29 Eylül 2013 Pazar

Mahmut Evren - Feriköy ve Altay'da Bir Altın Kafa

Futbola İzmir’de başladıktan sonra İstanbul kulüplerine transfer olan ve daha sonra buraya yerleşip hayatını sürdüren futbolcular çoktur. Ancak bunun tersi de mevcuttur, İstanbul’da futbol oynamaya başlayıp İzmir kulüplerine transfer olan ve futbolu bıraktıktan sonra da bu şehirde yaşamayı seçen hatırı sayılır miktarda futbolcu bulunmaktadır. Bunlardan birini Orhan Berent’le birlikte ziyaret ettik. İsabetli kafa vuruşları sayesinde attığı çok sayıda gol nedeniyle “Altın Kafa” lakabıyla tanınan Mahmut Evren’in yaşam öyküsünü dinledik.



“Aslen Varna kökenli olup İstanbul’da doğmuş bir babanın çocuğuyum. Nüfus kaydımız Fatih Atikali’ye ait. Fevzi Çakmak akrabamızmış. Ağabeyim ve kardeşim İstanbul doğumlu fakat iki sene dışarıda kalmışız, ben o sırada 1941 yılında Bozüyük’te doğmuşum. Ben bir yaşındayken tekrar İstanbul’a dönmüşüz.Babam Atikali’den sonra Rami’ye taşınmıştı. Biz de orada büyüdük. Adnan Dinçer’le mahalle arkadaşıydık. Eyüp Lisesinde okurken eski spikerlerden Tuna Huş da okul takımında basket oynuyordu. Ben hem futbol takımında oynuyordum hem basket takımının kaptanıydım. O sırada amatör kümede oynayan Rami kulübünün başkanı Hüsamettin Tiyenşan bana ‘okul harçlığı’ diyerek 10 lira verdi ve böylece Rami’de oynamaya başladım. Şakir Kuruş’un oynadığı Denizgücü’nü yenerek grup şampiyonu olduk.”


Burada bir parantez açıp Mahmut Evren’in çocukluk ve okul arkadaşı Adnan Dinçer’in onun için söylediklerini aktaralım: “O dönemde benim futbol oynamamda etkin olan mahalle arkadaşlarım vardı. Bunların üç tanesi çok önemliydi. Ahmet, Mehmet, Mahmut adında Ramili üç kardeştiler. İnanılmaz güzel futbol oynarlardı. Bu üç kardeşten Mehmet daha sonra memuriyete girince futbolu bıraktı. Mahmut genç milli oldu. Daha sonra Feriköy, Altay ve Balıkesirspor’da oynadı. Mahmut Evren o dönemde Metin Oktay’dan sonra en iyi kafa vuran oyuncuydu.”

Mehmet, Mahmut ve Ahmet Evren kardeşler
Rami formasıyla.


Sözü tekrar Mahmut Evren’e bırakıp genç milli takıma nasıl seçildiğini dinleyelim: “Rami’de gol krallığında adım geçince Kemal Halim Gürgen ve Sait Selahattin Cihanoğlu beni İstanbul genç karmasına aldılar. Selim Soydan, Sabri Dino, Erkan Velioğlu gibi geleceğin ünlü futbolcuları o karmada yer alıyordu. İstanbul genç karması olarak Konya’daki şampiyonaya gittik. Buzlu havada iki tane kafa golü attım, Türkiye şampiyonu olduk. O sayede alındım o zaman genç milli takımın Viyana kadrosuna. Genç milli takımla Viyana’ya gittik. Kadroda Beşiktaşlı Erkan, Galatasaraylı Sabri, Göztepeli Nevzat, Çağlayan vardı. Hocamız Necdet Erdem’di. Amatör ligde gol krallığına gidiyorum ama o kulüplerin oyuncuları yanında Ramili Mahmut olarak biraz gariban kalıyordum. Ben ümit milli takımda kanıtladım kendimi. Nitekim Avusturya’da oynadığımız maçlarda forma giyemedim.”

İstanbul Genç Karması 1959'da bir hazırlık maçında. Ayaktakiler: Daniş (Alibeyköy), Müfit (Nişantaşı), Necdet Atsüren
(Mecidiyeköy), Gökmen (Beşiktaş), Erdoğan (Galatasaray), Hayrettin (Beşiktaş). Oturanlar: Mahmut Evren (Rami),
Ceyhun (Beşiktaş), Reşat (Galatasaray), Sabri Dino (Galatasaray), Uğur (Galatasaray).

Genç Mahmut o maçlarda forma giyemese de Rami takımındaki performansı ve attığı gollerle İstanbul takımlarının dikkatini çekmişti.  O dönemde Feriköy’ü çalıştıran Galatasaray’ın unutulmaz oyuncusu Naci Özkaya onu takımında oynatmayı çok istiyordu. “Dönünce Naci Özkaya Feriköy takımı için bir maç organize etmişti. Belki beni denemek için yapılmıştı. O gün çok göze battım. Maçtan sonra Naci Özkaya benden imza atmamı istedi.” Böylece Mahmut Evren 1961-62 sezonundan itibaren Feriköy formasıyla Milli Ligde mücadele etmeye başladı. Feriköy kulübü mütevazı bütçesiyle yer aldığı Milli Ligde Mahmut gibi genç yetenekleri keşfedip oynatarak büyük takımlarla yaptığı maçlarda onları zorluyor ve zaman zaman mağlup etmeyi başarıyordu.



1962-63 sezonunun ilk yarısında oynanan maçta Galatasaray 3-0 öne geçmiş ancak ikinci yarıda Feriköy oyuna tamamen hakim olurken Mahmut’un iki kafa golüyle maç 3-2 bitmişti. 1964-65 sezonunda Beşiktaş’la oynadıkları maça ait anısınıysa şöyle anlatıyor: “Yusuf yeni oynuyordu. Sahaya çıktık, Yusuf benim peşimde koşuyor. Demişler ki Mahmut gol atar, onu tutacaksın. Yusuf dünyada markaj yapmaz ama o zaman ilk maçları, ‘Kovala’ demişler o da kendini kanıtlamak için kovalıyor. Hocamız Eşfak Aykaç bana ‘Kaya’yı boş bırakma,’ dediği için ben de Kaya Köstepen’i kovalıyorum. Ben Kaya’yı kovalıyorum, Yusuf beni kovalıyor. Yani iki Beşiktaşlı arasında kaldım. Çok komik bir durumdu.”

Bir Beşiktaş-Feriköy maçında Mahmut Evren, kısa bir süre Beşiktaş
forması giyen Hüseyin ile mücadelede.
Bu maç vesilesiyle o zamanın idman ve oyun anlayışını sorduğumuzda şunları anlatıyor: “O zamanki antrenman teknikleri çok farklıydı. Her futbolcunun performansı farklıdır dolayısıyla onlara uygulanacak yöntemler de farklı olmalıdır ama o zaman kimse bunu bilmiyordu. Zaten tarla gibi sahalarda çalışıyorduk. Bizi dolap beygiri gibi sürekli koşturuyorlardı. Ağırlık yapar diye su içirmiyorlardı. O zamanın futbolcuları bugüne göre daha az koşuyordu. Ben orta iç oynadığım için birçoğuna göre çok koşanlardandım. İleri gidiyordum, geri geliyordum. Altay’dayken Varol Abi’den, Kazım Abi’den top almaya da geliyordum, gol de atıyordum. Orta saha biraz daha mecburdu koşmaya ama onun dışındakiler bugünkü gibi koşmazdı.” Mahmut Evren dört sezon geçirdiği Feriköy kulübünde futbolunu daha ileri seviyeye taşıyınca ümit milli takımın da değişmez oyuncusu oldu. 1964 senesinde ümit milli takımın Ankara’da Batı Almanya’yı 2-1, İstanbul’da İngiltere’yi 3-0 yendiği, deplasmanda Tunus ve Cezayir ile 1-1 berabere kaldığı maçlarda forma giydi.


Feriköy’de sözleşmesinin sona ermek üzere olduğu günlerde Beşiktaş ve Galatasaray onu transfer etmek için uğraştı fakat yeni kulübü Altay oldu. “Beşiktaş beni istemişti. Eve ‘Beşiktaşlıyız’ diye iki tane adam geldi fakat adamların tavrı hoşuma gitmedi. O dönemde Galatasaray da transfer teklifinde bulunmuştu bana. Reha Eken o zaman hipodromda müdürdü. Orada bir görüşme yapmıştık. Bir dönem de Rüçhan Adlı iki kere beni istemişti. O sırada Necati Karakaya Feriköy başkanıydı. ‘Mümkün değil, sen gidersen takım düşer, bırakamayız,’ dedi. Bir gün akşam eve gittim baktım o sırada Altay’ın hocası olan Bülent Eken 1.000 lira bırakmış, bir de not, “Mahmut uçağa atla İzmir’e gel.” O sırada gazetelerde Mahmut Beşiktaş’la anlaştı diye haberler çıkmıştı. İzmir’e bir gidip ortamı göreyim dedim. Orada zarfın içinde 40 bin lirayı elime verdiler. Sonuç olarak Altaylı oldum.”  


Mahmut Evren 1965-66 sezonundan itibaren Altay’da oynamaya başladı ve dört sezon boyunca bu takımın formasını giydi. Bu noktadan itibaren araya girmeden Altay yıllarına ait anlattıklarını aktarıyoruz: “Altay’a geldiğim sırada İstanbul’da İktisat Fakültesinde okuyordum. Okulu bitirmeme bir sene kalmıştı. Yöneticiler kaydını İzmir’e aldırırız, okulu orada bitirirsin dediler. İmza attım fakat sezon açıldıktan iki ay sonra bu kez ‘Senin işin olmuyor’ dediler. O zaman İzmir’den İstanbul’a eski yoldan gidiliyordu, çok uzun sürüyordu. Uçak çok lükstü. 7-8 sömestrin derslerine gidemedim. Burada bir iki ders verdim ama çoğu kaldı ve okulu bıraktım. Altay’daki ilk sezonumda bütün maçlarda yer aldım. İkinci sezon yedek subay öğretmen olarak Menemen’in bir köyünde görev yaptım. Beş sınıf bir arada ders yapıyordu. Ayrıca okulun müdürü bendim, dolayısıyla bir gün bile bırakamıyordum. O nedenle fazla maçta yer alamadım.”


“Benim ömrüm hep orta sahada geçti. Beni çok kişi santrfor zanneder. O mevkide de oynadım ama WM sisteminin içi vardı, çoğunlukla orada oynadım. Sonra 4-4-2 sisteminde Ayfer’le hep orta göbekte oynadık, hatta 4-2-4 de oynadık. Çok kafa golü attığım için bana pek çok kişi santrfor derdi. Kulakları çınlasın Necmi Abiye en az dört tane kafa golüm var. Öğretmenlik yaptığım sıralarda bir Karşıyaka maçında ayağım kırıldı. Şeref tribünü önünde ayağımda top varken yandan bir tekme yedim. Korkunç bir acı duydum ve yere oturdum. Gelip baktılar ama cahillik dönemi diyelim, kalkıp ayağıma basa basa duvar tarafındaki kaleye doğru bir atağa katıldım. Ciğerime bıçak saplanmış gibi hissedince içeri girdim. Kulüp binasındaki lojmanda kalıyordum o sırada. Gece ağrıdan uyuyamadım. Ayağıma kan oturmuştu. Ertesi gün sadece o kısmın röntgeni çekildi. Bir şey yok dediler.  Okuldaki görevime döndüm. Fakat birkaç hafta boyunca topallayarak yürüdüm. Bu böyle iki ay sürdü. Maça çıkıyorum, ağrı artınca oyundan çıkıyorum. Beyler sokağında çok meşhur bir doktor vardı. Bana sıcak masaj yaptı. Dört ay geçti, Göztepe ile kupa finali maçı yaklaşıyordu. Yeni Asır’da Mazhar Abi’nin (Zorlu) ağzından bir manşet gördüm: ‘Mahmut sahtekârlık yapıyor, İstanbul’a kaçacak, Altay’ı bırakacak’ anlamında bir manşet. O sırada 64 model bir Chevrolet Impala almıştım. Mazhar Abi’de de 63 modeli vardı. Bir gün silonun önünde önümü kesti, camını aç diye işaret etti. Camı açtım, ‘Buyur ağabey’ dedim. ‘Futbolcunun 64 model arabası var başkanın 63. Sen kaçmak için sahtekârlık yapıyorsun,’ dedi. Çok fena oldum, gözlerim dolu dolu dosdoğru devlet hastanesinde Orhan Cura’ya gittim, ‘Allah aşkına şu ayağımın dizden aşağı kadar bir röntgenini çekin,’ dedim. Bir süre sonra çağırdılar. ‘Ayağın daha önce kırıldı mı?’ diye sordular. Ben, ‘hayır’ deyince ‘Oğlum tam kırık senin ayağın,’ karşılığını verdi. Röntgeni havaya kaldırıp gösterdi, kemik yamuk duruyordu.”


“Ertesi sezon Altay’a Gündüz Kılıç gelmişti. O sezon bütün maçlarda yer aldım. Altay’da son sezonumda, 1968-69 sezonunda Metin Oktay Kaloperoviç’in beni istediğini söyledi. İstanbul’a dönüp okulu bitirmeyi de istiyordum. Altay’da Hayri Yorgancıoğlu görevdeydi. Beni bırakmalarını istedim. Transferin kapanmasına üç gün kalmıştı. Daha sözleşmem bitmemişti. O sıralar gazetelerin yazdığı üzere 100.000 liralık adamdım. O sırada İstanbulspor’dan Fenerbahçe’ye geçen Ercan, Ankara Demirspor’dan Galatasaray’a geçen Muzaffer ve ben en pahalı oyunculardık. Hayri Abi ‘Peki Mahmut bonservis bedelini getir bırakalım,’ dedi. Bankada 62 bin lira param vardı. Hepsini çekip verdim. Bana bir kağıt imzaladı. Hemen İstanbul’a gittim.”


“İnsanın hayatında hep keşkeler olur ama bu ‘keşke’ bana çok acı geldi ve yıllar boyunca unutamadım. Metin Abi beni Mecidiyeköy’deki evine götürdü. Eşi Servet Hanımla beni çok iyi ağırladılar. Metin Abi ile Basri Dirimli’nin jübilesinde yan yana oynamıştım. ‘Mahmut senin için Selahattin Beyazıt’la konuşacağım, ne istersin?’ diye sordu. ‘Abi ne verirseniz, okulu bitirmek için İstanbul’a dönmek istiyorum’ dedim. Bir süre düşündü, ‘100.000 liraya razı mısın?’ diye sordu. ‘Razıyım abi,’ dedim. Başkanla konuştu. Bana, ‘Yarın noterde imzayı atacaksın,’ dedi. Ertesi gün gittim, bir adam beni bekliyordu. Yönetici olup olmadığı belli değil. Önüme bir kağıt uzatıp imzalamamı istedi. Ben olayın ayrıntısını öğrenmek istediğimde ‘Sana 50.000 lira vereceğiz,’ dedi. Balıkesirspor bana 220.000 lira teklif etmişti. Ben kağıdı imzalamadım. Ardından devreye Metin Abi girdi. ‘Ben sana sonra daha çok para vermelerini sağlayacağım,’ diyerek imzalamamı istedi. Kulüp bana baştan daha düşük bir rakam söyleyip onu verse kabul edecektim fakat o belirsiz tavır yüzünden kabul etmedim. Balıkesir’e gitmek üzere havaalanına geldim. O yıllarda Balıkesir ve Bandırma’daki askeri havaalanlarına tarifeli uçuşlar yapılıyordu. Rötar olduğu açıklandı. Ben beklerken ‘Altaylı Mahmut Evren telefona’ diye bir anons yapıldı, gitmedim. On beş dakika sonra aynı anons tekrarlandı. Kimin aradığını tahmin ediyordum, yine gitmedim. Üçüncü anons yapılınca artık gitmek zorunda kaldım. Arayan Metin Abi’ydi, gözlerinden yaş geldiği belliydi. ‘Gururunla oynadık, üzdük seni, Beyazıt’la konuştum, paran hazır, evde yengen bekliyor, gel halledelim işleri,’ dedi. ‘Benim paraya ihtiyacım yok, hakikaten üzüldüm abi,’ dedim. ‘Mahmut geri dön,’ dedi. ‘Gelirim abi,’ deyip telefonu kapadım. O sırada Balıkesir uçağının kalkacağı anons edildi. Geri dönemedim, Balıkesir’e gittim.”


Böylece Mahmut Evren İstanbul’a dönmeyi hedeflerken kendini Türkiye 2. Liginde şampiyonluğa oynamak amacıyla iddialı bir kadro kuran Balıkesir’de bulmuştu. 1969-70 sezonundan itibaren Balıkesirspor forması giymeye başladı. “Balıkesir’de hocamız Suat Mamat’la birlikteydik. Orada beş sene oynadım, kaptanlık yaptım. Averajla Bolu’ya, ertesi sene bir puanla Giresun’a şampiyonluğu kaptırdık. Mükemmel bir takımımız vardı. İlk sezonumda on beş gol atmıştım. Bolu 1. Lige çıktığında kendi sahamızda 1-0 kazandığımız maçta golü ben attım. Orada da 1-1 berabere kaldık, golümüzü yine ben atmıştım.”

İki kardeş karşı karşıya. Balıkesirspor kaptanı Mahmut Evren
ve Bandırmaspor kaptanı Ahmet Evren.
Daha birkaç sezon futbol oynayacak durumda olmasına rağmen o yıllarda yaygın olan doping yüzünden 1973 yılında futbolculuk hayatına veda etmek zorunda kalmıştı: “Balıkesir’deki son senemde bir maç sırasında kasığıma diz darbesi yemiştim. Yine iddialıydık ve Zonguldakspor’la maçımız vardı. Maçtan bir gece önce, dokuz gibi eve iki doktor ile hocamız geldi. Bana bir iğne yaptılar. Ben hep erken yatar, saat 10’u geçirmezdim. Odama gittim, kitap okumaya başladım. Saat 1 oldu, 2 oldu hala uykum yok. Sabaha kadar gözümü kırpmadım. Daha sonra belediye başkanlığı yapan Kaya Sağlıkçı genel kaptandı o zaman. Derhal ona gittim, ‘Sakın beni oynatmayın’ dedim. Beni soyunma odasına aldılar, rica minnet bir iğne daha yapıldı. Maçta iki şutum direkten döndü. 85. dakikada rakip oyuncu beni makasa aldı, ayağıma korkunç bir sancı girdi. Beni dışarı aldılar, bir daha top oynayamadım. O gece de gözümü kırpmadım. Daha sonra hocalığım boyunca iğneyle gelen doktorları kovdum. O iğneler bana yapıldıktan on beş gün sonra hepatit oldum. Karaciğerim bozuldu. Bu tam üç sene sürdü. Futbolu bırakış nedenim odur. Bandırmaspor o hepatit halimle bana üç daire parası teklif etti, gitmedim. O hastalık benim hayatımı mahvetti, tedavi için Londra’ya kadar gittim.”

Mahmut Evren Feriköy'de oynarken de
talihsizliklerle mücadele etmişti.
Geçirdiği ağır hastalıktan sonra toparlanması birkaç yıl süren Mahmut Evren teknik direktörlük kursuna gitti ve C diplomasını aldıktan sonra 1977’de Altay altyapısında hocalık yapmaya başladı. Kaleci Hayrettin, kaleci Can, Erdi, Reha, Turgut Uçar gibi futbolcuların yetişmesine katkıda bulundu. Teknik direktörlük diplomasını aldıktan sonra yine Altay’da Ömeragiç ve Necdet Niş gibi hocaların yardımcılığını yaptı. Altay’ın ilk kez Türkiye 2. Ligine düştüğü 1982-83 sezonunda bir dönem Necdet Niş’le birlikte görev yaptı. “Bir maçtan sonra Necdet Abi’nin de bulunduğu soyunma odasında hayatımda öfkelenmediğim kadar kızgın bir konuşma yaptım. Takım bana kalınca Ömeragiç’in şablonuna döndüm. O sırada Türkiye’de teknik direktörlük kültürü daha emekliyordu. Ömeragiç Avrupa kültürüyle farklı bir çalıştırma şablonuna sahipti. Korkunç güç idmanları yaptırıyordu. Futbolcuların fizik gücü artıyordu. Komando idmanı gibi zor olmasına rağmen futbolcuların hoşuna gitmişti çalışma şekli. Altay’dan ailevi nedenlerle ayrıldım. Altyapıda göreve başladığım sırada evlenmiştim. Görev yaparken doğan iki çocuğum o zaman çok küçüktü. Eşim Bandırma’lıydı. İzmir’den ayrılıp Bandırmaspor’da hocalık yaptım. Ardından Balıkesirspor’u çalıştırdım.”


Toplam on üç yıl teknik direktörlük yaptıktan sonra tekrar İzmir’e dönerek Altay’da üç yıl kadar menajerlik görevini de üstlenen Mahmut Evren daha sonra spor yazarlığına devam etti. İzmir’de yayınlanan çeşitli gazetelere yazılar yazdı. Bu uğraşını halen sürdürüyor.













21 Eylül 2013 Cumartesi

Ergun Öztuna - Bizim Puşkaş

 Bir futbolcu düşünün ki daha on yedi yaşında İzmir’in önde gelen takımlarından birinde ilk on birde oynamaya başlasın. İstanbul’un büyük kulüpleri peşine düşsün. Üç yıl sonra bunlardan birine transfer olup takımın değişmez oyuncusu ve attığı gollerle şampiyonluğunda pay sahibi olsun.  Birkaç kez genç milli takımda oynadıktan sonra on dokuz yaşında A milli takımda forma giysin ve deplasmanda rakibe attığı golle beraberliği sağlasın. Futbolseverler ona o yıllarda dünyanın en ünlü futbolcusunun adını versin. Kısacası daha yirmi yaşına girmeden ulaşabileceği her türlü başarıyı elde etsin. Sonra bir anda her şey tersine dönsün, birbiri ardına gelen sakatlıklar yüzünden sık sık takımından uzak kalsın. Hatta bazen bir sezon boyunca forma giyemesin. Hatta bacaklarından sakatlandığı yetmiyormuş gibi bir maç sırasında kolu kırılsın. Her sene farklı bir takıma kiralansın.


Bütün bu güzellikleri ve talihsizlikleri peş peşe yaşayan kişi Ergun Öztuna, yani futbolseverlerin onu tanıdığı isimle Puşkaş Ergun. Çocukluk yıllarını, futbola nasıl başladığını onun ağzından dinleyelim: “16 Ağustos 1937 Uşak doğumluyum. Herkes beni Akhisar doğumlu sanır ama orman memuru olan babamın vazifesi nedeniyle Uşak’ta doğmuşum. Babam ben iki-üç yaşlarındayken Akhisar’a tayin olmuş. Beş kardeştik biz, üç erkek, iki kız. Ben ailenin dördüncü çocuğuyum. Ben yedi-sekiz yaşlarındayken babam kan kanseri oldu ve vefat etti. Tedavi için ağabeyimle birlikte İstanbul’a gitmişlerdi. Yaşım küçük diye söylemediler ama hissetmiştim. Küçük yerde böyle olaylar daha çabuk hissediliyor. Onun vefatından sonra ağabeyim bize babalık yaptı. Ağabeyim müfettişti,  Karşıyaka’ya geçince bir süre sonra bizi de oraya aldı.”

 Ergun Öztuna (solda oturan),
   Akhisar'da ağabeyi ve
       kuzenleriyle        (Hayat)
“Top oynamaya ilkokul yıllarında başladım. Okulun bahçesinde her gün maç yapardık. O zamanlar büyükler top oynayan çocuklara kızardı. Öğretmenimiz camı açıp düdüğü çalardı. Herkes içeri koşardı o zaman. Ellerimiz dayaktan pişerdi ama yine oynamaya devam ederdik. İlkokul bitince Akhisar ortaokulunda okumaya devam ettim. Orada da top oynuyordum, herkes beni seyrederdi ve herkes tanırdı. Sürekli top oynadığım için tembellik yapıyordum, derslere çalışmıyordum. Notlarım düşüktü o yüzden. Hasta Fenerli bir kimya hocamız vardı. Ben sonradan Fenerbahçe’ye gidince, ‘Ellerim kırılsaydı da ona düşük not vermeseydim,’ demiş. Ağabeylerim de Akhisar’ın Güneşspor takımında teyze çocuklarımızla beraber oynuyordu. Futbolcu bir aileydik yani. Evimiz kulüp gibiydi. Ben topla yatıyordum, topla kalkıyordum.”

                                               (Hayat)
“Ortaokulda okuduğum sırada Akhisar’dan Karşıyaka’ya taşınırken oradaki insanlar üzüldüler çünkü bizim maçlarımızı keyifle seyrediyorlardı. Oradan ayrıldığımıza ben de üzülmüştüm. Karşıyaka’ya taşındığımız ilk gün sokağa çıktım, benim yaşlarımda bir çocuk duvarda oturuyordu. ‘Kardeş, burada nerede top oynanıyor?’ diye sordum. Duvarı gösterdi. ‘Buradan aşağı atla,’ dedi. Meğer orası lisenin bahçesiymiş. O sırada yeni bir maç başlamak üzereymiş, herhalde adam eksikleri vardı. ‘Küçük, oynar mısın?’ diye sordular. ‘Oynarım abi,’ dedim ve başladık oynamaya. Herhalde güzel oynamış olacağım ki maç bitince, ‘Sen kimsin? Nereden çıktın? Okula yazıldın mı?’ diye soru yağmuruna tuttular.”

         Genç milli takımda soldan ikinci.                      (Yeni Asır)
“Liseye geçtiğimde öğlen aralarında sınıflar arası maçlar olurdu, bunlarda hep oynadım. Karşıyaka Lisesi takımında yer aldım. Lisedeyken İzmir genç karmasının seçmelerine gittim. Takımın hocası rahmetli Sait Altınordu’ydu. Genç karmaya seçildim. Ardından genç milli oldum. Yani bir anda her şeyi elde ettim. Lise 1’deyken Karşıyaka takımında da oynamaya başlamıştım (1953-54 sezonu). Zaten o zamanlar kulübün en büyük oyuncu kaynağı liseydi. Karşıyaka formasıyla İzmir liginde üç sene oynadım. Genç milli takımla İtalya ve Macaristan’da maçlara gittik. Dönüşte hem Fenerbahçe kulübü hem Galatasaray adına rahmetli Gündüz Kılıç bana talip oldu. Bizim ailede herkes Fenerliydi, benim de çocukluktan beri sempatim vardı. Fenerbahçe de bize büyük rakamlar teklif etti. Ev kirası ve 15.000 lira para verdiler. Kulüp Moda’da ev tutunca bütün ailemle İstanbul’a gelip yerleştik. Kulüp sadece maddi destek vermekle yetinmedi, Fenerbahçe’ye geldiğimde daha liseyi bitirmemiştim. Kadıköy’de liseye kaydettiler beni.”

Karşıyaka'nın genç oyuncusu Ergun
takımın ağabeyi konumundaki
sol bek Baba Cevat birlikte.
                      (Cevat Gök koleksiyonu)
Burada bir parantez açıp biraz geriye gidelim ve Ergun Öztuna’nın Puşkaş lakabına nasıl sahip olduğunu görelim. Futbol Federasyonunun daveti üzerine Macaristan milli takımı 1956 yılının Şubat ayında özel bir maç yapmak üzere İstanbul’a gelir. Macaristan o dönem dünya futbolunun en güçlü takımıdır. Onların gücünü ve popülaritesini genç kuşaklara daha iyi anlatabilmek için Messi, Ronaldo, Neymar gibi yıldızların aynı takımda oynadığını varsayalım. İstanbul’a geldikleri sırada uzun yıllardan beri eşine rastlanmayan bir kar fırtınası maçın ertelenmesine yol açar. Bunun üzerine konuk kafilenin Peşte Karması adıyla İzmir Karmasıyla iki maç yapması kararlaştırılır. Macar kafilesi gemiyle İzmir’e gider. Bundan sonrasını yine Ergun Öztuna’dan dinliyoruz: “Hava muhalefeti nedeniyle İstanbul’da maç ertelendi ve Macarlar İzmir’e geldi. Aynı vapurda bizim federasyon yetkilileri ve milli takımdan bazı oyuncularımız da vardı. Fakat yolcular indiği zaman rıhtımda toplanan herkes Macarların yanına koştu. Bizimkilerle kimse ilgilenmedi. Sait Altınordu beni de seçmişti karmaya. Maç başlamak üzere, santra olacak. Bir baktım sahaya, Puşkaş tam karşımda duruyor; yanında Hidegkuti, Czibor, Bozsik gibi adamlar. O zamanın en ünlü futbolcuları hepsi. İngiltere’ye altı gol atmışlar.” Macarlar iki maçta İzmir Karmasının kalesine toplam on dokuz gol bırakmıştı ama genç Ergun oynadığı futbolla onların da dikkatini çekmişti. “Puşkaş lakabını bana sonradan Fenerbahçe taraftarı verdi ama bunun da sebebi Macar teknik direktör Gustav Sebes’in beni beğenmesi. Türkiye’den dönerlerken, ‘İzmir’de Ergun diye iyi bir çocuk vardı,’ demesi buna vesile oldu. Ondan sonra herkes Puşkaş Ergun demeye başladı. Adeta birinci ismim haline geldi.”

                                                                      (Milliyet)
Ergun Öztuna daha 1955-1956 İzmir Ligi bitmeden İstanbul’a geldi ve Fenerbahçe’yle anlaştı. Hatta yeni takımının Ankara’da oynadığı özel bir maçta yer aldı. Karşıyaka formasıyla son maçlarını oynadıktan sonra tekrar İstanbul’a döndü ve ayağının tozuyla yeni takımının Sovyetler Birliği’nde çıktığı turneye katıldı. Fenerbahçe’nin Sovyet takımlarıyla yaptığı özel maçlarda hem oynadığı oyunla, hem centilmen kişiliğiyle göz doldurdu ve sadece Türk kafilesi ile basın mensuplarının değil ev sahiplerinin de sempatisini kazandı. Efsanevi kaleci Yaşin oynadıkları maçtan sonra Fenerbahçe idarecisi Niyazi Sel aracılığıyla ona cüzdanını hediye etti.

             Naci Erdem, Ergun Öztuna, Can Bartu.            (Hayat)
Fenerbahçe İstanbul’a dönünce kısa bir dinlenme devresinden sonra yeni sezonun hazırlıklarına başladı. Kendi seyircisi önünde oynadığı ilk maçı 9 Temmuz 1956 tarihli Milliyet şöyle yazıyordu: “Yeni mevsime transfer etmeyi düşündükleri elemanları Fenerbahçeliler genç takım içine koyarak dün kendi stadlarında, Karagümrük’e karşı denemişlerdir. 3-0 Fenerbahçe’nin galibiyetiyle biten maçta, Karşıyaka’dan transfer ettikleri Ergun en fazla göz dolduran sporcu idi. Top hakimiyeti, verdiği paslardaki isabet ve her pozisyonda iki ayağı ile attığı şütler Ergun’un büyük futbolcu olmağa namzet olduğunu göstermekteydi. Halk kendisine isim takmakta gecikmedi: PUŞKAŞ… Tip itibariyle hakikaten Puşkaş’a benziyordu.”

                                                                                                                  (Milliyet)
Genç futbolcunun Fenerbahçe’deki ilk sezonu (1956-57) oldukça başarılı geçti. O sezon İstanbul Liginde Fenerbahçe ile Galatasaray arasında nefes nefese geçen bir çekişme yaşandı. İki takım ligi aynı puanla bitirirken Fenerbahçe averajla şampiyon oldu. Üstelik şampiyonu tayin eden maç, yani Fenerbahçe-Galatasaray maçı ligin son haftasında oynandı. Devamını Ergun Öztuna’dan dinleyelim: “1956-57 sezonunda son maç Galatasaray’laydı. Yenersek şampiyon oluyorduk, berabere kalsak Galatasaray şampiyon oluyordu. İlk yarıyı Niyazi Abi’nin (Tamakan) golüyle 1-0 önde kapadık. İkinci yarı başladı bir türlü gol atamıyoruz. Galibiz fakat durum kritik, bir gol yesek şampiyonluk gidecek. Derken oyunun bitmesine beş altı dakika kala Lefter Abi ikinci golü attı. Tribünler yıkıldı, kimsenin kimseyi gördüğü yok.  2-0 garanti bir skor. Santra oldu; ben topu nasıl kaptım, nasıl sürdüm, nasıl üçüncü golü attım hatırlamıyorum. O zaman maçlar yayınlanmadığı için o golü görme imkânımız da olmadı. Galatasaray’ı 3-0 yenip şampiyon olduk. Daha sonra taraftarlar benim attığım golün krokisini halıya dokumuşlar. O halı şimdi Fenerbahçe müzesinde duruyor.”

1956 yazında Fenerbahçe'nin eskileriyle yeni transferleri bir hazırlık maçında. Bu fotoğrafı tarihi kılan özellik Beşiktaş ve sonra Galatasaray'da oynayan Ahmet Berman'ın (Büyük Ahmet) bu kadroda yer alması. Fenerbahçe'de oynamak isteyen Ahmet bazı hazırlık maçlarında forma giyer fakat federasyon izin vermeyince Beşiktaş'ta kalır. Ayaktakiler: Basri Dirimlili, Seracettin Kırklar (Kasımpaşa), Selahattin Ünlü, Akgün Kaçmaz, Şirzat Dağcı (Beykoz), Ergun Öztuna. Oturanlar: Turhan Bayraktutan (Adalet), Naci Erdem, Niyazi Tamakan, Ahmet Berman, Orhan Erkmen (Karşıyaka).
                                                                                                                                                              (Orhan Koloğlu koleksiyonu)
1957-58 sezonu da güzel başlamasına başlamıştı ama ardı ardına gelecek talihsizliklerin ilkini de bu sezonda yaşadı Ergun Öztuna: “Ertesi sezonun ilk maçını Beşiktaş’la oynadık. Onu da 3-1 yendik. Son golü kafayla ben attım. Ertesi gün gazeteler ‘Sahadaki yirmi iki kişinin en iyisi Ergun’du’ diye yazdılar. Bir sonraki maçı Galatasaray’la oynuyorduk. O maçta ilk kez sakatlandım.” Dönemin popüler dergisi Hayat 25 Aralık 1959 tarihli sayısında Ergun Öztuna ile yaptığı röportaja yer vermişti. Sakatlığın nasıl meydana geldiğini oradan aktaralım: “Turgay Kadri’ye bir top göndermişti. Ben de rahat süremesin diye onu takip ediyordum. Tam karşılıklı gelmiştik ki Kadri bir vücut çalımı yaptı. Yandan topu almak istemiş ve sağ ayağımı kaldırmıştım. Birden sol ayağımın olduğu gibi döndüğünü hissettim. Son işittiğim ses gergin bir halatın kopmasını andırıyordu. Bayılmışım.”  Yıllar sonra bizim yaptığımız röportajda yaygın olarak bilinen bir yanlışlığı düzeltmek için şunları söylüyor: “Kadri Abi o hareketi bana yapmadı. Hep, ‘Kadri sakatladı,’ derler ama doğru değil. Beni Kadri Abi sakatlamadı, kendi kendine oldu. Çok erken yaşta menisküs oldum. O zamanlar doğru dürüst tedavisi yoktu. İtalya’ya gittim ama o zaman yurt dışına gitmek problemdi. Kulüpteki yöneticiler beni sevdiği için en iyi yerlere yollamaya karar verdiler. Fakat bir türlü döviz gelmedi. Üç ay döviz bekledik. Gitmesi böyle, gelmesi de uzun sürünce sezon bitti.”

"Galatasaraylı Kadri ile Fenerbahçeli
Ergun dün Dr. Reşat Dermanver'de
buluştular. Kadri pazar günkü maçın
görünmez kazası için genç arkadaşına
geçmiş olsun diyordu."    (Milliyet)
Uzun süren sakatlık ve ameliyat döneminden sonra sahaya döndüğü ilk maçta başından geçenleri yine Hayat dergisindeki aynı röportajda şöyle anlatıyordu: “Mithatpaşa Stadındaydı. Biraz önce sahada topun peşinde koşmaya çalışıyordum. Henüz maç bitmemişti. Birisi bana doğru koşmuş, formamı ona verip şaşkın bakışlarla çimen sahadan ayrılmıştım. Koşu pistinden soyunma odasına giderken ayaklarım bana itaat etmiyordu artık. Üstelik kendimi de tutamıyor hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Gözyaşlarım bir türlü durmuyordu ki. Dört buçuk ay önce Roma’da dizkapağımdan ameliyat olmuştum ve o gün bu hadiseden sonra ilk defa sahaya çıkmıştım. İstanbulspor’la oynuyorduk. Takıma bir türlü intibak edememiş, bir serçe gibi sekerek sadece top peşinde koşmaya çabalamıştım. Henüz maç bitmemişken formamı bir başka arkadaşıma devredişim beni büyük bir hayal kırıklığına sevk etmişti.”

                                                                                  (Milliyet)

1958-59 sezonu hem Fenerbahçe hem Ergun için güzel bir sezondu. Kendisi sezonu sakatlık yaşamadan geçirirken Fenerbahçe son kez düzenlenen İstanbul Profesyonel Liginde ve hemen ardından başlayan Milli Ligin ilk sezonunda şampiyon olmuştu. İstanbul Liginin son sezonunda unutamadığı maçlardan birini şöyle anlatıyor: “Sezonun bitmesine birkaç maç kalmıştı. İstanbulspor’la oynuyorduk. Maçın sonları yaklaşmış, 0-0 devam ediyordu. Lefter Abi birkaç kişiyi çalımladı, on sekizin içinde düşürdüler. Penaltı kazandık. Lefter Abi topu bana verdi. ‘Atar mısın Ergun?’ dedi. Biraz tereddüt ettim, önce ‘Atmam,’ dedim. Biraz sonra, ‘Atarım abi,’ dedim, topu yuvarlağa diktim. Bir fotoğraf vardı, onu kaybetmişim. Ben topun başındayım, arkamda Lefter Abi, Basri Abi, Naci Abi duruyor. Yani takımın bütün klas isimlerini arkamda gördüm. Attım penaltıyı ve gole çevirdim. Biraz sonra da oyun bitti. O penaltıyı kaçırsaydım telafi edecek vaktimiz yoktu. O maçtan sonra günlerce rüyama girdi o olay. ‘Nasıl o rizikoyu aldım’ diye günlerce kendi kendime sordum.”

Fenerbahçe'nin 1958-59 İstanbul Profesyonel Liginde şampiyon olan
kadrosu Hayat dergisinin verdiği posterde. Ayaktakiler: Naci Erdem,
Can Bartu, Şeref Has, Özcan Arkoç, Avni Kalkavan, Yüksel Gündüz.
Oturanlar: Akgün Kaçmaz, Ergun Öztuna, Basri Dirimlili,
Lefter Küçükandonyadis, Nedim Günar.
                                                                  (Hasan Hüseyin Çakın koleksiyonu)
Ergun Öztuna’nın Fenerbahçe tarihine geçmesini sağlayan en önemli olaylardan biri takımın Milli Ligdeki ilk golünü atan oyuncu olmasıydı. (Genç kuşaklar için bir kez daha belirtelim, bugünkü Süper Lig 1959’da Milli Lig adıyla başlamıştı.) 21 Şubat 1959’da Mithatpaşa – bugünkü adıyla İnönü – Stadında oynanan maçta Fenerbahçe Ankaragücü’nü yenerken ilk golü Ergun Öztuna atıyordu. O yıllarda televizyon yayını olmamasının büyük bir eksiklik olduğunu vurgulayan Ergun Öztuna tarihe geçen golü konusunda şöyle konuşuyor: “On sekizin üstünden vurdum, top köşeye gitti. O golle ilgili hatırladığım bu. Yıllar sonra, Alex üç bininci golü atınca gündeme geldi. Alex’le birlikte düzenlenen bir törende bize sırtında attığımız gollerin sayısı bulunan formalar verildi.” 22 Şubat 1959 tarihli Milliyet gazetesinde maçı yazan Gündüz Kılıç, yıldız tablosu yanında Ergun’un fotoğrafı altına “Maçın en iyisi” diye not düşmüş ve onun attığı ilk golü şöyle anlatmış: “Dakika 14: 18 çizgisinin biraz gerisinde ve sağında Şeref’in hasım oyuncu sırtından dönen topunu yakalayan Ergun, fevkalade temiz bir vuruşla ilk Fenerbahçe golünü yaptı.”

                                                  (www.fenerbahce.org)

1959-60 sezonu olağan başlamıştı. Puşkaş Ergun iki lig maçında yer aldı. Fakat artık adeta rutin halini alan bir gidişat vardı. Bir sezonu sağlam geçiriyor, ertesi yıl ilk maçlarda sakatlanarak sezonu kapatıyordu. O sezon da bu seyre uygun geçti. Fenerbahçe kendi sahasında 1-1 berabere kaldığı Csepel takımıyla Macaristan’da Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası maçını oynuyordu. Maç o yıllarda Türk takımları için zafer kabul edilebilecek bir sonuçla Fenerbahçe’nin 3-2 galibiyetiyle biterken Ergun yine ağır bir sakatlık geçirmiş ve menisküs olmuştu. Bir kez daha İtalya yolunu tuttu ve ağır bir ameliyat geçirdi. O sezonun sonunda oynanan Cemal Gürsel kupası maçlarına kadar forma giyemedi.

Sürekli geçirdiği sakatlıklar yüzünden milli formayı da fazla giyememişti. İzmir yıllarında genç milli takımda oynamıştı. Tek A milli maçını Fenerbahçe’ye geldiği sezon oynadı ve 25 Kasım 1956’da Prag’da yapılan maçta Türkiye Çekoslovakya ile 1-1 berabere kalırken Ergun ilk golü attı. Ardından birkaç kez B milli takımda yer aldıktan sonra bir daha milli formayı giyme olanağı bulamadı.

Çekoslovakya maçında Ergun'un attığı gol.
                                                                                        (Milliyet)
1960’ların ilk yarısını Fenerbahçe’de geçirmekle birlikte, üç sezonda oynadığı toplam lig maçı sayısı bir sezonda oynanan maçların bile altında kalmıştı. Fenerbahçe’de en çok oynadığı mevki sol içti. Fakat iki ayağını da iyi kullandığı için farklı mevkilerde oynadığı da oluyordu. “Zaman zaman sol açıkta da yer aldım. Niyazi’den sonra rahmetli Lefter Abi’nin yanında en çok oynayan bendim.” Belki sık sık sakatlanmasının sebebi hiç sinirlenmeyen bir mizaca sahip olmasıydı. Bu sakin yapısıyla 1959 yılında düzenlenen centilmen futbolcu yarışmasında birinciliği kazanmıştı: “Oyun sırasında rakip beni biçerdi, çıkar tedavi olur sonra yine oynardım. Beni bağışlasınlar ama bugünkü futbolcuların sakatlığı çoğu zaman ciddi değil. Oyunu soğutuyorlar. Asıl önemlisi hakemi müşkül duruma düşürüyorlar. En çok üzüldüğüm konuların başında şimdiki sahalarda, şimdiki toplar ve malzemelerle oynayamadığıma üzülüyorum. İkincisi, düşündüğüm futbolu oynayamadığıma üzülüyorum. On sekiz yaşında geldiğim Fenerbahçe’de direk oynamaya başladım, on dokuz yaşında milli oldum. Her şeyi çok çabuk elde ettim ama çok çabuk da kaybettim. En centilmen futbolcu seçildim, Yapı Kredi Bankası o zaman 1.500 lira mükafat verdi. Ben rakip futbolcuyla veya hakemle uğraşmazdım, oyunumu oynamaya bakardım. Bir süre sonra oynadığım rakipler artık bana sert girmemeye başlamıştı. Maçın başlarında sert girenler olurdu ama ben kızmazdım, sonra devre arasında soyunma odasına giderken özür dilerlerdi. Ayrıca egoist de değildim. Kaleye yaklaşırken pas verecek adam arardım, ancak bulamazsam o zaman kaleye şut çekerdim.”

                                    (Hayat)
1963-64 sezonundan itibaren bir yıl başka takımda, ertesi yıl Fenerbahçe’de geçecek serüveni başladı. 1963 yılının Kasım ayında Fenerbahçe’nin emektar futbolcusu Basri Dirimlili’yle birlikte Karşıyaka’ya kiralandı. “O sene Beşiktaş’tan Şenol ve Birol, Karşıyaka’dan Ogün alınmıştı. Atom forvet adı verilen forvet hattı kuruldu. Lefter Abi de o hatta yer alıyordu. Ben ara sıra oynayabiliyordum ancak. Ayaklarım artık bana itaat etmiyordu.” Buna rağmen Kasım ayında katıldığı Karşıyaka’nın oynadığı maçların büyük kısmında yer aldı.

Basri ve Ergun Karşıyaka formasıyla.
                                                                                   (Milliyet)
Karşıyaka’da oynadığı futbolla göz doldurunca ertesi sezon tekrar Fenerbahçe formasına kavuştu. Ancak gelenek bozulmadı ve eski sakatlıkları tekrarlayınca yine sadece birkaç maçta forma giyebildi. 1965-66 sezonundaysa yurtdışından gelen bir teklifle karşılaştı ve Avusturya ikinci liginde oynayan Klagenfurt takımına transfer oldu. Ergun Öztuna bu transferin hikayesini şöyle anlatıyor: “Şükrü Ersoy o zaman Salzburg takımında oynuyordu. Bir gün bana telefon etti. ‘Klagenfurt kulübü transfer yapmak istiyor, ben de seni tavsiye ettim, atla uçağa buraya gel’ dedi. Ben o sırada bir evlilik hazırlığı içindeydim. Sürekli sakatlıklar yüzünden de artık futbolu bırakmayı düşünmeye başlamıştım. Şükrü Abi çağırınca Avusturya’ya gittim. Orada bir hazırlık maçında beni denemeye tabi tuttular. Ben maça çıktım, Şükrü Abi de sahanın kenarında sürekli koşturuyor, bağırıyor, adeta ölecek gibi bir durumda. Benden daha çok yoruldu. Beni beğenmişler, maçtan sonra anlaşma yaptık. Fakat oraya intibak etmekte epey zorluk çektim. O sırada evlilik olayı gerçekleşmedi. Bir yandan da memleketi, ailemi özlemeye başladım. Bir süre sonra annem ve kız kardeşim de Avusturya’ya geldi. Bir hafta sonu maç için deplasmana gitmiştik. Eve döndüğüm zaman baktım ikisinin de gözü ağlamaktan şişmiş. Bir süre sonra hepimiz oradaki yaşama alışmıştık. İlginç anılarımız da var, televizyonu ilk kez orada izledik mesela. Sonuç olarak mutlu bir hayatımız oldu orada ama bir sene sonra döndük.”

Klagenfurt formasıyla.
                                      (Milliyet)
Avusturya’da oynayan üç Türk futbolcusuyla röportaj yapmaya giden Necmi Tanyolaç Ergun’la ilgili izlenimlerini Milliyet gazetesinin 1 Ekim 1965 tarihli sayısında şöyle aktarıyordu: “K.A.C. ikinci ligdeki en zor maçlarından birine çıkıyor, seyirciler K.A.C.nin yeni transferinden bahsediyorlardı. Gazeteler Ergun’a ait haber ve yazılarla doluydu… Tek kelime Almanca… bilmediği halde daha ilk maçında futbolunu alkışlattı Klagenfurtlulara. Ergun’lu K.A.C. rakibini 4-0 yenmiş, Türk futbolcusu iki gol atmış, iki golün hazırlayıcısı olmuş ve herkese aynı sözü söyletmişti: “Beste Spieler” (Çok iyi futbolcu), “Beste spielmacher” (Çok iyi oyun yapıcı).”

Yurda döndükten sonra 1966-67 sezonunu Karşıyaka’da geçirdi. Ertesi sezon ilk kez 1. Ligde yer alan Bursaspor’un formasını giydi: “Bursaspor 1. Lige çıktığı sezon oraya transfer oldum. Sabri Kiraz antrenördü, beni o aldı Bursa’ya. Fakat 1. Ligde ilk maçımızı oynadıktan sonra ayağı kırıldı. Onun üzerine Bursa’nın eski futbolcusu Muhtar Tunçaltan antrenör oldu. O gelince ben takımdan kesilmeye başladım çünkü koşmamı istiyordu. Fakat üst üste sakatlıklardan fazla koşamıyordum. Yine de Bursa’da güzel günler geçirdim. Takım arkadaşlarım beni seviyordu.” Her şeye rağmen yirminin üzerinde maç oynayıp dört gol atarak takımın ligi altıncı bitirmesine katkıda bulundu.

Bursaspor formasıyla.
                                      (Fotospor)
Son yıllarıysa kendi tabiriyle “kiralık apartman gibi” geçti. 2. Ligde oynayan Nazillispor ve Rizespor ona kapılarını açtı: “Rize’de büyük bir coşkuyla karşılandım. Bugün nasıl ünlü bir yabancı oyuncu ülkemize geldiğinde havaalanında büyük bir kalabalık karşılıyor, benim karşılanmam da öyle oldu. Rize o zaman 2. Ligde oynuyor, insanların çoğu hiç Fenerbahçe’yi seyredememiş. Ben kendi çocukluğumu düşündüm. Akhisar’dayken ünlü biri gelse trene koştururduk hemen. O insanlar da yıllarca adını duydukları Puşkaş Ergun’u görmeye gelmişler.” 1969-70 sezon açılışında Fenerbahçe kadrosunun toplu olarak çektirdiği fotoğraflarda yer alsa da artık bacakları onu taşıyacak durumda değildi. Sessiz sedasız futbolu bıraktı.

Ergun Öztuna (sol alt köşede) sezon açılışında.
                                                                          (Fotospor)

Futbolu bıraktıktan sonra antrenör kursuna gitti. Seksenli yılların başında Hasan Özaydın’ın başkanlık yaptığı dönemde amatör Çengelköy Talimhane kulübünde görev yaptı ve takımını bir üst lige çıkardı. 1985-88 arasında A milli takımda önce Meszöly, ardından Coşkun Özarı’nın yardımcılığını yaptı. Son görevini Schumacher’li kadrosuyla şampiyon olan Fenerbahçe’de üstlendi: “Fenerbahçe 88-89 sezonunda şampiyon olurken Ömer Kaner’le birlikte Veselinoviç’in yardımcılığını yaptım ama ayaklarımdaki sakatlık futbolculuktan sonra antrenörlük yapmama da mani oldu. Uzun süre ayakta duramıyordum, ayaklarım hemen şişiyordu ve içeri girmek zorunda kalıyordum. O sebeple antrenörlüğü de bıraktım.”

Fenerbahçe genç takımının bir
maçında Çetin Güler'le birlikte.
                  (Çetin Güler koleksiyonu)
Ergun Öztuna’nın yaşadığı talihsizlikler futbol sahalarıyla sınırlı kalmadı. 1970’lerin ortasında evlendiği eşini birkaç yıl önce kaybetti. Ardından uzun yıllar önce ameliyatla dizlerine takılan protezler kendisini taşımamaya başladı. 2012 senesinde Fenerbahçe kulübü onu Pendik’te bir bakım merkezine yerleştirerek Marmara Üniversitesi hastanesindeki tedavisini üstlendi.  “Dizlerimdeki protezler enfeksiyon kapmış, artık bacaklarıma zarar veriyordu. Marmara Üniversitesinde Profesör Murat Bezer altı ay kadar önce ameliyatla onları aldı. Bu sefer çıktıkları yerde boşluk oluşmuş. Şimdi o boşluğun dolmasını bekliyoruz. Bir süre sonra bir ameliyat daha yapılıp yeni protezler takılacak.  Bütün bu sürece de hep Asım Hoca (Baykan) önayak oldu. Serkan da eksik olmasın ilgisini esirgemiyor. (Görüşmeyi yaptığımız Mart 2013’te Serkan Acar henüz hayattaydı.)

Fenerbahçe ve İstanbulspor'da forma giymiş eski futbolcu arkadaşlarının Mayıs 2013'teki ziyareti. (soldan): Yalçın Saner,
Yılmaz Urul, Zorbay Kalkan, Bilge Tarhan, Yıldırım İper, Cemil Turan, Ergun Öztuna.
                                                                                                                                                                  (Fotoğraf: Fethi Aytuna)
“Hayat rüzgar gibi geçti. Yetmiş altı yaşına nasıl geldiğimi hiç anlayamıyorum. Bu sakatlıklarım olmasaydı Türk futboluna damga vuracaktım muhtemelen. Fenerbahçe taraftarı çok kısa zamanda bana dünyanın en büyük futbolcusunun ismini verdi. Fakat ondan sonra ilerlemek nasip olmadı.” Ergun Öztuna’nın böyle özetlediği yaşamı hep mücadeleyle geçti. Son bir yıl içinde de eski günleri aratmayacak şekilde ameliyatlar ve yoğun bir tedavi süreci yaşadı. Neyse ki ameliyatlar semeresini verdi ve uzun bir aradan sonra yavaş yavaş da olsa tekrar yürümeye başladı. Şimdi fizyoterapist nezaretinde tedavisi sürüyor ve bundan sonra sağlıklı bir yaşama umutla bakıyor.  





  


  











14 Eylül 2013 Cumartesi

Bir Fenerbahçe - Vefa Maçı


Aslı Galip Haktanır'da bulunan bu fotoğraf, sağ köşede görüldüğü üzere 20 Ocak 1946 tarihinde çekilmiş. Vefa ve Fenerbahçe oyuncuları Vefa Stadında maçtan önce bir araya gelmiş. Fotoğrafta yer alan kişiler numara sırasına göre şöyle:

1- Galip Haktanır (Kör Galip), Vefa kaptanı. 2- Şükrü Demircioğlu (Tatar Şükrü). 3- Cihat Arman, Fenerbahçe kaptanı. 4- Halit Deringör. 5- Ahmet Erol. 6- Talha Aktaymen. 7- Murat Alyüz. 8- Mustafa Şenkal (Ördek Mustafa). 9- Selahattin Torkal. 10- Fahri Savaş. 11- Naci Bastoncu (Taka Naci). 12- Erol Keskin. 13- Fethi Tosun. 14-Niyazi Öztunç. 15- Sami Oktaymen. 16- İbrahim İskeçe. 17- Ömer Boncuk (Boncuk Ömer). 18- Emin Akar. 19- Halil Özyazıcı (Küçük Halil). 20- Muammer Tokgöz. 21- Zeki Gökbora (Pinpin Zeki). 22- Halil Köksalan (Büyük Halil).

17 numaralı Boncuk Ömer'in tabanlarına dikkatle bakarsanız kalın bir çamur tabakasıyla kaplı olduğunu göreceksiniz. Zemini balçıkla kaplı Vefa Stadında resmi bir maç oynanmak üzeredir: İstanbul Ligi 1945-46 sezonunun on üçüncü hafta (sondan ikinci hafta) maçı. Nitekim maçın ertesi günü çıkan Kırmızı-Beyaz dergisinde adı belirtilmeyen yazar da bu durumu şöyle anlatır: "Boyalı pabuçlarımız daha stadın kapısında yarıya kadar çamura gömüldü. Ocak ayında bu berraklık, bize Vefa stadında paçalarımızı bile sıvattı. Şeklen koşu pisti, hakikatte çamurla örtülü bir kenarda yerleştik... Böyle sahalarda top oynamak adeta hünerdir. Çamur öbek öbek pabuçları yalıyor, burada olsa olsa Japonların boğucu güreşi yapılabilirdi. Eski devirlerin Adnan İbrahimleri, Darüşşafakalı Halilleri, Fitil Nurileri, Balıkçı Tevfikleri bu sahada çamuru ezer amma, bugünün futbolcuları bu çamurla başa çıkamazlardı."

14. dakikada Küçük Halil'in golüyle Fenerbahçe 1-0 öne geçer. Vefa 31. dakikada Muammer'le karşılık verir. Daha sonra oyun sertleşir. Kırmızı-Beyaz'dan takip edelim: "Devrenin sonunda affedilmez bir tekme ile bir taraftan Selahattin yaralanıp çıkmış, hakem de hata yapan Vefalı oyuncuyu (Emin) müsabaka dışı etmişti. Devre bu hercümerç arasında 1-1 bitti. Onar kişi ile biten devrenin ikinci yarısı öyle başladı... Fenerbahçe çok çamurlu bir sahada kısa paslı oyuna baş vurmuştu. Vefalıların sürat ve nefes tarafı fazla idi. Hele adam adama oynamaları Fenerbahçenin oyununu büsbütün sarsmıştı. Hakim vaziyette olan Fenerbahçe bu dar çerçeve içinde bocalarken hakemle münakaşa yapan Boncuk Ömer de sahadan çıkarılınca Fenerbahçe 9 oyuncu ile başbaşa kalmıştı... İki tarafın şüt atmadan yaptığı mücadele neticeyi değiştiremedi, maç ta bir çekişme ile 1-1 berabere bitmişti."

Beşiktaş'ın şampiyon olduğu 1945-46 sezonunu Fenerbahçe ikinci, Vefa üçüncü olarak tamamladı.

11 Eylül 2013 Çarşamba

İsmet Artun - Atom İsmet

Onun bomba gibi şutlarını savurarak ün kazandığı günler ABD’nin Japonya’ya attığı iki atom bombasıyla savaşa nokta koymasına denk geliyordu. Dolayısıyla futbolseverler ona lakap bulmakta zorluk çekmediler. İsmet Artun ömrünün sonuna kadar taşıyacağı “Atom İsmet” adını iki ayağıyla çektiği sert şutlar sayesinde kazandı.


İsmet Artun ailesinin tek çocuğu olarak 20 Ocak 1924 tarihinde İstanbul’un Beşiktaş semtinde doğdu. Bu semtteki Serencebey ilkokulunu ve Ortaköy’de Boğaz kıyısındaki Gaziosmanpaşa ortaokulunu bitirdi. Bütün yaşıtları gibi o da futbol oynamaya mahalle arasındaki arsalarda, okul bahçesinde başladı ve birçok çocuk gibi o da okumasını isteyen babasının baskısıyla karşılaştı. Ne var ki o bir yandan okumayı bir yandan futbolcu olmayı kafasına koymuştu. Arkadaşları teneffüslerde kuytulara çekilip sigara içerken o cebine doldurduğu sarı leblebi ve üzümle besleniyordu.

Ortaokulu bitirdikten sonra 1941 yılında amcasının müdürlüğünü yaptığı yapı usta okulunda okumak üzere Ankara’ya gitti. Burada okurken Gençlerbirliği’nde lisanslı olarak futbol oynamaya başladı. Gençlerbirliği’nin 1945-46 Ankara şampiyonu olan kadrosunda yer aldı. O sezonun sonunda bugünkü Yıldız Teknik Üniversitesini oluşturan İstanbul Teknik Okulunda inşaat mühendisliği okumak üzere İstanbul’a döndü.

1946 yılında Gençlerbirliği Ankara'da bir maçtan önce. Sol başta Halim Çorbalı, yanında Hamdi Ülgen, altıncı sırada Hasan Polat ve sekizinci sırada İsmet Artun var. Kaleci sonradan Fenerbahçe'ye giden Erdal Kocaçimen.

İsmet Artun’un İstanbul’daki yeni takımı Vefa oldu. 1946-47’de en parlak sezonunu yaşayan Vefa, ligi şampiyon olan Fenerbahçe’yle aynı puanda bitirdi ve tek gollük bir averaj farkıyla ikincilikte kaldı. Bu başarıda büyük pay sahibi olan Atom İsmet attığı sekiz golle İstanbul gol kralı oldu. Aynı başarıyı Milli Küme maçlarında da gösterdi ve on iki maçta on bir gol attı.

      Şeref Stadında oynanan bir Fenerbahçe - Vefa maçında
Cihat Arman'a gol atarken.                 (Türkspor)

Daha sonraki iki sezonda da Vefa forması giydi. Ancak yedek subaylık görevi nedeniyle 1948-49 sezonunda sadece altı maçta oynayabildi. Askerlik hizmetini tamamladıktan sonra çalışmak üzere bir kez daha Ankara’nın yolunu tuttu. Milli Eğitim Bakanlığı ve Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü gibi kamu kurumlarında çalışırken bir yandan da ilk takımı Gençlerbirliği’nde futbol oynuyordu.

1948 yılında Vefa kadrosu Yunanistan'ın Apollon takımıyla yaptığı maçtan önce: Kaleci Abdullah, Bülent Varol,
Turan, Muammer, Mustafa, Şükrü, Galip Haktanır. Oturanlar: Zeki, İsmet Artun, Recep, Nevruz.

Gençlerbirliği’nin 1949-50 ve 1950-51’de Ankara şampiyonu olmasında attığı gollerle pay sahibi oldu. 1951 yılında yayımlanan Gençlerbirliği mecmuasının ilk sayısında ondan şöyle bahsediliyordu: “Arife tarif ne hacet: Atom İsmet bu… Yalnız bazen radyo karbonu fazla geliyor ki sahadan çıkarılmak lüzumunu ihtiyar ediyor. Latife-i târiz bertaraf (iğneleyici latif bir yana), siyah-kırmızılı hücum hattını neticeye götüren âmillerden biri de İsmet’tir. Hele topla giderken arkadaşlarına da nazar eylese?”

1945 yılında Gençlerbirliği'nin forvet hattı: (soldan) Halim Çorbalı, İsmet
Artun, Ali Polat, Burhanettin Doğançay (sonradan dünya çapında ünlü
bir ressam oldu), Hamdi Ülgen.
                                                       (Tanıl Bora'nın "Ankara Rüzgarı" kitabından)

Gençlerbirliği ilk yurtdışı seyahatini 1951 Mayıs ayında Suriye, Lübnan ve Ürdün’e yapmış, bu ülkelerde çeşitli maçlar oynamıştı. İsmet Artun da bu seyahatte yer aldı. Döndüğünde Ankara’nın bir başka güçlü takımı Demirspor’a transfer oldu. Fakat devir henüz amatörlük devriydi. Transfer karşılığı yüklü bir ücret almak söz konusu değildi. O sıralarda oğlu Melih dünyaya geldiğinde kulübün ona verdiği hediye doğumun DDY hastanesinde gerçekleşmesi oldu.

Demirspor'un 1952 yazında Almanya'da çıktığı turnede bir maç sırasında.
İsmet Artun 1954’e kadar Ankara Demirspor’da oynadıktan sonra futbolu bıraktı. Henüz profesyonelliğin yaygınlaşmadığı yıllarda geçim derdine düşüp düzenli bir işte çalışmanın yolunu arayan insanlar için otuz yaş futbol oynamak bakımından çok geçti. 1956’da İstanbul’a tayini çıktı. Burada Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğünde görev yaptı. İnönü Stadının 1960’ların başında yapılan yeni açık tribününün kontrol mühendisliğini üstlendi. Futboldan kopamadığı için 1960’ların ortasında Vefa kulübünün yeni seçilen yönetiminde görev aldı. Vefa 1964-65 sezonunda 2. Ligde şampiyon olup Türkiye 1. Ligine döndüğünde takımın umumi kaptanlığını yapıyordu.

İsmet Artun (sağ başta) 1964-65 sezonunda, Vefa'nın
şampiyonluğunun belli olduğu Beyoğluspor-Bursaspor
maçını heyecan içinde izliyor. Yanında saatine bakan Vefa
antrenörü İbrahim Tusder.
                                                                                        (Milliyet)
Vefa 1974’te nihai olarak 2. Lige düştükten sonra çok sevdiği kulübünü zor günlerinde yalnız bırakmadı ve bir kez daha yönetimde görev alarak ikinci başkanlığı üstlendi. Ne var ki bir avuç yöneticinin fedakârca çabaları yeterli olmadı ve Vefa, bütün bir şehrin desteğini arkasına alan Anadolu kulüpleriyle rekabet edemedi. İsmet Artun bu ikinci dönemden sonra bir daha yönetimde görev almadı.

Vefa'nın iki İsmet'i 70'li yılların sonunda
Vefa Stadında bir arada. İsmet Artun
(Atom - solda) ve İsmet Yamanoğlu
(Tahtabacak - sağda).
1988’in soğuk bir kış gecesi ansızın felç geldi. Hastaneye kaldırılan İsmet Artun on gün kadar yattıktan sonra biraz düzelir gibi olduysa da ikinci darbeye dayanamadı ve henüz altmış dört yaşındayken, 6 Aralık 1988'de vefat etti. Kim bilir, belki o sıralar artık 3. Lige düşmüş olan Vefa’nın durumuna yüreği dayanamamıştı. 

Paylaştığı bilgiler ve fotoğraflar için merhum İsmet Artun'un oğlu Melih Artun'a teşekkür ederim.