pek anlaşamadım. Öyle olunca o kızgın halimle kimseye selam vermeden ayrıldım staddan.
-
Nasıl oldu anlaşmazlık?
-
Ben maça solhaf olarak başladım. Arkamdaki solbek dedi ki, “Ya Sabri’yle oyna
ya da arkayı tut, birisi bana kalsın.” Tabii o takımda eski, kimse ona bir şey
demeyecek, ben yeni oynuyorum ya, baktım ne Sabri’yi ne arkayı tutuyor. İkinci
haftaymda, “Ben santrhafa geçeceğim, git sen solhaf oyna’ dedim. Rest çektim
yani. Maçtan sonra da o kızgınlıkla çıktım, Vefalı oldum. Ona kızmasam belki
Fenerli kalacaktım. Herhalde arkamdaki solbek de benim kalmamı istemiyordu.
- Vefa’ya girmeniz nasıl oldu?
-
Vapura binip İstanbul’a döneceğim. Vapurda Vefalılarla karşılaştım. O sırada
Vefa’da oynayan Darüşşafakalı Latif abi vardı. Bana, “Vefa’ya gelir misin?”
diye sordu, ben de olur dedim. Böylece Vefalı oldum.
-
Fenerbahçe’de az oynadınız öyle mi?
-
Az oynadım. Aslında okulu bitirmiştim o zaman. Vefalılar bölgeye gitmişler lisansımı
çıkarmaya. Bakmışlar ki Galatasaray’ın, Beşiktaş’ın, Fenerbahçe’nin hep müracaatı
var. Bölge müdürü, “Onu şahsen getirin, ben Vefa’ya giriyorum derse lisansını
çıkarabiliriz” demiş. Beni karga tulumba bölge müdürlüğüne götürdüler. “Evet,
Vefa’ya gireceğim” deyip imza attım. Böylece Vefalı oldum.
-
Kaç yaşlarında kaptan oldunuz?
-
1944’te ayağım kırıldı ve bir sene oynayamadım. Ertesi sezon yeniden oynamaya
başladım ve o sene kaptan oldum. Aşağı yukarı 25 yaşında kaptan oldum.
-
Kaptanlar otoriter miydi o zaman?
-
Bir Vefa-Galatasaray maçı yapıyoruz. Saha çamurluydu. Galiba ikinci devreydi,
bir baktım bizim Kazım sahanın dışına çıkıyor. “Gel buraya, nereye gidiyorsun?”
dedim. “Hakem beni oyundan attı,” dedi. “Nasıl atarmış, hadi gir oyuna devam
et,” dedim. Oyuna girdi ve maç öyle bitti. Ben ‘bu oynayacak’ dedim mi oynardı
o futbolcu, başkası müdahale edemezdi.
-
Hakemlerle ilişkiniz nasıldı?
-
Bir maçta düdük çalmıştı hakem, ben de topa vurmuştum. “Git topu al” dedi, ben de, “Sen git al”
dedim. Neyse bizim çocuklar getirdi topu. Aşağı yukarı takımı ben ayakta tutuyordum.
Adam vicdanen düşünmüştü herhalde, “Bunu söyledi ama içten söylemedi,
kızgınlıkla söyledi.” Yani hoşgörü sahibiydi hakemler, yoksa çık dese mecbursun
çıkmaya. Nitekim Ankara’da bir maçta, top kale çizgisini tam geçmemişti,
karambol oldu. Oyun devam ediyor, hakem düdük çaldı, “Demin vurulan şut goldü,
santra yapın” dedi. Ben, “Olmaz” dedim, itiraz ettim. Olurdu, olmazdı, takımı
çekmeye kalktım. İdareciler geldi, öyleyse ben çıkıyorum dedim, çıktım. Yani o
zaman hakemler kaptanlara epeyce müsamaha gösterirdi. Kaptanlar da otorite
sahibiydi. Bir kavga çıktığı zaman, kaptan “bitir” dediği zaman o oyuncu hakem
üzerine yürüyemezdi. Mesela hakemler Hakkı’yı oyundan atmazdı, ondan
korktukları için değil, takımı ayakta tutan oyuncu olduğu için. Mesela Maksim
gazinosuna giderdik saz dinlemeye filan. Eğer Hakkı Kaptan gibi bizden büyük
biri varsa girmezdik oraya. O kadar birbirimize saygımız, sevgimiz vardı. Mesela
benim ayağım kırıldığı zaman ambülans gelmemişti, rahmetli Hüsnü Kaptan beni
kucağına alıp dışarıdaki taksiye kadar götürmüştü. Takside Beşiktaş’a kadar
yanımda geldi. Orada beni ambülansa bindirdi, ondan sonra maça geri döndü.
-
Beşiktaş maçında mı kırılmıştı ayağınız?
-Yok,
Karşıyaka maçıydı, Şeref stadında oynuyorduk. O da maçı seyrediyordu. Öyle
insancıl biriydi rahmetli. O zaman Dumlupınar’da öğretmenlik yapıyordu. Yetim
çocukları okutuyordu.
-
Kaptanlık pazubandı yokmuş galiba o zaman?
-
Yoktu. Onu bırak çok eskiden formalarda numara bile yoktu. Sonradan numara
verilmeye başlandı.
-
Resmi maçlarda eskiden adam değiştirme yokmuş. Siz futbola başladığınızda öyle
miydi?
- Tabii,
mesela kaleci sakatlanınca çıkardı, içerden birisi kaleci olurdu. Ben bir
İstanbulspor maçında kaleye geçmiştim.
-
Birisi sakatlanıp çıkarsa takım eksik oynuyordu yani?
-
Tabii.
-
Ne zaman çıktı oyuncu değiştirme kuralı?
-
Ben futbolu bırakana kadar yoktu. Ondan sonra değişti.
-
O zaman WM sistemine göre mi oynuyordunuz?
-
Evet.
-
Hücum ağırlıklı bir sistem miydi?
-
Beş forvet vardı ama soliç ve sağiç şimdikiler gibi orta saha oyuncusu olarak
çok geri ve ileri çalışırdı. İki bek arasında santrhaf oynar, beklerin arkasına
gelen topları o kontrol ederdi.
-
Bir nevi libero gibi mi?
-
Evet.
-
O zaman libero yoktu herhalde?
- Yoktu.
O zamanlar iki yan haf – yani sağhaf ve solhaf ile sağiç ve soliç bir dörtgen
yaparlardı. Sağaçık, solaçık ve santrfor hep ileride olurdu. Sağiç soliç geriye
gelirdi. Açıklar pek geri gelmezdi, bekler de santrayı geçmezdi. Ben mesela
santrhaf oynadığım zaman senede hiç atmasam, beş altı tane gol atardım. Fakat
daha ziyade pasör olarak çalışıyordum. Gol atmaktan ziyade gol attırıyordum.
-
O zamanlar herhalde sıkı markaj, yoğun pres yoktu.
-
Daha ziyade adam adama oynanırdı ama tabii birbirlerine yardım ederlerdi. Bazen
santrfor geri gelirdi. O geri gelince, santrhafın arkası boş kalırdı. Oradan
muhacimler hücuma kalkardı.
-
Futbol oynadığınız yıllarda çok tanınmanıza rağmen Vefa’dan sonra başka takımda
oynamamışsınız. Vefa’da oynamak nasıl bir duyguydu?
-Biz
Fener’le oynadığımız zaman, Beşiktaşlılar, Galatasaraylılar bizdendi.
Beşiktaş’la oynarsak Fenerliler, Galatasaraylılar bizden olurdu. Kendi
taraftarımız azdı. Vefa semtinde Araplar vardı, onlar tutardı Vefa takımını.
Ben hiç hatırlamıyorum Vefa olarak sıkı bir seyirci desteğiyle oynadığımızı.
- Takriben
ne kadar olurdu?
- Valla hiç tahmin edemiyorum. Yüz iki yüz kişi varsa ne ala.
Vefa takımı 1946 yılında Şeref Stadında bir maçtan önce. Galip Haktanır ayakta, sağ başta. |
Futbol hayatının verimli bir döneminde, yirmi beş yaşındayken askere gider ve yedek subay olarak görev yapar.
- Askerde olduğunuz zaman lig maçlarında oynayabildiniz mi?
- 1946’da gitmiştim ben. Birkaç defa izin alarak geldim hazırlık kıtasındayken. Subaylıkta oynayamadım. Bir Beşiktaş maçına gelmiştim ama. Genelkurmaydan izin veren şahıs, “İzinli deme, kaçtım dersin” dedi. Ben de geldim alaya “kaçıyorum” dedim. “Nereye gidiyorsun?” diye sordular, “İstanbul’a maça gidiyorum” dedim. Orada Beşiktaşlılar varmış, ben daha İstanbul’a gitmeden duyurmuşlar, ‘Galip kaçarak maça geldi’ diye. Maç saati geldi, Beşiktaşlılar “izinsizdir, kaçak geldi” diye itiraz etti. Bizimkiler de “izni var” diyor. Bir- bir buçuk saat maç oynanmadı. Ondan sonra bölge müdürlüğü yetkilileri geldi. Beşiktaşlılara, “Siz maçı oynayın, hakikaten izni yoksa hükmen galip olursunuz” dediler. Onun üzerine oyun başladı. Biz yenilsek Beşiktaş şampiyon oluyordu. Berabere kalırsak veya yenersek Fenerbahçe şampiyon oluyordu. Maç 1-1 bitti, golü de ben attım. Hakkı maçtan sonra yanıma geldi, “Yahu öteki maçlara gelmezsin, bizim maça mı geliyorsun?” diye sitem etti. Yine hazırlık kıtasındayken izinli geldim İstanbul’a. Takım önceden Ankara’ya gitmiş maç için. Kulüp başkanı Remzi Tatari, “Galip izne gelir gelmez hemen atın bir uçağa, Ankara’ya yollayın” demiş. Ankara’ya gittim, bu sefer kimse itiraz etmedi, nasıl olsa izinlidir diye.
Galip
Abi futbol oynadığı yıllara ait fotoğraf ve haberleri, üzerlerine tarih ve
notlar düşerek bir arşivci titizliğiyle dosyalayıp saklamış. Birlikte gazete
kupürlerini karıştırıp o günlere dönüyoruz. 4 Aralık 1950 tarihli bir kupürü
bana gösterip soruyor:
-
‘Galatasaray mı, Vefa mı?’ Yani o zaman Vefa her an bir sürpriz yapabilecek bir
takımmış.
Gururla,
“Tabii,” diye cevap veriyor. Bu maçın neticesini sonraki kupürde görüyoruz.
Vefa Galatasaray’ı 5-1 gibi net bir skorla yenmiş.
- 5-1’lik
GS maçı, ilk golü siz atmışsınız. Lig maçı mıydı?
-
Tabii, resmi maç. Bunun da bir hikâyesi var. Şükrü Ersoy bizle Tel Aviv’e
geldi, İsrail milli maçına. Burada da başka bir tertip Mısır’la oynamıştı.
Buradaki takımın kalecisi Turgay’dı. Biz İsrail’e 5-1 yenildik. Buradaki takım
ise Mısır’ı 3-0 yendi. Tabii Turgay ile Şükrü’nün arasında büyük bir rekabet
vardı. Bir gün bizim reis Remzi Bey’in evinde otururken, Şükrü ile annesi
geldi. Çok üzgündü. “Ne oldu?” dedim. “Galip ağabey, bak ben beş gol yedim, o
hiç yemedi” diye cevap verdi. “Peki, bizim bu hafta kimle maçımız var?”diye
sordum. “Galatasaray’la” dedi. “E, biz de beş tane atarız o zaman, ödeşiriz”
dedim, sanki biliyormuşum gibi.
-
Siz maçtan önce böyle bir skor tahmin ediyor muydunuz?
-
Hayır.
-
Tabii, hiçbir maça mağlubiyet beklentisiyle çıkmadım.
-
Peki, bu farkın sebebi neydi, o gün Galatasaray mı çok kötü oynadı, siz mi çok
iyi oynadınız?
-
Biz çok iyi oynadık.
- Söz
kalecilerden açılmışken, Özcan Arkoç siz bıraktıktan sonra mı gelmişti Vefa’ya?
-
Evet.
-
İlk kulübü Vefa mıydı?
-
Evet, birileri Lüleburgaz’dan bulup getirmişti. İlk geldiği zaman yer tutmasını
bile bilmiyordu. Bizde öğrendi her şeyi. Birçok maçlarda arkadan ona, “Sağa
yanaş evladım, sola yanaş” filan derdim.
Galip
Abiyle fotoğrafları karıştırırken bir tanesi özellikle dikkatimi çekiyor. 1948
yılında, o zaman yeni açılmış olan İnönü Stadında oynanan ilk milli maçın,
Avusturya maçının kadrosu seremonide görülüyor fotoğrafta. Son derece az milli
müsabaka oynanan, üstelik milli formanın üç büyüklerin oyuncularının tekelinde
olduğu o yıllarda Galip Haktanır 6 kez milli formayı giyme başarısını
göstermiş.
-
Milli takıma hep üç büyüklerden oyuncu seçiliyordu değil mi?
- Siz
o takımlardan birisinde oynasaydınız belki daha fazla milli olurdunuz.
- O
zamanlar pek milli maç yoktu. Belki üç defa, dört defa daha fazla oynardım.
Londra olimpiyatlarına giderken 21 kişiydik kampta, üç kişi çıkartıldı. Benim
aklıma bile gelmezdi çünkü 15 gün evvel milli takımda oynamışım. Benim kadro
dışı kalacağıma hiç ihtimal vermiyordum, çünkü o kadar yedek vardı orada. Ben,
Halit Deringör ve Beşiktaşlı Hikmet – üçümüzü çıkardılar. Sonra Halit’i bir şey
yaptılar kadroya girdi; Hikmet’i de bir şey yaptılar, o da Londra’ya
gitti. Takım gitti, ondan sonra bir
hafta geçti galiba. Bir gün rahmetli Remzi Bey beni çağırdı mağazasına, bölge
müdürü gelmiş. Müdür, “Galip hazırlan, Londra’ya gideceğiz,” dedi. “Kusura
bakmayın gelemem, benim işlerim var,” dedim.
-
Peki kim karar vermişti çıkarılacak oyunculara?
- Federasyon
azaları. Nedim Kaleci, Ulvi Yenal filan vardı başta. Biri GS’li, biri FB’li.
Onlar karar veriyordu. Samim Var hiç oynamamış milli takımda, o gitti. FB’den
15 kişi filan, yani yedekler de gitti. Büyük takımların kayırılması maçlarda da
geçerliydi. Kaybettiğimiz maçlarda hakemlerin de rolü oluyordu. Hep büyük
takımları tutuyorlardı.
Gazete kupürlerini incelemeye devam ederken bir başka haber dikkatimizi çekiyor: ‘Vefa Avusturya’nın namlı Austria’sını nasıl yendi’. Galip Abi kupüre bakarak eski günlere gidiyor:
- Çok iyi bir takım kurmuştuk o zaman. Avusturyalılar ve Macarlar o zamanlar Avrupa’nın en iyi takımlarıydı, İspanyolların henüz sözü geçmezdi.
10 Aralık 1950'de Ankara'da oynanan Fransa maçında |
- Çok iyi bir takım kurmuştuk o zaman. Avusturyalılar ve Macarlar o zamanlar Avrupa’nın en iyi takımlarıydı, İspanyolların henüz sözü geçmezdi.
-
Sık sık oynar mıydınız yabancı kulüplerle?
-
O zaman Avrupa kulüpleri arasında resmi turnuvalar yoktu henüz. Her sene birkaç
yabancı kulüp gelir bizim takımlarla üç-dört maç yapardı.
1947'de Şeref Stadında oynanan İstanbul-Peşte karmaları maçında Galip Haktanır ve Ahmet Erol rakip kalede gol arıyor. |
Austria maçından bahsetmişken burada bir parantez açıp Necati Karakaya'nın bir anısını aktaralım:
“Binlerce maç seyrettim ve spiker olarak anlattım. Aklımda
kalan unutulmaz gollerden biri de Galip Abi’nin attığı bir goldü. Vefa Austria
Wien ile oynuyordu. Saha biraz çamurdu. Gazhane tarafındaki kaleye sol taraftan
bir orta oldu. Galip Abi penaltı noktasının üzerinde o gelen ortaya bir uçtu,
altıpas çizgisinin üzerinde topla buluştu ama neredeyse yere sürtünüyor.
Kafayla golü attı. Top direğin dibinden kaleye girdi. O gol hâlâ aklımdadır.”
Gözümüz çamur deryası olmuş sahada oynanan bir maç fotoğrafına takılıyor.
-
Siz çim sahada oynama şansına pek ulaşamadınız herhalde?
-
Çim sahada oynamak büyük olaydı. Bir İnönü’de vardı. Ondan evvel, 48’e kadar,
bütün sahalar topraktı. Şeref stadı, Vefa stadı, bir ara Kadıköy’e giderdik ama
fazla değil. Taksim’de de oynadım. Belki şimdi Taksim stadında maç oynayan adam
kalmamıştır. Epeyce maç oynadık orada, ama mektep maçları, Darüşşafaka’da okurken.
1946 yılında Şeref Stadında oynanan bir Beşiktaş-Vefa maçı. Galip Haktanır şut çekmiş, Süleyman Seba ve Hakkı Yeten onu izliyor. |
-
Vefa’da siz oynarken aklınızda kalan teknik direktörler kimdi?
- Tangler
var mesela, önce Galatasaray getirmişti, sonra ertesi sezon bize geldi. Rebii
Erkal var. Bir de İtalyan Giovanni gelmişti, benim son devremde. Zaten onun
yerine ben çalıştırıcı oldum. O zaman şimdiki gibi kurslar filan yoktu. “Ben
antrenörüm” deyince antrenör oluyordun. 1964 yılında federasyon Manisa’da bir
antrenör kursu açtı. O kursa katılıp diploma aldım.
1964'te Manisa'da yapılan antrenör kursuna katılanlardan bir grup. |
Bir başka fotoğrafa geçiyoruz. Teknik direktör Gündüz Kılıç Vefa kampında futbolcularla yemek yiyor.
- Gündüz Kılıç Vefa'yı bir sezon mu çalıştırdı?
-
Sanırım bir sezon. Zaten bizde bir seneden fazla dayanan antrenör yoktu.
-
İyi antrenör müydü?
- Psikolog
gibiydi. Karşısındakinin ruh durumunu anlardı, nabzına göre şerbet verirdi.
Futbolcuyu kendisine bağlamasını bilen bir adamdı.
Galip
Haktanır kursa katılıp “diplomalı antrenör” ayrıcalığını da kazanmasına rağmen
bunu sürekli yapılacak bir meslek olarak görmemiş. Henüz futbol oynadığı sırada
Kapalıçarşı’da açtığı mobilya mağazasını daha sonra Bahariye’ye taşımış ve
futbolculuk sonrası yaşamının büyük bölümünü işiyle meşgul olarak geçirmiş.
Fakat kulübü ne zaman zor duruma düşse onu yardıma çağırmış. O da ne zaman
çağırılsa ya çalıştırıcı ya da umumi kaptan olarak Vefa’nın yardımına koşmuş.
Sağdan: Cihat Arman (teknik direktör), Galip Haktanır (umumi kaptan), Nevruz Güven (yardımcı antrenör) |
-
Hangi takımları çalıştırdınız?
-
Eyüp, Beylerbeyi, Süleymaniye, Vefa takımlarını çalıştırdım.
-
Antrenörlükten ekonomik kazanç sağlayabildiniz mi?
- Hepsinde
belli bir miktar para aldım ama hiçbir zaman hak ettiğim parayı alamamışımdır. Mesela
bir aralık Vefa’yı Uzun Necdet (Necdet Ersoy) çalıştırıyordu. Takım kötüye
gidince işine son verip beni çağırdılar. Birkaç maç kazandık ve takımın durumu
düzeldi. Ondan sonra, “Ne kadar para istersin?” diye sordular. “Uzun Necdet’e
ne verdiyseniz bana da o kadar verin,” dedim. “Aaa! Ama olur mu sen Vefalısın,”
diye kestirip attılar.
1948’de çekilmiş bir fotoğrafa bakıyoruz. Fenerbahçe
Atina’da Panathinaikos ile özel maç oynamış. Takviye olarak Vefalı Galip ile
İstanbulsporlu Erdoğan Dağdelen’i de almış. “O zamanlar kulüplerimiz yabancı
takımlarla oynadığı zaman misafir oyuncuları takviye olarak oynatıyorlardı.
1950 sonlarında da Galatasaray Admira ve Sarajevo kulüpleriyle özel maçlar
yaptığı zaman İsfendiyar ve Melih’le birlikte oynamıştık.”
-
Suriye seyahatiniz de olmuş.
-
Evet, yine Fenerbahçe ile gittim 1951’de, misafir oyuncu olarak. Önce Halep’e
gittik. Sonra Şam’da maç yaptık. Beyrut’a geçtik, orada da oynayıp döndük.
Galip
Abi 1953 yılında yani futbol oynadığı sırada, Vefa Haftalık Spor Gazetesi’ni
çıkarmaya başlar.
- Vefa dergisini çıkarmak sizin fikriniz miydi?
-
Edip Akın vardı, o da Darüşşafakalıydı. Bir matbaada çalışıyordu. “Gel
çıkartalım,” dedi. Öyle başladık. Aşağı yukarı 25 hafta çıkardık galiba.
Vefa dergisinin ilk sayısı |
1950 yılına ait bir haber dikkatimi çekiyor. Manşette 'Vefalı Galibin G.Saray'a girmesi ilk sürprizi yarattı' başlığı var. Oysa Vefa formasını sırtına geçirdikten sonra başka takıma gitmediğini biliyoruz. İşin aslını anlatıyor:
“Galatasaray
beni transfer etmek istedi ve o zaman üç bin lira verdiler çekle. Ertesi gün
dışarı çıkacağım, kapının önünde bir baktım Vefalılar toplanmış, ağlayanlar,
sarılanlar. “Nereye gidiyorsun, bizi bırakma” dediler, onun üzerine caydık.
Çeki de iade ettim, daha doğrusu Orhan Ayhan’ın babasına verdim, o iade etti.
Nimet Hanım bile beni ayıpladı.”
Burada
Nimet Hanım söze giriyor: “Sen Vefalısın, Vefalı kal dedim ama sonradan pişman
oldum.”
-
O zaman ne alınabiliyordu o parayla?
-
İki tane daire alınırdı. Bu olaydan sonra, 1952-53 yıllarında Kanada’da
Montreal’e antrenör-futbolcu olarak çağırdılar. Oraya yerleşmiş eski bir
futbolcumuz vardı, ama ilk çocuğumuz yeni olmuştu, yeni iş kurmuştum henüz, o
yüzden gitmedik.
Bu
arada Vefa kulübüyle 1951’de yapılmış beş yıllık sözleşmeyi gösteriyor.
-
Burada 50 lira maaş verileceği yazıyor
ama daha fazla alıyorduk aylık. Prim ise fevkalade bir şey olursa, binde bir
verilirdi.
-
Ya transfer ücreti?
-
Yoktu transfer ücreti filan. Bir kere almaya kalktık onu da tamamlayamadık.
Galatasaray bana üç bin lira vermişti ya, bu defa Vefa üç bin lira vermeye
kalktı. Paramparça verildi, üç bin lira da tamamlanmadı öyle kaldı. Toplamda
yarısını biraz geçmiştir. Hinoğlu hin değildik biz. Çeki bozdurup üç bin lirayı
tahsil etseydik o zaman Vefa Galatasaray’a üç bin lira ödemek zorunda
kalacaktı.
-
Başka transfer teklifleri oldu mu?
-
Bir kere de Adalet kulübü teklif yaptı, sanırım 1953’te. Yedi bin lira para
veriyorlardı. İmzayı attıktan sonra da bir ay İtalya’ya göndereceklerdi
Vefalılar rahatsız etmesin diye. Ayrıca bir battaniye mağazası açacaklardı.
Adalet fabrikasının mallarını satacaklardı. Oranın müdürlüğünü yapacaktım,
ayrıca maaş alacaktım. Ama Vefalılık ağır bastı.
-
En vefalı Vefalı sizsiniz herhalde?
-
Benden başka meşhur olup da Vefa’da kalan yoktur. Hilmi Fenerbahçe’ye gitti.
Özer vardı bizde, biraz meşhur oldu, Fenerbahçe’ye gitti. Kaleci Özcan öyle.
Benden önce Şekipler filan varmış, onlar da öyle, üç büyüklere gitmiş.
-
Belki Vefa’da en uzun oynayan sizsiniz?
- Herhalde
öyle. Aşağı yukarı on beş sene oynadım.
Galip Haktanır 1953 yılında oynanan bir Beşiktaş-Vefa maçında Eşref, Vedii ve kaleci Bülent'in arasından golü atıyor. |
Son sözü futbolun, biri oyuncu diğeri gazeteci iki ünlü ismine bırakalım. Lefter 26 Temmuz 1964 tarihli Milliyet’te ‘Takımı Kurtaranlar’ başlığıyla yapılan röportajda Galip Haktanır için şöyle demiş: “Vefalı Galip defansta tek başına konuşurdu. Ortada, sağda, solda, her yerde o idi. Bitmek bilmeyen bir enerjisi vardı.”
İslam Çupi ise 16 Kasım 1982 tarihinde yine Milliyet’te 1940’ların sonundaki milli takımı analiz ederken şunları yazmış: “Santrhaf mevkiiyse yumuşak stili, topa sahip olduğu an oyunu kontralara götürme anlayışı çok değişik, hatasız pas yüzdesi yüksek, defansif fonksiyonları bir forvet ustalığında yapan Vefalı Kör Galip’e bırakılmıştı. (…) Türk milli takımı kişisel yetenekleri ve yaratıcılıkları çok yüksek oyuncularla, saha içinde Bülent-Galip ikilisini defansta kullanım biçimi ile çeyrek yüzyıl sonra dünya futbolunun gündemine gelecek stoper-libero kavramlarını çok önceleri uygulamış filozof bir ekipti.”
İslam Çupi ise 16 Kasım 1982 tarihinde yine Milliyet’te 1940’ların sonundaki milli takımı analiz ederken şunları yazmış: “Santrhaf mevkiiyse yumuşak stili, topa sahip olduğu an oyunu kontralara götürme anlayışı çok değişik, hatasız pas yüzdesi yüksek, defansif fonksiyonları bir forvet ustalığında yapan Vefalı Kör Galip’e bırakılmıştı. (…) Türk milli takımı kişisel yetenekleri ve yaratıcılıkları çok yüksek oyuncularla, saha içinde Bülent-Galip ikilisini defansta kullanım biçimi ile çeyrek yüzyıl sonra dünya futbolunun gündemine gelecek stoper-libero kavramlarını çok önceleri uygulamış filozof bir ekipti.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder