Futbolumuzun profesyonelliğe
resmen geçtiği sırada sakatlanarak futbolu bırakan Erdoğan Dağdelen kadim
sayılabilecek bir dönemin temsilcilerinden. Bu durumu, “Ben futbolu bıraktığım
sırada Metin henüz oynamaya başlamamıştı,” diyerek özetliyor. Futbolumuzun
kırklı ve ellili yıllardaki şartlarıyla bugünkü olanaklar arasındaki zıtlığı bizzat
yaşayan bir insan. Futbol oynadığı dönemin şartları hakkındaki gözlemlerini
aşağıdaki satırlarda okuyacaksınız. Öncelikle nasıl bir ortamda doğup
büyüdüğünü, futbola nasıl başladığını anlatıyor:
“8 Mayıs 1924 doğumluyum. Babam
İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu yüksek inşaat mühendisiydi. Mezun olduktan
sonra beş arkadaşıyla beraber müteahhitliğe başlamış. İş Bankasıyla ortak
Samsun-Sivas demiryolu inşaatını almışlar. O zamanlar Ankara Etlik’te
oturuyorduk. Emin Sazak ile komşuyduk. Ekonomik durumumuz oldukça iyiydi. 1930’da
bütün dünyada büyük bir ekonomik buhran patlak veriyor. Babam ve ortakları
muhasebeciliği iyi bilmediklerinden muazzam bir vergi yükü altında kalıyor ve
iflas ediyorlar. Bunun üzerine İstanbul’a yerleştik. Babam Devlet Demiryollarında
memur oldu. Orada kademe kademe ilerleyerek müdürlüğe yükseldi. Onun görevi
nedeniyle Kayseri, Gaziantep, Samsun ve birçok vilayete gittik.”
“Ortaokulu ve lisenin ilk
yıllarını Ankara’da okudum. Futbola küçük yaşlardan itibaren merakım vardı. O
zaman Devlet Demiryollarının takımı olduğu için Demirspor’u tutardık. Takımın Orhan diye bir santrforu vardı.
Pazarları cumhurbaşkanlığı filarmoni orkestrasında görev yapardı. Maçlara on
dakika geç gelirdi. On kişi başlardı Demirspor maça. Takside soyunur öyle maça
çıkardı. Beklerlerdi o zaman, öyle bir âdet vardı. İstanbul’a taşınınca liseyi
Işık Lisesinde bitirdim. Okulun futbol takımında Reha ve Bülent Eken
kardeşlerle birlikte oynuyorduk. Liseler arası şampiyonu olmuştuk.”
Galatasaray’ın kaptanı olan Salim Şatıroğlu bizim okulda muallim muaviniydi. O
bizi Galatasaray’ın idmanlarına götürürdü. Ben böylece 1942’de Galatasaray’da
futbola başladım. O zaman Eşfak Aykaç vardı. Bir maçta ikinci devre onun yerine
girmiştim. Galatasaray kulübü bize aylık verirdi. Antrenman başına 2,5 lira
verirlerdi. O parayla ben beyin yerdim kuvvetleneyim diye.”
1934 yılında çıkan soyadı
kanunu ardından yaptığı işe uygun olarak Dağdelen soyadını alan babası “yurdun
demir ağlarla örülmesi” sürecinde o vilayet senin bu vilayet benim dolaşıyordu.
Liseyi yeni bitirmiş olan Erdoğan Dağdelen babasının üstlendiği yeni bir iş
nedeniyle bir süre Zonguldak’a gitmiş ve futbol oynamaya orada da devam
etmişti. Orada oynadığı bir maça ait anısı o zamanın seyircisinin bugünden
bakıldığında nasıl “naif” olduğunu gösteriyor: “Babam Zonguldak’ta bir tünel
inşaatı yapıyordu. Yazın maçlara çıkardık Zonguldak’ta. Ereğli’ye maça gittik,
Ereğli muazzam. Topa bir vuruyorsun, ne kadar havaya atarsan bando çalmaya
başlıyor.”
Erdoğan Dağdelen Galatasaray’da
oynamaya devam etmeyi düşünürken yine 1942 yılı içinde kendini İstanbulsporlu
olarak buluvermişti. Bu transferin nasıl gerçekleştiğini şöyle anlatıyor: “Son
sınıfta olgunluk imtihanlarında bir takıntım vardı. Hocalarımızdan biri olan
Avni Kulen İstanbulspor’un idare heyetindeydi, kuvvetli bir öğretmendi. ‘Madem
takıntın var, sen bizim kulübe gel. Bedava ders vereyim, seni yetiştireyim,’
dedi. Böylece ondan ders almaya başladım. Cağaloğlu’nda dairesi vardı, orada
ders veriyordu. Sınıfı geçtik. O zaman transferler Temmuz ayında oluyordu.
Mukavele filan yok, bonservisi sicil dairesi yapardı. Bu şekilde İstanbulsporlu
oldum.”
“Galatasaray’ın antrenörü John
Begget, ‘O adamı nasıl Galatasaray’a verdiniz?’ diye kızmış. Bunun üzerine beni
tekrar Galatasaray’a almak istediler. Hasnun Galip Sokaktaki kulüp binasına
davet ettiler. Suphi Batur ve diğer idarecilerle oturduk. ‘Niye bizden kaçtın?’
diye sordular. Durumu izah ettim. ‘Gel bize,’ dediler. O zaman Tıbbiyeye
girmiştim. ‘Ben para pul istemiyorum fakat babama da yük olmak istemiyorum.
Tıbbiyenin masraflarını karşılayın,’ dedim. Bunun üzerine Suphi Batur, ‘Biz
bir-iki senelik adamlarız, sözümüz ya bir sene ya iki sene olur,’ dedi. O
sırada diğer idareciler kâğıda durmadan rakamlar yazıyordu. Önce 200 yazdılar
beğenmediler, 250 yazdılar. Bunun üzerine, ‘Beni affedin ben para pul peşinde
değilim,’ deyip çıktım ve İstanbulspor’da beş sene oynadım.”
(Aylık Spor Ansiklopedisi) |
“1942-43’te girdiğim
İstanbulspor’da bir süre sonra kaptanlığa getirildim ve uzun müddet kaptanlık
yaptım. O sıralarda “Kumanda Etme Sanatı” adlı bir kitap okumuştum. Ayrı bir
kulüp binası yoktu. İstanbul Lisesinin bahçesi içindeki küçük bir binadaydı
lokalimiz. Bizim zamanımızda Kırmızı-Beyaz diye bir gazete çıkardı. Orada
futbolculara yıldız koyarlardı. Ben hep beş yıldız alırdım. Halit Kıvanç o
zaman Laleli’de otururdu. O hukukta okuyordu, ben tıbbiyede okuyordum. Buluşur
beraber maça giderdik. İstanbulspor’u da severdi. Gazeteciliğe yeni başlıyordu.”
“O zaman sekiz takımla Milli
Küme düzenlenirdi. Dört İstanbul’dan, iki Ankara’dan, iki İzmir’den.
İstanbul’da ya Vefa ya biz dördüncü takım olarak katılırdık. Beşiktaş beş sene
lig şampiyonu olmuştu. 1945-46 sezonunda Milli Kümeye katılmayan dört takımla
ikinci kümeden dört takımı alıp yeni bir turnuva yaptılar. Orada da biz ikinci
kümeye düştük! Şeref Stadında ikinci kümeden bir takımla maç yapıyorduk. Bizim
lehimize penaltı verdiler. Penaltı noktası çukur olmuş. Hakem Sulhi Garan’dı.
Topu çukurun yanına koydum, aldı tekrar oraya koydu. Ben aldım, öbür taraftaki
düzlüğe koydum. Kabul etmedi, ‘Bir daha dokunursan atarım seni,’ dedi. Gitti
ayağınla bastı topa. Tabii ben o durumda topa vurunca soldan direğin yanından
avuta gitti top. İkinci kümeye düştük!”
Bir İstanbulspor-Fenerbahçe maçında kaptan olarak seremonide. (Cem Atabeyoğlu, "İstanbulspor Kulübü" kitabından) |
Burada araya girip tek başına
ayrı bir yazı konusu olan bu ikinci kümeye düşme olayının tam bir skandal
olduğunu belirtelim. Kısaca özetlemek gerekirse İstanbulspor ligi Fenerbahçe,
Beşiktaş ve Vefa’nın ardından dördüncü bitirerek Milli Kümeye katılmaya hak
kazanır. Sezon ortasında kaybettiği Beyoğluspor maçında sivil lisansla oynayan
asker futbolcuya yaptığı itiraz dallanır budaklanır ve sonuçta Beyoğluspor
bütün maçlarda hükmen mağlup sayılınca Galatasaray averaj üstünlüğüyle dördüncü
olarak Milli Kümeye katılır. İstanbulspor ise İkinci Kümeden gelen dört takımla
maçlar yapmak zorunda kalır. Bu moral bozukluğu içinde ardı ardına kaybedilen
maçlar sonucu İkinci Kümeye düşer. İşin en ilginç tarafı tüm maçlarda hükmen
mağlup sayılan Beyoğluspor’un Birinci Kümede kalmasıdır!
İstanbulspor küme düşünce en
değerli oyuncularından Erdoğan’a transfer teklifleri gelmeye başlar: “O sırada
beni Beşiktaş almak istedi. O zaman Hakkı kaptan avukatlık yapıyordu.
Mahmutpaşa’da bir yazıhanesi vardı. Remzi Tosyalı ve şimdi adını
hatırlayamadığım diğerleriyle buluştuk. ‘Sen bizi kırma gel,’ dediler. O
zamanın parasıyla 5.000 lira verdiler. Aldık parayı ama İstanbulsporlu
idareciler geldiler. ‘Sen bizi tekrar birinci kümeye çıkart, öyle git,’ diye
ısrar ettiler. Bunun üzerine parayı iade ettim. Temmuz ayına üç gün vardı.
Gazeteler ‘Erdoğan Beşiktaş’a girdi’ diye yazıyordu. Bir gün Şükrü ve başka
arkadaşlarla Beşiktaş’ta Köyiçi’ne gitmiştik. Benim Beşiktaş’a girdiğimi duyan
çarşı esnafı neler yapmadı. Terzi, ‘elbiseni bedava dikeceğim,’ diyor; berber,
‘tıraşını ben bedava yapacağım,’ diyor. Herkes bir şey söylüyor. Fakat
İstanbulspor bastırınca ben parayı iade ettim. İkinci kümeye düşmemize yol açan
maçta atamadığım o penaltıdan dolayı kendimi kabahatli bulmuştum. Ben parayı
iade edince Beşiktaşlılar bana, ‘Sen milli takımın yüzü göremezsin!’
dediler.”
İstanbulspor 1948-49 sezonu kadrosu. Erdoğan Dağdelen ayakta soldan ikinci futbolcu. (Cem Atabeyoğlu, "İstanbulspor Kulübü" kitabından) |
“İstanbulspor’u tekrar birinci
kümeye çıkarttık. Herkes benim peşimde, iyi oynamışım demek ki. Hatta meşhur
olmaya başlamıştım. Meşhur olmak şöyle oluyor: Mesela sinemaya gidiyorsun,
birisi yanındakine beni işaret ediyor, ‘Bak bu İstanbulsporlu Erdoğan,’ diye.
Bir ara Aksaray’da oturuyordum. Pertevniyal Lisesinin önünde yürürken bir kız
geldi, ‘Sizin kolunuza gireyim, yirmi adım beni taşıyın,’ dedi. ‘Neden kızım?’
dedim. ‘Birinle iddiaya girdim,’ diye cevap verdi. Demek o kadar meşhurmuşum
ki, benim koluma girmek marifetmiş! Başka bir örnek: Askerlik çağım geçtiğinden
kaçak durumuna düşmüştüm. Horhor’da üçüncü katta bir evde oturuyoruz. Zil
çaldı. cumba gibi bir balkon var, aşağı baktım bir polis. ‘Erdoğan Dağdelen’i
arıyorum,’ dedi. ‘Burada yok, Sivas’a halasına gitti,’ dedim. ‘Bırak numarayı
abi ya, ben seni tanıyorum,’ dedi polis.”
1947-48 sezonunda tekrar
birinci kümeye yükselen İstanbulspor o sezon tarihinde ilk kez ünlü oyuncuları
bünyesine kattı. Fenerbahçe’den Boncuk Ömer ve İbrahim İskeçe, Beşiktaş’tan
Eşref Bilgiç, Şeref Görkey ve Ömer, Galatasaray’dan Faruk gibi oyuncular
alındı. Erdoğan Dağdelen bu durumu şöyle açıklıyor: “Bizim başkanlardan birisi
Milli Piyango idaresinde çalışıyordu. Bir eşya piyangosu yapalım dedi. O sayede
para kazandık ve transfer yaptık.” O yıllarda yabancı takımlarla oynayan
kulüplerin başka takımlardan takviye oyuncu alması âdettendi. Erdoğan Dağdelen
de bu şekilde Fenerbahçe ve Beşiktaş'ın yabancı takımlarla yaptığı maçlarda oynamıştı: “Beşiktaş ve Fenerbahçe Avrupa’da
yapılan maçlara beni götürürlerdi. Beni istedikleri zaman ‘Kulübe yazı yazın,’
derdim. Kulübün verdiği izinle yurt dışındaki maçlara katılırdım. Onun dışında
üniversite takımında ve İstanbul muhtelitinde oynadım. Bir maçta Beşiktaş’la
Yunanistan’a gittik. Şimdiki gibi tayyareler yaygın değildi. Gemiyle gider ve
hamaklarda yatardık.”
Beşiktaş'ın Atina'da yaptığı maçta Erdoğan Dağdelen (sol baştan ikinci) de yer almıştı. |
O günlere ait unutamadığı bir
anısı ise şöyle: “Bir Galatasaray maçıydı. O zaman dördüncü olamayacağımız
kesinleşmiş, maça asılmıyoruz. Ben sağ iç oynuyorum. Fakat yandan bir top
geldi. Kale karşımda. Ben döndüm vurdum, doksandan içeri girdi. Bütün stat
ayakta alkışladı. ‘Ulan neymişim be!’ dedim ama beş dakika sonra santrhafa
geçtim. O zaman Galatasaray’da Bülent,
Reha ve Muzaffer Tokaç vardı. Bir pas verdiler, top ortada kaldı. Faul yapmak
durumunda kaldım. Yapmazsam santrfor alacak ve kaleye gidecekti. Ben faul
yapınca bütün stat yuh çekti, beş dakika arayla!”
Yabancı takımlarla oynanan maçlarda göz
dolduran Erdoğan Dağdelen 1949-50 sezonunda Fenerbahçeli oldu. Bu transferin
öyküsünü şöyle anlatıyor: “İstanbulspor’da Saim diye bir arkadaşımız vardı, bek
oynardı. Çamlıca’da otururdu. Bir Cumartesi günüydü, gel bizde kal bu akşam,’
dedi. Bulgurlu’da bir toprak saha vardı, orada bir maç oynanıyordu. Bir ağacın
altına oturup maçı seyretmeye başladık. O sırada bir araba durdu. Şoför gelip,
‘Raif Bey sizi bekliyor,’ dedi. Arabadaki kişi Fenerbahçe’nin ikinci başkanı
Raif Dinçkök’müş. Yanına gittik. Raif Bey, ‘Erdoğan bu akşam bana misafirsin,’
dedi. Buna kaçırılma denirse ben ilk kaçırılan futbolcuyum. Üstümde ceket bile
yoktu, bir pantolon bir gömlek. Ben durumu izah edince, ‘Şoförümle gidin eve,
eşyalarını alın gelin,’ dedi Raif Bey. Ben eve gittim, anneme durumu söyledim.
Pijama filan koydu çantama annem. O zaman mukavele filan yoktu, Temmuz ayı
geçince istediğin kulübe gidebiliyordun. Raif Dinçkök beni evinde bir ay
misafir etti. Sabahleyin işe beraber gidiyoruz, akşam eve beraber dönüyoruz.
Motor gezilerine beraber çıkıyoruz. Mesela Hereke’ye fabrikaya gidiyor, beni de
götürüyor yanında. Raif Bey, ‘Sen bizde çalışacaksın,’ dedi. Üç ay geçti, ‘Seni
amcamla ortak yaptım,’ dedi. İki tezgâh verdi bana. 1950’de vergi usul kanunu
çıktı, herkes üç defter tutmak mecburiyetinde kaldı. Ben muhasebeyi öğrendiğim
için o zaman orada muhasebeci oldum.”
“Fenerbahçe’de iki sene oynayabildim.
Bir maçta sakatlandım, menisküs yırtığı oldu.
O zaman döviz kıtlığı var. Kimseyi yurt dışına göndermiyorlar. Afyon’a
gidip çamur banyolarına yatıyordum. Çelik Palas’ta kaplıcaya gittim. Bir türlü
yırtık iyileşmiyor. Öyle bir şey ki, o zamanın teknolojisiyle röntgende
görünmüyor. Bunun üzerine dışarıda ameliyat olmam için kulüp beni Ankara’ya
gönderdi. Raif Bey, ‘Gülhane hastanesinden sakat raporu al, seni dışarı
göndereceğiz,’ dedi. Ben ertesi gün ameliyat olabilirim kaygısıyla rahat edeyim
diye yataklı vagonda gittim. Fakat orada işim on beş gün sürdü. O süre boyunca
halamda kaldım. Harcadığım her kuruşu düzenli biçimde kaydetmiştim. Dönüşte
Raif Bey’e kuruş kuruş hesap verince beni şirketine ortak yaptı!”
“Sonunda sakat raporu verildi.
Dışarıya gitmem için izin çıktı. Kulüp döviz aldı ve beni ameliyat için
Viyana’ya gönderdi. Menisküs ameliyatı öyle bir şey ki, iki dizin arasında bir
kıkırdak var. O kıkırdak çatlıyor, bazen de kopuyor. Yırtık olunca bacak
zamanla eğri kalıyor. Şimdiki ameliyatlar mikroskopla yapılıyor ve on dakikada
bitiyor. O zaman bacağı yarıp kemiği çıkartıyorlardı. Bünye kıkırdağı yeniden
üretmediği için protez takıyorlar. Sonuçta ameliyatı oldum. O zaman döviz
kıtlığı yüzünden yurt dışına çıkmak çok zor olduğu için Raif Bey ben giderken
para vermiş ve eşi için bazı şeyler almamı istemişti. İstediklerini aldım ve
dönüşte paranın üstünü iade edince, ‘Niye harcamadın bu parayı?’ diye bana
kızdı.” Ameliyattan sonra bacağı eski sağlığına kavuşamadı. Böylece Erdoğan
Dağdelen 1952 yılında, henüz yirmi sekiz yaşındayken futbolu bırakmak zorunda
kaldı. “Ameliyattan sonra bir müddet daha oynadım ama ayak tutmuyor, kaymaya
başlıyordu. Baldırlar hareketsizlikten ufalmıştı. Topu elle istediğin yere
atarsın ama ayağa hakim olmak zordur. Topu tutacaksın, istediğin yere
atacaksın.”
Erdoğan Dağdelen (ayakta soldan dördüncü), 1949'da Fenerbahçe'ye transfer olduktan sonra Karagümrük ile yapılan hazırlık maçında ilk kez forma giymişti. (Öz Fenerbahçe Dergisi) |
Santrhaf dışında sağ bek ve sağ
iç mevkilerinde de başarıyla oynayan Erdoğan Dağdelen uzun süre İstanbulspor’da
oynadığı için milli formayı fazla giyemedi. Üç büyüklerin oyuncularının
tekelinde olan milli takımda yine de Avusturya ve Mısır maçlarında oynama
fırsatı buldu: “Milli takımın oyuncuları üç kulüpten seçilirdi. Tahran’a maça
gidilecekti. Kadroda ben de vardım. Beşiktaş’ta Ömer diye bir santrhaf vardı.
Beşiktaşlılar ‘Ömer gitmezse hiçbirimiz gitmeyiz,’ dediler. Beni kadrodan
çıkardılar. Aynı şey 1948’de Londra Olimpiyatlarında oldu. Önce kırk sekiz
kişilik aday kadroya seçildim. Kadro sonra yirmi dörde, sonra on sekize indi.
Ulvi Yenal gelir, ‘Şişmanlamışsın sen,’ diye numara çekerdi. Çünkü Fenerbahçeli
Samim Var vardı, gazeteci ve sempatik bir çocuktu. Sonuçta orada da çıkarıldım.
Her milli maçtan önce kadroya benim adım yazılırdı ama oynatmazlardı. O zaman ikinci dünya harbi nedeniyle uzun
süre milli maçlar yapılmamıştı. Dış temaslar yeni yeni başlıyordu. Mesela
Yunanistan’da Doğu Akdeniz Kupası yapılmıştı. Ona götürdüler. Milli takım kampı
o zaman Büyükada’daki Anadolu Kulübü’nde yapılırdı. Antrenör bize tenis
topundan biraz ufak toplar verirdi. O lastik toplarla karşılıklı oynar, kafa
vurur, yere düşer peşinden koşardık. Durmadan antrenman yapardık.”
Merhum spor tarihçimiz Cem
Atabeyoğlu, Viyana’da ilk milli maçını oynayan Erdoğan Dağdelen için Öz
Fenerbahçe dergisinde şu satırları yazmış: “Erdoğan, Işık Lisesi takımında
oynarken Galatasaraylı Salim Şatıroğlu’nun nazarı dikkatini celbetmiş ve onun
delaletiyle Galatasaray’a girmiştir. İki tanesi birinci takımda olmak üzere
dört defa sarı-kırmızılı formayı giyen Erdoğan … liseyi bitirir bitirmez Zonguldak’a
giderek Ereğli Kömür İşletmeleri takımında yer almıştır. Nihayet 1942 yılında
İstanbulspor’un reisi Avni Kulen ile idarecilerden Ali Mortaş’ın delaletiyle
İstanbulspor’a girmiş ve hemen birinci takımda yer almıştır. 1943 yılının
başından beri sarı-siyahlı takımın kaptanlığını yapmaktadır… Viyana’da
Avusturya milli takımına karşı ilk defa milli formayı giymiştir… Fenerbahçe,
Beşiktaş ve Galatasaray gibi üç büyük kulübün formasını sırtında taşımış olan
ender bahtiyarlardan biridir. Şimdiye kadar hiçbir hakemden ihtar dahi
almamıştır… Maçlarda para atılırken daima “ay-yıldız”lı tarafı ister. Hatta hakem
ve diğer takım kaptanlarının çoğu onun bu huyunu bildikleri için “ay-yıldız”ı
daima Erdoğan’a bırakırlar… Her iki ayağına da hakimdir. Takımın on yerinde
rahatça oynayabilir… Her sene transfer ayında birçok idareciler peşinden
koşmasına rağmen sezon başında yine sarı-siyahlı forma altında görünür.
Viyanalı spiker kendisine ‘Şeytanın çocuğu’ lakabını vermiştir. Yılmaz ve demir
gibi bir futbolcudur.” (Öz Fenerbahçe Dergisi, sayı 74, 8.8.1949)
1949'da Viyana'nın Prater Stadında yapılan Avusturya maçında futbolcularımızdan bir grup (soldan): Galip Haktanır, Selahattin Torkal, Erdoğan Dağdelen, Ahmet Erol. |
Futbolculuk hayatı üzerine
konuştuktan sonra sohbetimiz o zamanki sahaların, malzemelerin durumu, dönemin
ünlü oyuncuları üzerine kayıyor. Araya girmeden aktarıyoruz:
“İstanbulspor’dayken deplasman
yolculuklarına biz ikinci mevkide giderdik, Fenerbahçe yataklı vagonda giderdi.
Onlar restoranda yemek yerdi, biz kumanya yerdik. Farkımız vardı. Sahaya iki
tane topla çıkardık. Birisiyle forvet şut atardı, biz müdafiler ve haflar uzun
uzun pas atardık. O zamanki toplar on sekiz parçalı ve köseledendi. Memeleri
vardı. Topun ağırlığının 380 ile 420 gram arasında olması lazımdı. Fakat
çamurlu havalarda oynayınca muazzam ağırlaşırdı. Hakemler maçtan önce iki şey
yapardı. Önce topu yere atar, ne kadar sıçradığına bakarlardı. Sonra hava
yağmurluysa suya atar, yüzüp yüzmediğine bakarlardı. Beşiktaşlı Şeref topu
Şeref Stadının toprak zeminine atıp bakardı. Top düzgün zıplamıyorsa, yamuk
gidiyorsa o topla oynamazdı. Top tam bir daire değildi. Sırımlı kısmı yere
isabet ettiyse sekerdi.”
“O zamanın kaptanları
otoriterdi. Mesela Fenerbahçe’de kaptan Cihat Arman’dı. Az konuşurdu. Şimdi
mesela sol açığı kaptan yapıyorlar. Takımı idare edemiyor. Orta saha
oyuncularının kaptan olması lazım. Mesela Hakkı kaptan sağ iç oynardı, muazzam
adamdı. Şimdi ben rastlamıyorum öyle adamlara. Kendi oyuncusunu idare ederdi.
Maç esnasında, ‘Sola at!’, ‘Kafaya çık!’ diye bağırırdı. Karşı tarafın
oyuncularına da, ‘Doğru dürüst oynasana!’ diye müdahale ederdi. Beşiktaş’ta sol
iç Şeref vardı. Briyantinli saçlarla oynardı, hiç kafa vurmazdı. Fakat ne
voleler atardı, zaten Voleci Şeref denirdi. Hakkı ile Şeref’in arasında Kemal
oynardı. Sağ içte ya Süleyman Seba, ya da Vecdi Çapa oynardı. Vecdi kulübe para
veriyor diye Hakkı’nın önünde oynardı. Fakat bir iki vurmazsa Hakkı bağırırdı.
Hakemi de idare ederdi. Mesela iki kişi havaya çıktı, faul oldu. Hakem kime
verecek topu, onlara mı, rakibe mi? Daha havadayken bağırırdı: ‘Ömer durma at!’
Hakkı, Şeref, Cihat gibi isimler şimdi oynasa dünyanın parasını kaldırırlardı.”
(Öz Fenerbahçe Dergisi) |
“Şeref Stadında bir Beşiktaş
maçı oynuyorduk. Hava sıcaktı. Top dışarı çıktı. Şükrü (Gülesin) o arada gitti,
gazoz alıp içti. Hakem almadı onu oyuna. Oysa şimdi su molası veriyorlar. Bize
su vermezlerdi. Kamplara gittiğimiz zaman iki kişi oturuyoruz mesela, bir şişe
koyarlar ya sen içersin ya ben. Ya da yarı yarıya içerdik. Bir su bütün
antrenmanı bozar derlerdi o zaman. O günlerle bugün arasında çok farklar var.
Mesela köşe gönderi denen bayrak kırıldığı zaman oyun yarıda kalır. Geçen gün
birisi ayak attı, sarı kart çıktı. Fakat artık plastikten yapmışlar, hacıyatmaz
gibi oynuyor. O zamanlar mesela senin takımın mağlupsa al direği kaç, yarıda
kalırdı maç. Söz kornerden açılmışken, ben Şükrü gibi oyuncu görmedim.
Kornerden gol atmadığı kaleci yoktu. Yunanistan’da İtalya ile oynuyorduk. Benim
kolum sakattı, kalenin arkasında oturuyordum. Attığı korneri gözümle takip
ettim. Sanki bir hava boşluğu var, top dönerek gitti kaleye gol oldu. Bugün
bakıyorum kaleciye yakın top atıyorlar. Oysa kalecinin çıkamayacağı bir yere
atmak lazım.”
“O zaman WM sistemi oynanırdı.
Bu sistemin ana hattı şuydu: Müdafaaya ehemmiyet verilirdi. Hiç gol yemez ve
bir gol atarsan galip gelirdin. Sonra Merkezi Avrupa sistemine geçtik. O zaman
yan haflar gol atardı. Bu sistemde ‘gol yemekten korkma, daha fazla atarız’
denirdi. Bu sistemde hücuma ehemmiyet verilirdi. O zaman sahalar bir âlemdi.
Şeref Stadı olsun, Mecidiyeköy olsun topraktı. İnönü Stadı yeni açıldığı için
çimdi. Alsancak Stadının zemini kumdu. Orada uzun boylu bir bek vardı. Korner
oldu mu ileri gelirdi kafa vurmak için. Yerden kum alan gözüne atardı. Vefa
Stadına gittiğimiz zaman duşları yakmazlardı. Hatta bazen duşların kapısı
kilitli olurdu, hamama giderdik. Kısacası o zamanla bugün arasında dağlar kadar
fark var.”
Beşiktaş'ın Atina seyahatinde Süleyman Seba ile Pire limanında. |
“Fenerbahçe’de santrfor Melih
Kotanca vardı. Deniz yollarında Karadeniz seferine çıkan vapurlarda kamarottu.
Pazar günleri vapur saat 4’te İstanbul’a dönerdi. Vapur düdük çalardı. Bir
motor veya sandal giderdi. Vapur durur, onu sandala alırlardı. Yolda soyunur ve
maça öyle çıkardı. Küçük Fikret artist gibi adamdı. Topa hiç kafa vurmazdı ama
güzel oynardı. Gündüz Kılıç ellerini yana açardı, o zaman yanına yanaşamazdın.
Top ayaklarının arasında kaldığı zaman uzatamazsın bacağını. Lefter ise leblebi
gibi oynardı topla. Yirmi santim mesafede bile oynardı. Şimdi bazı kaleciler
kale içinde bekliyor. Oysa bizim Cihat uçardı, yere paralel olurdu. Çok
penaltıyı uçarak kurtarmıştır. Ama bazı kaleci var Turgay gibi on sekiz içinde
oynardı. Herkesin bir uğuru vardı. Cihat kale ortasından on sekize bir çizgi
çizerdi. Tabii bunda yerimi kaybetmeyeyim düşüncesi vardı. Bazı kaleciler de
gider iki direğe ayaklarını vururdu.”
“Sami Açıköney diye dürüst bir
hakem vardı, bu hakem seyirciler küfür ediyor diye lig maçlarını idare etmez
üniversite maçlarını idare ederdi. (1907 doğumlu Sami Açıköney Vefa ve
İstanbulspor’da futbol oynamıştı. 38 yaşında hayatına son veren Açıköney
Vefa’da oynarken milli takıma da seçilmişti.) O zaman her kulübün hakemi vardı.
Galatasaray’ın hakemi Ahmet Adem’di. Beşiktaş’ın hakemi Feridun Kılıç,
Fenerbahçe’nin hakemi Şazi Tezcan ile Adnan Akın’dı. O zaman hakemler birkaç
kuruş alıyordu. Maçları daima bunlara verirlerdi. Ufak takımlar daima mahkum
oynuyorlardı. Ben kaptanken yalvarırdım oyunculara, ‘Sakın ha on sekiz içine
girmeyin,’ diye. Çünkü içeri girdin mi ufacık bir temasta penaltı verecek.
‘Çıkın on sekiz üstüne, ne yaparsanız orada yapın,’ diye yalvarırdım. Hakemler
pozisyon sahanın ortasındaysa ufak takımlar lehine faulleri verir ama on sekiz
içindeyse büyük takımları kollardı. Şeref Stadında yapılan maçlarda galip takım
vakit geçirmek için topu denize atardı. Ya da Çırağan Sarayına kadar vurulurdu.
Top gelinceye kadar dakikalar geçerdi. Fakat hakemler iyi oynayan oyuncuları da
korurdu. Mesela karşı taraf bana faul
yapmayı düşünürse, hakem daha evvel düdüğü çalar ve beni korurdu.”
İstanbul muhteliti (karması) formasıyla. |
“Kıyafetlerimiz bugüne göre çok
farklıydı. Biz uzun don giyerdik, niye giyerdik? İngilizler rutubetli hava diye
onu kullanırlarmış. Sonra kısa şorta döndük. Şimdikiler orta boy giyiyorlar.
Ayakkabılarımız başka türlüydü. Kramponlar köseleydi. Bilhassa Şeref Stadında
bileklere kadar potin gibi ayakkabılar giyerdik. O zamanki bağlamanın bir
taktiği vardı. Şimdi bakıyorum futbolcular maç esnasında sık sık ayakkabı
bağlıyorlar. Herhalde bağlamayı bilmiyorlar. Bizim zamanımızda iki taraftan
karşılıklı çekersin, düğümü yana yapardın. Şimdi bunlar üste yapıyorlar. Öyle
yapınca top vurdu mu falso alır. O ayakkabıları Dinyakos diye bir Rum yapardı,
biz ona yaptırırdık.”
“Bizim devrimizde haftada iki
gün antrenman yapardık. Şimdi her gün yapıyorlar. Biz ikinci dünya harbi
sırasında antrenör görmedik. Kendi kendimizi yetiştiriyorduk, kendi
bilgilerimize göre hareket ediyorduk, kafamıza göre çalışıyorduk. Refik Osman
Top antrenörlük yaptı bizde. Taktik filan yoktu. Şimdikiler spor salonunda
çalışır gibi çalışıyorlar, yani farkları var. Dış temasları arttı, görgüleri
arttı, antrenörleri arttı, malzemeleri arttı. Antrenman şekilleri değişti,
psikologları var, masörleri var. Bizde masör filan yoktu. Bir tek Fenerbahçe’de
masör vardı. Ben yedek subaylık yaparken galiba Rapid idi, Avusturya’dan bir
takım geldi. Ameliyat için gittiğim zaman kulüp bana yakınlık göstermişti,
bizimle antrenmanlara çık demişlerdi. Orada kaldığım yirmi gün boyunca
kulüplerini ziyaret ettim, oyuncularla ahbap olmuştum. Onlar Ankara’ya gelince
izin alıp maça gittim. ‘Çık sahaya,’ dediler. Onların malzemelerini giydim,
maçtan önce onlarla beraber ısınıyoruz. Adamlar topla pas yapıyor, birbirine
veriyorlar. Bana gelince ben topu yere düşürüyorum. Onların yaptığı hızı
yapamıyorum. Rezil olacağım deyip bıraktım. Kaleye şut atmaya başladılar. Eğer
top kaleyi bulmazsa beş defa havaya sıçrıyorsun. Üç-dört defa şut attım,
yoruldum. O zaman bu hareketler çok farklıydı bizim için.”
“Futbol oynamak, tanınan biri
olmak bazı yardımlar sağlıyor. Bir yere gittiğin zaman bunun yardımını
görüyorsun. O zaman Müslim Bağcılar gümrükçüydü. Büyük fabrikalar kuruldukça
gümrük işleri artıyordu. O vaziyette Müjdat, Küçük Fikret gümrükçü oldular.
Müslim Bağcılar bizim fabrikanın gümrük işlerini yapıyordu. Ben Yunanistan’dan
geliyordum. Gelirken oradan üç metre mavi bir kumaş almıştım. Bir de havlu
gömlekler alırdık. O zaman Türkiye’de yoktu bu gömlekler. Ben giriş yaparken
gümrük ‘üç metre kumaş yasak’ diye kumaşa el koydu. Dönünce Müslim Bağcılar’a
gidip durumu söyledim, ‘Bırak bana,’ dedi. Rakamları değiştirip üç metreyi
yirmi beş santim yapmışlar. O zamanlar işler öyleydi.”
Erdoğan Dağdelen futbolu
bıraktıktan sonra iş hayatına atıldı. Yarım bıraktığı eğitimini tamamladı ve
ardından Dinçkök’ün şirketi Aksu’da uzun yıllar genel müdürlük yaptı. Bu
dönemini şöyle özetliyor: “Liseyi bitirince ilk önce Teknik Üniversite’de
mühendis mektebine girmek istemiştim. 180 kişi aldılar 225. geldim. Kazanamayınca
tıbbiye imtihanına girdim ve orayı kazandım. Tıbbiyenin birinci sınıfı zordur.
Dört-beş rahattır ama hayat boyu okursun. Konferanslara gidersin, yenilikleri
takip edersin. Fazla uzun bir tahsil olunca bıraktım. Askerlik devri de
gelmişti. O yüzden hukuka girdim. İki sene sonra ticarete geçtim. Sonunda
askerliğimi yaptım, sonra gece okulunda yüksek ticareti bitirdim. Okulu
bitirdiğimde kırk beş yaşındaydım. Sonra büyük bir fabrikada – Aksu İplik’te
kırk üç sene genel müdürlük yaptım. İki bin üç yüz kişi çalışıyordu bu
fabrikada. Genel müdürlük çok zordur. Bir tarafta patronlar, bir tarafta
işçiler; menfaatlerin çarpıştığı bir yerdir. Herkes bir şey ister. Hissedar
ortak çok kâr ister. Memurlar maaşına zam ister. Bayiler ucuz mal ister. Yangın
olur sen mesulsün, kaza olur sen mesulsün. Herhalde bir daha dünyaya gelseydim
genel müdür olmazdım.”
Bahis oynamak istiyorsanız Mobil Bahis Giriş sitemizde en yüksek oranlarla bedava bahis veren bir site olan Mobil Bahis üzerinden kuponunuzu kolayca yapabilirsiniz.
YanıtlaSilErdoğan Dağdelen dün (07 Ocak 2019) vefat etti. Allah rahmet eylesin.
YanıtlaSilAllah rahmet eylesin dünya tatlısı babacan bir kişiydi. Ben Aksu İplik Dokuma ve Boyaapre Fabrikasında staj yaparken bizlere kütüphanede şirket hakkında bilgiler verirdi.
YanıtlaSil