On yıl kadar önce lig tarihiyle ilgili bir dosya için eski
gazeteleri karıştırırken Beykoz kadrosunda bir isim dikkatimi çekmişti. Takım
kadrolarının Büyük Mehmet, Küçük Mehmet diye yazıldığı, bir üçüncüsü daha olursa
Mehmet III diye adlandırıldığı yıllarda, takımdaki tek Mehmet olmasına rağmen muhtemelen
kulağa hoş gelen soyadından ötürü sadece Ekerbiçer olarak tanınıyordu. Üstelik
bu soyadını pekiştirircesine bir basketbolcu gibi çok uzun boylu olduğu
görülüyordu fotoğraflarda. O günden sonra Mehmet Ekerbiçer ile tanışıp
konuşmayı çok istedimse de çok uzun bir süre bunu gerçekleştiremedim. Uzun
yıllar formasını giydiği Beykoz’da artık irtibatı olan kimse kalmamıştı. En son
birkaç yıl önce bir takım arkadaşının cenazesinde görülmüştü. Konuştuğum bazı
kişiler gayet emin bir tavırla onun çoktan öldüğünü söylüyordu. Bir kısmı
Bebek’te, bir kısmı Arnavutköy’de oturduğunu söylese de yaşayıp yaşamadığından
emin değildi. Sonunda arayışlarım beni Arnavutköy’de İstanbul’un eski amatör
kulüplerinden Boğaziçi Spor Kulübüne götürdü. Nihayet bu kulüpte görev yapan
Kadir Hoca’nın vasıtasıyla Mehmet Ekerbiçer’e ulaşabildim.
Bir zamanlar 1.92’lik boyuyla ceza sahasında kuş uçurtmayan
Ekerbiçer artık rahatsızlığı nedeniyle evinden çıkamıyordu. Yaşlanınca boyunun
da çektiğini ve 1.90’a indiğini gülerek söyledi. Artık fazla yürüyemiyordu ama
hafızası yerli yerindeydi. Yüzme ve sutopuyla başladığı spor hayatını,
Boğaz’daki çocukluk günlerini, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’nin
durumunu, Mersin ve Beykoz günlerini, Beykoz kundura fabrikasındaki çalışma
şartlarını, memleket siyasetindeki çekişmelerin buraya yansımasını, futbolculuk
anılarını, Kelle İbrahim’i gayet detaylı şekilde uzun uzun anlattı. Araya
sadece gerektiği zaman girerek sözü ona bırakıyorum:
“1923 Mayıs’ında İstanbul’un Kanlıca semtinde doğdum. Rahmetli
babam Arnavutköy Kız Kolejinde bahçıvan olarak çalışıyordu. Zaten soyadımız da
onun mesleğinden geliyor. Sekiz yaşındayken Yugoslavya’dan göç etmiş buraya.
Ben doğduğum sırada İstanbul halen İngilizlerin işgali altındaymış. Benim doğumumu
haber verdiklerinde o zaman otobüsler filan yok, Şirketi Hayriye vapurları var.
Vapur Kanlıca iskelesine yanaşırken babam atlamış vapurdan. Tam eve gidecekken
İngiliz polisi yakalamış bunu. Babam İngilizce bilmez, onlar Türkçe bilmez, bir
tercüman bulunmuş. Babam, ‘Beni general gibi bir adamın yanına götürdüler,
apoletleri filan gösterişli bir subaydı,’ diye anlatırdı. Subay, ‘Niye atladın
vapurdan?’ diye sormuş. Babam, ‘Bir çocuğum dünyaya geldi, onun heyecanıyla
atladım,’ demiş. Subay, ‘Otur bakalım şuraya,’ deyince babam eyvah şimdi beni
içeri atacaklar diye düşünmüş. Subay bir askere talimat vermiş. Asker biraz
sonra elinde bir paketle dönmüş. Meğer çikolata yaptırmış. Subay, ‘Al bunu,
hemen evine git,’ demiş. Babam hapse girmeyi beklerken çikolata paketini
görünce şaşırıp kalmış tabii.”
“Ben babamın ilk çocuğuydum. Rahmetli annemin benden büyük
bir çocuğu daha var. Annem dulmuş, babamla ikinci evliliğini yapmış. Benden
küçük iki kardeşim daha vardı, Refik ve Nermin adlarında, ikisi de rahmetli oldu.
Ailede benden başka kalan olmadı. Ben
yedi yaşındayken babam kız kolejinde çalıştığı için Arnavutköy’e geçtik, geçiş
o geçiş. İlkokulu Arnavutköy’deki 25. Mektepte okudum. Ortaokulu Gaziosmanpaşa
Ortaokulunda okudum, hani şu Ortaköy’de yanan ahşap binadaki okulda. Liseyi
Mersin’de deniz lisesinde okudum.”
“Ben futboldan önce yüzücüydüm. Galatasaray’ın şimdi Bebek
parkının olduğu yerde denizcilik şubesi vardı. O zaman yüzmede ve kürekte
Galatasaray’ın üstüne kulüp yoktu. Çok iyi yüzücüler vardı. Mesela İbrahim Sulu
fakir bir çocuktu, 13 yaşında Boğaz’ı geçmede birinci olmuştu. Kimse sahip
çıkmayınca Kelle İbrahim alıp Beykoz’a getirmişti onu. Beykozlu olarak kaldı.
Ben de 13-14 yaşlarında yüzücü olmuştum. Boğaz’ı geçme müsabakalarına
katılırdık. Anadoluhisarı’ndan atlardık, yalıların önünden geçip Bebek’te
iskeleye çıkardık. Tabii yüzerken akıntı şartlarını dikkate almak lazımdı. Grup
halinde Anadoluhisarı’ndan atlardık. Evvela Rumelihisarı’nın orada bir fener
var, o fenere doğru yüzerdik. Akıntı bizi aşağı doğru atar, Kandilli açıklarına
gelirdik. Sonra yüze yüze Bebek koyuna gelirdik. O zaman Feyziati Lisesi vardı,
Bebek’le Arnavutköy arasında. Orası meşhur bir liseydi, sonra ismini Boğaziçi
Lisesi yaptılar. Feyziati Lisesine doğru yüzülürdü. Orada da anafor suları
aşağı doğru akardı, yani ters akıntı. O suları bilmeyen Arnavutköy tarafına
düşerdi, Bebek’e yayan gelirlerdi. Boğaz’ı geçmede, yabancılar dahil aşağı
yukarı 200 kişi katılırdı. Benim altıncılığım, yedinciliğim vardı o yarışlarda.
Boğaz’ı geçme dışında adalar arası yarışlar yapılırdı. Burgaz’dan atlardık,
Heybeli’ye yüzerdik.”
“Galatasaray’da yüzmenin yanında sutopu da oynadım. O
zamanlar Büyükdere’de denizde açık bir yüzme havuzu vardı. Yirmi beş metre
boyundaydı. Etrafı direklerle çevriliydi. Dalgalar geldiği zaman havuza
girerdi. Büyük bir gemi geçtiği zaman sallıyordu mesela. Aslında sutopu
maçlarının kapalı havuzda yapılması lazımdır ama o zaman öyle bir imkân yoktu.
Küreğe de merakım vardı ama Suat Erler bize kürek çekmeyi yasaklamıştı çünkü
yüzme sporunun geliştirdiği adale yapısıyla kürek sporunun geliştirdiği adale
yapısı birbirine tamamen zıttır. Yüzücülerin hocası rahmetli Suat Erler ve
Abbas Sakarya idi. Kürekçilerin hocası Adnan Akıska idi. Galatasaray’ın
denizcilik şubesinde kürekçilerle yüzücüler bir türlü anlaşamazlardı. Suat
Erler Almanya’da, Abbas Sakarya Macaristan’da ihtisas yapmış insanlardı. Suat Hoca müsaade etmediği için kürek
yapamadım. İstanbul Yüzme İhtisas kulübünü kuran insandır aynı zamanda Suat
Erler. Yüzde yüz amatör bir sporcuydu rahmetli.”
“1941 senesinde Almanlar Rusya’ya taarruz etmişti. Zaten
bütün Avrupa’yı da işgal etmişlerdi. Onlarla birlikte savaşa katılmasak da
Almanların destekçisiydik. Bulgaristan ve Romanya’yı da ele geçirmişlerdi. O
zaman rahmetli İnönü, millet aç kalmasın diye ekmeği vesikayla dağıtıyordu
millete. Ben o zaman on sekiz yaşındaydım, Heybeliada’daki bahriye mektebine
yazılmıştım. Ondan önce imtihanlara gittik, sağlık muayenesinden geçtik.
Almanlar Rusya’ya saldırırken Türkiye de boş durmadı. Kuleli askeri lisesi
Konya’ya taşındı. Bahriye mektebi de Mersin’e taşındı. Biz imtihanlara
Heybeliada’da girdik ama orada okumak nasip olmadı, Mersin’de okuduk. İzmir’de
fuar yüzme müsabakalarına İstanbul’u temsilen katılmıştım. Şazi Tezcan hem hakemdi,
hem İstanbul su sporları ajanıydı. Bana göstermişti İzmir gazetelerinden
birinde sonuçları, ben de çok sevinmiştim bahriye mektebini kazandım diye.”
“Mersin’e yeni geldiğim sırada Refah faciası denen olay
meydana gelmişti. O senelerde Türk hükümeti İngiltere’den savaş gemisi almak
için en kalburüstü subaylarını Refah gemisiyle Mısır’a gönderirken, gemi
Akdeniz’de vurulup battı. Orada birçok genç ve yetenekli subayımız hep öldüler.
Tarihimizde Refah faciası olarak bilinir bu olay. Spora yüzmeyle başladık ama
bahriye mektebine girince yüzmeyi unuttuk. Mersin’de köpekbalıkları sahile
kadar geliyormuş, o yüzden yüzmezdik. O sebeple futbola başladık. Mersin’de
henüz okurken Denizgücü takımında da oynuyordum. O zaman Mersin İdman Yurdu,
Adana Demirspor, Torosspor gibi takımlar yani hem Mersin hem Adana takımları
Çukurova liginde bir arada oynuyordu. O zamanlar Mersin İdman Yurdu’nun en
büyük rakibi Adana Demirspor’du. Adana Demirspor’da meşhur Muharrem Gülergin
vardı. Futbolculuğunun yanı sıra çok iyi bir yüzücü ve sutopçuydu. Türkiye
birincilikleri vardı. Muharrem de benim gibi santrhaf oynardı ama Çukurova
karması yapıldığı zaman santrhafa beni koyarlardı. Muharrem başka mevkide
oynardı.”
Çukurova karması Eylül 1945'te Fenerbahçe Stadında. Ekerbiçer soldan ikinci futbolcu. (Kırmızı Beyaz) |
“Futbol, voleybol, basketbol – bütün bu müsabakalarda
Mersin’de birinciliği kimseye kaptırmazdım. O yüzden şimdi adı Mersin’deki spor
salonuna verilmiş olan Edip Buran benim üzerimde çok durdu. Kendisi Mersin
İdman Yurdu kulübünün kurucularındandı. O zaman da kulübün umumi kaptanıydı.
Ama yalnız umumi kaptan değil her şeyiydi. Kulübün her şeyine o bakardı. İşte liseyi
bitirdiğim sırada rahmetli seni alacağım diye tutturdu. Deniz Harp Okulu da o
zaman Mersin’deydi. ‘Edip Abi, ben subay olacağım,’ dedimse de ısrar etti.
Liseden ayrılmak için tazminat ödemek gerekiyordu. O zaman fakirdik tabii,
paramız pulumuz yoktu. Edip Buran Ankara’ya gitti geldi. Bütün masrafları
Mersin’in tüccarlarından karşıladı. Türkiye’de o zaman profesyonellik yoktu
tabii. Bu bakımdan ilk profesyonel sayılabilirim. Kısacası, subay olmak kısmet
değilmiş, sadece üç sene lisede okudum. Harbiye iki seneydi o zaman harp
seneleri olduğu için. Devam etseydim Harbiye’yi de bitirip subay olacaktım. O
zaman üç tane meşhur gemimiz vardı – biri Yavuz, diğerleri Hamidiye ve
Mecidiye. Harbiye’ye girmeden önce bu gemilerde staj yapılırdı. Ben Mecidiye
gemisinde staj yapıyordum. İşte o sırada bahriyeden ayrıldım ve neticede
1944’de Mersin İdman Yurdu’na girdim. Edip Buran, ‘Mehmet’çiğim bu kadar
kişiyle konuştuk, tazminatını ödemek için para topladık, götürüp yatırdık. Bana
söz ver, en az beş sene Mersin İdman Yurdu’nda futbol oynayacaksın,’ dedi. Ben
de söz verdim. O zamanlar söz senet yerine geçerdik. Ben de gerçekten 1950’ye
kadar Mersin’de kaldım. Mersin’de futbol oynarken Karayolları 5. Bölgede
personel şefiydim. Orada bana Edip Buran marifetiyle iş vermişlerdi.”
Bu fotoğraf Ekerbiçer'in diğer oyunculara göre ne kadar uzun boylu olduğunu gayet iyi gösteriyor. (Beykoz Spor Mecmuası) |
“Fenerbahçe’yi davet ettik Mersin’e. Penaltı atışı oldu.
Penaltıyı İlhan Taşucu attı. Bombacı İlhan denirdi. Sol ayağı çok kuvvetliydi.
Kalede Cihat Arman vardı. İlhan Taşucu üç beş adım gerildi, topa bir vurdu. Top
önce direğin altına, sonra yere, tekrar direğin altına, sonra tekrar yere vurup
dışarı çıktı. Yani öyle sert vurmuştu ki top ikişer defa direğe ve yere vurdu.
Bir de Edip Buran’ın yeğeni olan Ahmet vardı. Küçük Ahmet derdik. Onunla
birlikte beni 1945 senelerinde Beşiktaş’a istediler. O zamanki Beşiktaş başkanı
bir yüksek mühendisti, Karaköy’de bir handa yazıhanesi vardı. Bizi ona
götürdüler. ‘Ben Hakkı Kaptan’la konuştum, sizi Salı günü idmana bekliyor.
Orada sizi deneyeceğiz,’ dedi ve bize ellişer lira para verdi. O zaman için
büyük paraydı 50 lira. Ahmet’le beraber kaldık ve deneme maçına çıktık. Şişli
ile hazırlık maçı yapacaklardı. Kaptan bana hangi mevkide oynadığımı sordu.
‘Santrhaf oynuyorum,’ dedim. O zaman Beşiktaş’ın Ömer diye meşhur bir santrhafı
vardı. Baba Hakkı, Ömer’e, ‘Sen yan hafa geç,’ dedi. Ömer bunun üzerine, ‘Ben
yerimi vermem,’ dedi. Baba Hakkı sert bir adamdı. ‘Vermezsen çek git,’ diye
kızdı. Bu tartışma üzerine bizim moralimiz bozuldu. Maçı kazandık ama
oynadığımız oyun ne beni ne Ahmet’i tatmin etti. Maçtan sonra başkanın
yazıhanesine gittik. ‘Biz daha Beşiktaş’ta futbol oynayacak kıvama
gelmemişiz,’ deyip aldığımız parayı geri
verdik. Başkan şaşırdı. Aynı akşam Mersin’e döndük. Sonra bir gazeteci lehimize
çok yazılar yazmıştı, bunları kaçırmayacaktınız diye. Daha sonra Galatasaray da
istemişti beni. Hatta sadece futbol değil basketbol da oynayacaktım ama o
zamanki kulüp müdürü, meşhur Leblebi Mehmet işi bırakmamı istemişti. Ben o
zaman Beykoz kundura fabrikasında idare amiriydim. Geçinmek için yalnız futbol
oynamaya güvenemezdim. Kabul etmedim işi bırakmayı. O yüzden o transfer de
olmadı.”
“Beykoz’a Kelle İbrahim sayesinde geldim. Arnavutköy’deki
Boğaziçi Spor Kulübünü kuran kardeşim Refik’tir. Kardeşimin karısı Rum’du. Refik’in
Rumlarla arası çok iyiydi. Orası kiliseye ait bir araziydi. Ne yaptı etti,
kiliseden o araziyi kulübe hibe olarak aldı. Daha önce Arnavutköy camisinin
içinde ahşap bir ev vardı, kulüp binası olarak kullanılıyordu. O zamanlar Onnik
diye Kuruçeşme’de oturan Ermeni bir arkadaşımız vardı. Onnik de kulübün
kaptanlığını yapıyordu. O zamanki adı Kuruçeşme İdman Yurdu idi kulübün.
Kuruçeşme bir gün Beykoz’la bir maç almış. Ben de izinli olarak İstanbul’daydım
o sıra. Onnik bana, ‘Mehmet Abi sen de gel bizde oyna,’ dedi. O zaman üst üste
iki maç oynardık. Beykoz çayırında önce genç takım olarak çıktık, arkadan esas
takım olarak Beykoz’la maç yaptık. İşte o maç benim tekrar İstanbul’a dönmemi
sağladı. Ondan sonra Kelle İbrahim peşimi bırakmadı. Gece Arnavutköy’deki
evimizin önünde yatmıştı beni almak için. Seni alacağım diye ısrar etti ve
nitekim aldı da.”
“Beykoz’a geldiğimde 27 yaşındaydım. Kelle İbrahim hayatında
hiçbir iş yapmamış bir insandı. Mesela Beykoz’dan vapura binecek, iskeledeki
görevlilere selam verir, onlar da, ‘Oo, geç İbrahim Abi,’ der, vapura öyle
binerdi. Beykoz’dan bindiği otobüslere, vapurlara para pul diye bir şey yok.
Beykoz’da o kadar tanınan, sevilen bir insan. Bir gün Ankara’ya bir maça gidiyorlar.
Beden terbiyesi genel müdürü, Kelle’nin çocukluk arkadaşıymış. O zaman kundura
fabrikasının müdür muavini aynı zamanda şef, bilahare İzmit belediye başkanlığı
yapmış biriydi. Beden terbiyesi genel müdürü, fabrikada bir iş verilmesini rica
eden bir kart yazarak Kelle İbrahim’e veriyor. O da kartı alıyor, fabrika
müdürüne götürüyor. Müdür Sabit Tapan diye yüzbaşılıktan emekli olan bir
adamdı. Sabit Tapan ismi gibi bir adamdı, otuz üç sene fabrikanın müdürlüğünü
yapmış. Hayatında sporla en ufak ilişkisi olmayan bir adamdı. Günün birinde
yurtdışından deri getirtti diye mahkemeye verdiler. ‘Ben askerime kışta
kıyamette postalsız kalmaması için deri satın aldım, Yoksa ne giydirecektim?’
dedi. Fakat adam beraatını göremeden öldü. İşte Sabit Tapan fabrikaya sporcu
almak istemiyor fakat kartı gönderen de hatırını kıramayacağı biri. Sonunda
Kelle İbrahim’e, ‘Sana 30 lira maaş, fakat fabrikaya girmek yok, her ay gelip
kapıdan maaşını alıp gideceksin,’ diyor. Enver Atafırat da teknik müdür
muaviniydi. Almanya’da deri üzerine ihtisas yapmış bir adam. Sabit Tapan’ın
aksine o sporu severdi. Bütün sporculara iş verirdi. Beykoz takımı onun
futbolcuları fabrikaya alıp iş vermesi sayesinde gelişmişti. İşvereni
kaybedince Beykoz kulübü de aşağılara düştü.”
Bol çamur ve terle kazanılmış bir galibiyetin ardından Beykozlu futbolcular birbirini kutluyor. Ön planda Ekerbiçer, Erdinç Bayburt ve Rauf Başaran görülüyor. (Rauf Başaran arşivi) |
“Bizim futbol oynadığımız dönemde İstanbul liginde on takım vardı.
Üç büyüklerin dışında bir de Vefa dördüncü büyük olarak kabul edilirdi. Beykoz,
İstanbulspor da ilk dörde girmek için mücadele ederdi. Bunların dışında
Emniyet, Beyoğluspor, Kasımpaşa, Adalet kulüpleri vardı İstanbul liginde.
Fenerbahçe’nin eski oyuncusu Rebii Erkal Beykoz’da bir müddet antrenörlük
yapmıştı. Maça çıkmadan evvel toplardı bizi. ‘Çocuklar futbol bir şeytan
oyunudur. Şeytanın ne yapacağı belli olmaz. Çıkacağınız maçta hasmı küçük veya
dev gibi görmek çok manasız,’ derdi. Nitekim 1957’de biz Fenerbahçe,
Galatasaray ve Beşiktaş gibi kulüpleri geride bırakıp Atatürk Kupasını
kazandık. Tam 2 metre boyunda bir kupaydı. Bütün takım kupayı Beşiktaş’a kadar
taşıyıp oradan vapura bindik. Vapur düdüğünü çala çala Beykoz’a gitmişti.”
Söz Beykoz’da oynadığı yıllara gelince eline toplu bir
transfer parası geçip geçmediğini sorduğumuzda şöyle konuşuyor: “Buraya geldikten sonra Mersin’e gitmiştik.
Mersin ile Adana’da beş maç yaptık. Yirmi lira galibiyet primi aldık. Nerede
kaldı bize toplu para verecekler. Maaşları alamazdık bazen, boş bordroya imza
atardık.”
Karşımızda son derece nazik bir insan var ama futbol
oynadığı yıllarda son derece otoriter bir kaptan olduğuna dair yazıları
hatırlatınca Katır Nusret’le ilgili bir anısını anlatarak bunu onaylıyor: “Katır Nusret maça çıkmadan koca bir
ayva yerdi. ‘Yeme oğlum şunu, ağzın burnun köpürecek maçta,’ derdim. Vallahi
koştuğu zaman ağzından köpükler gelirdi. O kadar hırslı bir oyuncuydu. Tank
gibi koşardı zaten. Bir gün hakemin üzerine yürüyordu bir olaydan dolayı, hemen
yapıştım yakasına. ‘Ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Gününü göstereceğim ona,’ deyince
bir tane patlattım buna. Haftayma çok az zaman vardı. ‘Çabuk dışarı çık,’
dedim. Hakeme de, ‘Kusura bakmayın, ben içeri gönderiyorum bunu,’ dedim. Hakem
durumu anlamıştı zaten, ‘Tamam,’ dedi. Hem takımın en yaşlısıydım, hem de
kızdığım zaman çok asabi hareket ederdim.”
Otoriter olduğu kadar haksızlığa dayanamadığı da anlaşılıyor
Ekerbiçer’in. Eski gazetelerden birinde hakem Orhan Gönül’le mahkemelik
olduğunu hatırlattığımızda şöyle cevap veriyor: “Orhan Gönül’le mahkemelik olduğumuzu hatırlıyorum ama şimdi sebebini
tam hatırlayamıyorum. Bir laf etmişti bana, onun üzerine mahkemelik olmuştuk.”
Kaptan olarak takım arkadaşlarına karşı gerektiğinde asabi
davranmasına rağmen oyun içinde rakiplerine karşı çok centilmen olduğunu
duyduğumuzu söylüyoruz. Bunu şu sözleriyle onaylıyor: “Şimdikileri görüyorum, omzundan tutuyor, belinden çekiyor, her
türlü sertliği yapıyor. Biz elimizi çekerdik hasma zarar vermeyelim diye.”
Beykoz takımı 1954-55 sezonunda Şeref Stadında. Ayaktakiler (soldan): Katır Nusret, Gazanfer Olcayto, Levon, Hilmi, İsmet, Halil. Oturanlar: Dikran, Ekrem, Aydın, Ziya, Ekerbiçer. (Haluk Sümer arşivi) |
Uzun boyunun bir dezavantaj yaratıp yaratmadığını
sorduğumuzda şöyle cevap veriyor: “Uzun boylu olmama rağmen çeviktim. Sahaya
çıktığımızda makas hareketi yaptığım zaman üst direğe ayağımla
dokunabiliyordum. Havadan top bırakmazdım ama en büyük rakibim Metin Oktay’dı.
Kafa toplarına çok hakimdi. En çok onunla kapışırdık. Benden kısaydı tabii ama
çok atletik bir çocuktu.”
Sıra artık futbol tarihimizin adeta mitolojik unsurlarından biri haline
gelen o söylenceye geliyor. Fenerbahçeli Mikro Mustafa’nın onun bacak
arasından geçmesiyle ilgili olarak anlatılanları şöyle yalanlıyor: “Mikro Mustafa hakikaten
çok kısaydı. Halit Kıvanç’ta kaseti olması lazım. Fenerbahçe Stadında Mikro
Mustafa ile bana bir röportaj yaptırmıştı. Foto muhabirleri çok istemesine
rağmen Mikro hiçbir maçta benle fotoğraf çektirmeye yanaşmazdı. Bir gün
Sultanhamam’da bir mefruşat mağazasında çalışırken Aşirefendi’den üç tane kız
geldi. Bakıp bakıp gülüyorlar, bir şeyler konuşuyorlardı. Futbolu bıraktığım
seneler. Dayanamadım sordum, ‘Niye güldünüz?’ diye. Birisi, ‘Biz bankada
çalışıyoruz, arkadaşımız Mikro Mustafa’nın karısıdır, sizi görünce onu
söylediler, başladık gülmeye,’ diye cevap verdi. Mikro’nun karısına, ‘Kızım
sorsana şu kocana ne zaman geçmiş benim bacaklarımın arasından diye’ konuştum.
Böyle bir şey yok ama gazetecilere bakarsanız var. Artık neredeyse ben de
kabullenmeye başladım. Yalnız bir pozisyon hatırlıyorum. Kaleci uzun bir degaj
yaptı, topa ikimiz birden koştuk. Ama baktım ki ben yetişemeyeceğim. O da
yetişemedi. Top yere vurdu. Sıçrarken Mikro Mustafa kafa vurdu. Top beni aştı.
Bütün tribün ‘Ekerbiçer’in kafasından top aldı,’ diye konuşmaya başladı. Böyle
bir olayı hatırlıyorum ama bacaklarımın arasından geçtiğini hatırlamıyorum
doğrusu.”
Beykoz'un 1957'de Bulgaristan'da yaptığı maçlardan biri. (Günlük Spor Gazetesi) |
Bir anısı da o dönem bütün futbolculara ayakkabı yapan
Dinyakos ustayla ilgili: “Ayakkabı yaptırmaya Dinyakos’a gittiğimde beni
görünce hemen suratını ekşitirdi. ‘Be kardesim ne yapazağiz seninle?’ derdi.
Çünkü benim ayaklar 45 numaraydı. Onun en büyük kalıplarıysa 44 numaraydı.
Kalıpların arkalarını bezleyerek ayakkabıyı büyütüyordu. Yani işi uzardı, onun
için de hiç istemezdi bana ayakkabı yapmak. ‘Allah askina yipratma bunlari,’
derdi. İskarpin gibi ayakkabı yapardı. Mehmet Ali Has iskarpin gibi futbol
ayakkabısı yaptırırdı. O zaman bir tek Dolmabahçe Stadı vardı. Yağışlı
havalarda çamur olurdu. Sahanın dört köşesinde çim kalmıştı sadece. Bir gün
Mehmet Ali’nin pabucu çamura saplanıp ayağından çıkmıştı da arayarak zor
bulduk.”
Milli formayı giyip giymediğini sorduğumuzda hüzünleniyor: “Milli
formayı antrenmanda giydim ama maçta giyemedim. Yedi kez aday kadroya seçildim.
Bizim gibi küçük kulüplerden benim dışında seçilen İstanbulsporlu Aydemir ve
Beton Mustafa vardı. Bizim dışımızdakiler hep Fener-Galatasaray-Beşiktaş’tan
seçilirdi. Bir keresinde Fransa’ya giderken beni havaalanından geri çevirdiler.
Fenerbahçeli santrhaf Naci ağlamış etmiş, sonunda onu almışlar takıma.
Havaalanında beklerken bana, ‘Kusura bakma,’ deyip takımdan çıkardılar. O
zamanlar Fenerbahçe’de Naci Erdem, Galatasaray’da Bülent Eken, Beşiktaş’ta Ali
İhsan santrhaf oynuyordu ve hepsi kaliteli oyunculardı ama bana da şans
verilebilirdi.”
O yıllarda futbolcular genellikle 30 yaşına geldiğinde
futbolu bırakırken Mehmet Ekerbiçer neredeyse 40 yaşına kadar oynamış. Beykoz
kundura fabrikasında siyasi çekişmeler sonucu İstanbul’dan uzaklaştırılması da
futbolu bırakmasında etkili olmuş: “Kırk yaşına yakın bıraktım futbolu. O zaman
benden uzun oynayan bir Lefter vardı. Ellili yıllarda deri getiren büyük
gemiler fabrikaya yanaşamaz, açıkta demirlerdi. Yük şatlarla fabrikanın
iskelesine taşınırdı. Oradan bohça haline gelmiş deriler dekovil hatlarıyla
ambarlara taşınırdı. Deri bakım isteyen bir üründür. Üst üste konulduğunda
irtifa 90 santimden yukarı çıktığı zaman deri kızışıyor ve alttakiler yanmaya
başlıyor. Her bohça aşağı yukarı beş adet deriden teşekkül ediyordu. O zaman
muvakkat işçi alıyorduk. Emrimde yaklaşık doksan muvakkat işçi çalışıyordu.
Başlarında bir tane çavuş vardı. Bunun iki üç tane elebaşı vardı ki, aynı
zamanda sendika temsilcisiydi. Bunlar işçiyi Pazar günü çalışmaması için
telkinde bulunuyormuş. O zaman gemiler beş günde ancak boşalıyordu ve demirli
kaldığı her gün için starya denen bir ücret ödeniyordu. Ben bu üç kişiyle
konuştum, dinlediler gittiler. Fakat sonradan o üç kişinin hafta sonu
çalışmadığını öğrendim. Bunlara sebebini sorduğumda ikisi çeşitli mazeretler
bildirdi. Bir tanesi, ‘Ne çalışacağım, burası Adnan Babanın çiftliği,’ diye
cevap verdi. O zaman Adnan Menderes’in en azgın zamanlarıydı. Ben, ‘Burası
kimsenin çiftliği değil,’ deyip buna bir tane çaktım, adam deri yığınlarının
üstüne düştü. Çavuşa da, ‘Al bunu götür kapının dışına,’ dedim. Biraz sonra üç
tane sendikacı bununla birlikte geldi. Sendikanın başkanı aynı zamanda Demokrat
Parti’nin ilçe başkanıydı. Kelle İbrahim zamanında kürekçi diye almış kulübe,
imzasını zor atabilen Laz Mehmet denen bir adamdı. O zaman altında Buick
arabayla gezerdi. Bunu da tersleyince doğru müdüre gitti. Sonuçta sendikacılar
beni mahkemeye verdiler fakat daha ilk celse olmadan 27 Mayıs ihtilali yapıldı.
Fabrika müdürlüğüne de bir albay getirilmişti. Benim duruşmalar devam ederken
Adalet Partisi kuruldu. Faruk Ilgaz il başkanı oldu. Onun girişimleriyle beni
Maraş’a sürdüler. Maraş’a Faruk Güventürk diye bir paşa tayin olmuştu. Onun
girişimleriyle de Beşiktaş’taki Yıldız Porselen Sanayii müessesesine tayinim
çıktı. Fakat oradaki müdür partinin ileri gelenlerindenmiş. Ben İstanbul’a
dönene kadar Ankara’ya gidip tayinimi durduruyor. Ben tekrar Maraş’a tayin
oldum ama buraya dönmüşken artık gitmedim tabii. Emekliliğimi istedim.”
Kaptan Ekerbiçer takımının başında sahada. Yanındakiler sırasıyla Haluk, kaleci Halil, İsmet, Ziya, Fahrettin, Şirzat, Nurcan, Aydın, Hasan, Rauf. (Haluk Sümer arşivi) |
“Emekli olunca 1962’de antrenörlüğe başladım. Bir müddet
sonra antrenörlük kursu düzenlendi. Herberger’in muavini olan Kirchrath diye
bir Alman antrenör gelmişti kursa. İlk kursumuz İzmir Alsancak Stadında,
ikincisi Beylerbeyi astsubay okulunda yapıldı. Bir gün, tercümanı vasıtasıyla
dedi ki, ‘Türkiye’de futbol bundan fazla ilerlemez.’ O öyle konuşunca hepimiz
kızdık, surat astık. Bozulduğumuzu anladı, ‘Bana Türkiye’de bir antrenör
gösterin iki sene, bilemedin üç sene aynı takımı çalıştırsın. Gösterebilir
misiniz?’ diye sordu. Hakikaten yoktu. ‘Ben Almanya’da aynı takımı on senedir
çalıştırıyorum ve takımdaki bütün oyuncuların aile yapılarını, fizik ve
fizyonomik yapılarını, psikolojik durumlarını A’dan Z’ye bilirim,’ dedi. ‘Ben
hava durumuna göre takım çıkarırım. Eğer o gün hava soğuk, yağmurlu ve zemin
çamurluysa en klas oyuncuları değil mücadeleci oyuncuları seçerim,’ demişti.
Türkiye’de profesyonellik 1952’de ilan edilmişti. ‘Futbolcular profesyonel,
idareciler amatör – böyle şey olur mu?’ diye sormuştu Kirchrath. Eğer bir takım
profesyonel olacaksa idarecisiyle, görevlisiyle hepsi profesyonel olmalıydı.
Adam Türkiye’ye kurs idare etmeye gelmiş ama bizim futbol düzenimizi o kadar
iyi tetkik etmiş ki, ‘Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş kulüplerinin başkanları
başbakandan sonra geliyor,’ demişti.”
“İki üç sene kadar Beykoz’da antrenörlük yaptım. Baktım o da
benim kafama göre yürümüyor. Hiç boşuna uğraşmayayım dedim kendi kendime. Bir
ara Beykoz kulübünün kongresinde de yönetime aday gösterdiler beni. Hatta başkanlığa
seçilen Cevat Taray’dan fazla oy almıştım ama idarecilik de yapmadım. Futbolla
ilişkimi tamamen kestim ve Sultanhamam’daki meşhur Suraski kumaş mağazasında
çalıştım.”
Mehmet Ekerbiçer’le bu uzun ve hoş sohbeti Haziran
ortalarında yapmıştık. Kendisine teşekkür edip tekrar görüşmek dileğiyle
yanından ayrıldığımda onu son görüşüm olduğunu bilmiyordum. Ne yazık ki bu
görüşmeyi yazıya dökmeye başladığım sıralarda vefat ettiğini öğrendim. 19 Eylül
2014 günü oturduğu köşede gazete okurken nefesinin daraldığını söylemiş ve kısa
bir süre sonra son nefesini vermiş. Kendisini futbol sahalarında seyredenlerin
hafızasına centilmen bir dev olarak kazınan bu futbol emekçisinin anısı önünde
saygıyla eğiliyorum.
güzeller güzeli bir insandı...
YanıtlaSilNur içinde olsun.. Büyük hizmet bu mülakatlar.. Teşekkür ederim.
YanıtlaSilAklima geldikce gozlerim doluyor.sanki karsimda o anlatiyormus gibi okudum… burada yazanlardan daha fazlasi var… cok guzel ozel bir insandi.halen adi gecince taniyanlar arkasindan hep guzel seyler soyler.. Canim dedem nur icinde yatsin insallah. Bebekligimden 23 yasima kadar onun yaninda buyudum hem babalik hem dedelik yapti. Gercekten iyiki onu tanimisim.. Istanbulda olanlar musait vaktinizde asiyan kabristanina gidip kabrini ziyaret edin fatihalar okuyun insallah. Selametle…
YanıtlaSil