29 Temmuz 2014 Salı

Bahri Altıntabak - İzmir'in Altın Çocuğu


 Bahri Altıntabak genç yaşta oynamaya başladığı Göztepe’de parlayınca o yıllarda rekor sayılabilecek bir transfer ücretiyle Galatasaray’a gitti. Fakat İzmir’den gittikten sonra İstanbul’da kalan futbolcuların aksine o yüksek öğrenim yapmak uğruna tekrar şehrine döndü ve futbolu İzmir’de bıraktı. İşte Bahri Altıntabak’ın yaşam öyküsü:

“1938’de Yunanistan’ın Gümülcine şehrinde doğdum. 1945 yılında İstanbul üzerinden İzmir’e geldik ve Bornova’ya yerleştik. Üç kardeştik. Bir ağabeyim ve bir ablam vardı. İlkokulu Bornova’da okudum. Sonra İzmir Atatürk Lisesine girdim. Top oynamaya mahalle arasında başladım. Babam işçiydi, ağabeyim de çalışmak için liseyi bırakmak zorunda kalmıştı. Ailemizin maddi durumu iyi değildi. Babam ayakkabılarım eskiyecek diye top oynamama kızardı. Daha sonra Bornova Gençlik takımında oynamaya başladım.”

Bahri Altıntabak (sağda) Bornova'da
oynarken bir arkadaşıyla.
“Lisenin ardından 1955-56’da Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesine girdim.  O yıllarda Göztepe’nin kendi lokal takımları arasında yapmış olduğu ligler vardı. Üniversitede okurken bazı arkadaşlarım bu takımlarda oynuyordu. Onların aracılığıyla son şampiyonluk maçına beni çıkardılar. O maçı 3-2 kazandık, üç golü de ben attım. Maçlar zaten Göztepe sahasında oynanıyordu. O maçtan sonra beni hemen Göztepe kadrosuna aldılar. O sırada Bornova formasıyla amatör ligde de gol kralıydım.”
 

“Göztepe’de oynarken babama, ‘Okul takımında oynuyorum,’ diyordum. Ama bir gün Altay’la bir maçımız vardı. Maçı 2-1 kazandık. Ertesi gün gazeteler yarım sayfa benim resmimi koymuşlar, altına da ‘Bahri 2 Altay 1’ yazmışlar. Hatta bir golü doğrudan kornerden atmıştım. Gazeteyi ağabeyime göstermişler. Çok şaşırmış tabii, haberi yok. Beni çalıştığı yere götürdü. Oradakiler beni görünce büyük tezahürat yaptılar, omuzlara filan aldılar. Bir tantana koptu. Ağabeyim, ‘Yahu ben bunlarla dört-beş senedir beraberim, beni tanıyan yok, seni nereden tanıyorlar?’ diye sordu. Tabii futbol oynadığım öyle meydana çıktı. Spora meraklı bir ağabeyimiz vardı, o da bana destek verdi. Onun da ikna etmesiyle mutlaka okulu bitirmek şartıyla ailemden izin aldım.” 

Göztepe'deki ilk günler.
“Takıma girdiğim sırada Göztepe forvetinde benimle birlikte Güler, Gürsel, Rahmi ve Fikri vardı. Beni sol açığa aldılar. Ama ben geriye dönük sol haf gibi oynuyordum. Dolayısıyla dört forvet gibi oynanıyordu. Yani iki-dört-dört gibi bir diziliş vardı. Ben hem sol haf hem sol açık oynuyordum. Hocamız Ruhi Karaduman’dı. Sonra Alman bir hoca gelmişti. Türkçe telaffuzu kötü olduğu için forveti, ‘Gulaa, Gursaal, Fikii, Ramii, Bariii,’ diye sayardı. Göztepe’nin o zamanki yöneticilerinden Zeki Çırpıcı kuyumcuydu, Şakir Sözügür Konak taksinin sahibiydi, Ahmet Sevil, Sevil mağazalarının sahibiydi.”

Göztepe'nin milli lig öncesine ait bu kadrosunda Bahri Altıntabak
oturanlar arasında ortada yer alıyor.
Böylece 1956-57 sezonundan itibaren Göztepe forması giyen Bahri Altıntabak önce İzmir mahalli profesyonel liginde mücadele ettikten sonra 1959’da başlayan Milli Ligin ilk iki sezonunda da Göztepe formasıyla oynadı: “İlk üç sene Göztepe’de cüzi paralara oynadık. Dördüncü sene rahmetli Gürsel, ‘Kulüpte para yok, parasız mukavele imzalayalım,’ dedi. O zaman iki sene parasız mukavele imzaladık. Fakat ben, ‘İzmir dışından transfer teklifi gelirse bana bedava bonservis vereceksiniz,’ demiştim. Nitekim bir sene sonra beni Galatasaray istedi. Bizi çalıştıran Reha Eken beni Galatasaray’a tavsiye etmiş. ‘Bir adam var, gidin bakın, hiç kaçırmayın alın,’ demiş. Bana sonradan söylemişti. Sonra Gündüz Kılıç gelip bir maçımızı seyretmiş. Bunu sonradan Coşkun Özarı’dan dinlemiştim. Maçtan önce ona benim için şöyle oynuyor, böyle oynuyor diye övücü şekilde anlatmışlar. Maçtan sonra gazeteciler, ‘Bahri’yi alıyor musunuz?’ diye sormuşlar. Gündüz Kılıç, ‘Daha çok genç, biraz pişsin. Ondan sonra düşünürüz,’ demiş. Fakat içeriye girer girmez Coşkun Abi’ye, ‘Hemen alın bunu, hiç kaçırmayın,’ demiş. Metin, Turgay ve Kamil okula geldiler, beni yaka paça alıp götürdüler.” 


“Göztepe önce vermeyiz dedi. Fakat ben ısrar edince transferim gerçekleşti. Fakat benden sağlanan transfer ücretiyle Göztepe kulübü UEFA kupasında başarı kazanmasını sağlayan on sekiz tane futbolcuyu aldı. O zaman kulübe yaklaşık 3.200.000 lira para vermişlerdi. Ben de 130.000 lira civarında bir rakam aldım. O zaman aldığım parayla bir ev değil en azından üç-dört tane daire rahat alınırdı. Nitekim Galatasaray’dan aldığım parayla Bornova’da bir arsa alıp bir ev inşa ettirmiştik. Göztepe’ye ilk gittiğimde ilk sene hiçbir şey vermemişlerdi. Bir sene sonra 6.000 lira almıştım. 200 lira veya 300 lira bir maaş alıyorduk. Fakat rahmetli babamın o zamanki maaşı 200 liraydı. Ben Bornova’da oynarken her hafta gol atıyorum, başarılı oynuyorum diye bana her maç ayrıca 30-40 lira prim veriyorlardı. Göztepe’de oynarken amatör olduğum için her maçtan sonra bana bir paket hediye getirirlerdi.”

Bir kamp sırasında yapılan yürüyüşte soldan itibaren Niyazi Tamakan,
Bahri Altıntabak, Gündüz Kılıç, Suat Mamat ve Candemir Berkman
görülüyor.
Böylece 1960’da Galatasaray’a gittim ve 1967’ye kadar oynadım. O arada hep sol haf oynuyordum. Fakat zaman zaman da Ergun’un önünde kesici santrhaf gibi oynuyordum. Bir ara Ergun sakatlanınca ben santrhaf oynadım. Herhalde başarılı olduk ki devamlı olarak ben oynamaya başladım. İzmir’den giden dört beş kişi vardık. Fakat takımda direkt oynayan ilk bendim, benden sonra da Yavru Ayhan oldu. Hatta Metin Oktay Palermo’ya gittiğinde ben santrfor olarak oynadım. O sene neredeyse gol kralı olmak üzereydim. Son maçta Ankara Demirspor-Ankaragücü galiba, ikisi anlaşmışlar. Maç 3-3 bitti. Fikri Elma gol kralı oldu. Ben ikinci olmuştum. Metin dönünce sol iç oynadı, ben santrfor oynadım.”

Bir Galatasaray-Beşiktaş maçında gol atarken.
“Galatasaray’a gittiğim zaman benim gibi bekâr oyuncular için Etiler’de bir ev tutmuşlardı. Etiler o zaman daha çok yeni bir yerleşimdi. En fazla on sıra ev vardı. Bir hayli yeşil saha vardı, bütün Boğaz’a hakimdi. Orada bir tür kamp hayatı yaşadık. Ev arkadaşlarım Cenap ve Ayhan’dı. Zaman zaman Erol kalırdı. Aile evi gibi bir yerdi. Bir buçuk sene kadar orada kaldıktan sonra ben Şişli’de kendime ev tuttum. Evlenince Bahçelievler’e yerleştim. İdmanları Ali Sami Yen stadında yapıyorduk. Onun yanında küçük bir sahamız daha vardı. Hatta orayı Gündüz Kılıç zaman zaman ıslatırdı. Bayağı bir çamur olurdu. Hem ayağımız kuvvetlensin hem top kullanma tekniğimiz gelişsin diye o çamur havuzu içinde maç yapardık. O zamanın iptidai şartları içinde böyle antrenman teknikleri kullanıyorduk. Cumartesi-Pazar ve bazen Çarşamba maç olurdu. Geriye kalan dört günde en az iki idman yapardık. Sahalar da kötüydü. Hollanda’da PSV ile maç yapacaktık. Sahaya bir çıktık, yemyeşil halı gibi. Takımda on sekiz kişi varsa en az on beş kişi kalecilik yapıyor! Herkes çimlere filan atlıyor, o kadar zevk duymuştuk. Sonradan bizim Ali Sami Yen stadı, Dolmabahçe stadı da çimlendi ama maç oynandıkça ortası kelleşiyordu.”

Galatasaraylı oyuncular bir yemekte. Metin Oktay,
Cenap Doruk, Bahri Altıntabak ve Bülent Gürbüz.
“Galatasaray’da oynarken her sene mutlaka Avrupa kupalarında yer alırdık. İsviçre’nin Zürih takımıyla eşleşmiştik. Orada çok kötü iki gol yedik ve yenildik. Dolmabahçe’de 2-0 yendik. Üçüncü maç Roma’da oynandı. 2-1 galip durumdaydık. Maçın son saniyeleri bir frikik oldu. Ondan evvel bir pozisyonda Uğur sol açıktan topu getirmişti. Bir pas verse bomboş kale, ben kaleciyle karşı karşıyaydım. Yüzde doksan gol olurdu. Gol atamasam bile avuta atardım, maç biterdi. Uğur şut atınca top kalecinin dizine çarpıp santraya kadar gitti. Oradan devam eden pozisyonda faul oldu. Adamlar topu hemen dikip vurdular. Turgay yumruğa çıktı ama vuramadı. Top çizgiyi bir karış geçti ve gol oldu. Hakem bitiş düdüğünü çaldı, santra bile yapılmadı. Maç 2-2 bitti. O zaman yazı tura atışı yapılıyordu. Atışı kaybettik. Hakem parayı attığı zaman tura geldiği belliydi, paranın üstünde at resmi vardı. Kadri hemen atladı, biz kazanmışız gibi ‘Caballero! Caballero!’ diyerek parayı aldı ama hakem kanmadı.  O maçı hiç unutmam. Unutamadığım bir başka olay da şu, bir Fener maçında şut attılar. Top benim kalçama çarpınca yön değiştirdi ve gol oldu. Turgay, ‘Ne yaptın’ diye bana kızdı. On – on beş dakika kadar sonra bir korner atacaktık. Ben de gittim ve kafaya çıktım, gol oldu. Üstelik bu galibiyet golüydü. O maçtan sonra yurt dışından gelen bir takımla özel maç yapmıştık. O sırada İstanbul’a bir sirk gelmişti. Onun bir yıldızı kupayı verecekti. O zaman Turgay kaptan olarak beni çıkartmıştı, ben de kupayı almıştım.”


“Üç defa milli oldum. Yaklaşık on sene boyunca milli takıma devamlı çağrıldım ama o kadro pek bozulmuyordu. Hem o zamanlar sene içinde yapılan maç sayısı çok azdı. B milli takım için Moda’da yaklaşık on sekiz gün kamp yaptık. O sırada İran şahı hastalanmış. Sabah uçağa binmemize iki saat kala haber geldi ve maçlar iptal edildi. A milli takımda sol bek oynuyordum, orada rakibim Basri’ydi. Ankara’da İskoçya ile oynamıştık. O maçta ben kadrodaydım. Sandro Puppo kadroyu ilan etti, ben vardım. Formayı o zaman bize bir gece evvelden veriyorlardı. Ben yastığın altına koydum formayı. Gece on buçuk civarı Basri geldi ve formayı istedi. Biz tabii daha küçüğüz, o ağabeyimiz sayılır. Verdim formayı gitti. Hemen kaptan Turgay’a gidip durumu bildirdim. ‘Alsın boş ver, sabahleyin verir,’ dedi. Sabahleyin kahvaltıdan sonra toplandık. Sandro Puppo kadroyu okudu, ben yokum. Ben durumu söyleyince, ‘Beş dakika, sonra sen oynuyor,’ dedi. Maç başladı, beş dakika on dakika derken maç bitti. Ben kenarda oturdum kaldım tabii.”

27 Kasım 1960'ta İstanbul'da oynanan Türkiye-Bulgaristan B milli
maçının kadrosu. Bahri Altıntabak soldan dördüncü.
Bahri Altıntabak o yıllarda futbolcuların korkulu rüyası olan menisküs sakatlığı yaşamamış ama bir maçta ciddi bir tehlike atlatmış: “Ankara’da Ankaragücü- Galatasaray Türkiye Kupası maçı yapıyorduk. Maç 0-0 devam ediyordu. Bitmesine on beş – yirmi dakika kalmıştı. Bir pozisyon oldu. Karambolde çıktım kafayı vurdum, düştüm. Top belime geldi. O sırada kalktım, dizimle vurdum topa, gol oldu. Ama o arada tam benim boşuma bir tekme geldi, kıvrıldım kaldım. Maç yaklaşık beş-altı dakika durdu. Kendime geldim, maçı bitirdik. Maçtan sonra devamlı bir ağrı. İstanbul’a döndüğümüzde beni rahmetli Ali Uras’a götürdüler. Yapılan kontrolde böbrek kanaması geçirdiğim meydana çıktı. Yaklaşık on beş yirmi günlük yoğun tedaviyle ameliyatsız atlattım.”

Bahri Altıntabak Galatasaray’da başarılı performansını sürdürmesine rağmen üniversite eğitimini tamamlamak amacıyla İzmir’e döndü ve 1967-68 sezonundan itibaren Altınordu’da oynamaya başladı: “Üniversiteye iki sene ara vermiştim çünkü imtihanlara hiç giremedim. O zaman Galatasaray yönetim kurulunun üç defa toplantısına girdim. ‘Sana izin veriyoruz. Git okulunu bitir, gel,’ dediler. Ben de ‘o zaman beni kiralık olarak verin ki, ben de sezon içinde oynamış olayım,’ dedim. Ama bu teklifimi kabul etmediler. ‘Ne zaman dönersen takımda yerin var,’ dediler. Fakat üçüncü toplantıya girdiğimde Altınordu’ya gitmemi kabul ettiler. İki sene orada santrhaf olarak oynadım. Fakat iki sene sonunda dönmek istediğimde bu sefer Altınordu bırakmadı. İki sene daha o şekilde oynadım.”

Erkan Velioğlu, Hikmet Orhunbilge, Zadel, Şiyatski gibi oyuncuların
bulunduğu Altınordu kadrosu. Bahri Altıntabak sağ başta oturuyor.
 “Altınordu’ya ilk geldiğim sene 120.000 lira almıştım. Başkan Candoğan Sakaoğlu’ydu. ‘Okulu bitirdiğin an ben sana bonservisini vereceğim,’ demişti. Fakat ben okulu bitirdiğimde Candoğan Sakaoğlu başkanlıktan ayrılmıştı. O ayrılınca hiçbir yönetici bonservisimi vermedi. Üç sene boyunca Galatasaray bana geri dön çağrısı yaptı ama yöneticiler yüksek transfer ücreti istedi. Dolayısıyla transfer gerçekleşmedi. Beşinci senede Altınordu bırakmamakta ısrar edince ben futbolu bıraktım. Yoksa üç-dört sene daha rahat oynardım. Bıraktığımda otuz üç yaşındaydım ama zorlanmazdım. Altmış yaşına kadar kilom hiç değişmedi.”

Altınordu'nun gençlerini çalıştırdığı sırada bir idmanda.
“Altınordu’da iyi bir dönem yaşadık. Bir ara puan cetvelinde dördüncülüğe kadar çıktık. Ben hem takım kaptanlığı, hem antrenör yardımcılığı yaptım. Hatta takım bazı yerlere giderken ben ilgilenirdim. O yüzden ismim “baba”ya çıkmıştı. Diğer oyuncular yaşça benden küçük olduğu için bana “baba” diyorlardı. Futbolu bıraktıktan sonra antrenör kursuna gittim ve diplomayı aldım ama antrenörlük yapmadım. Kısa bir müddet Altınordu’nun gençlerini çalıştırdım. Ankara’dan ve Adana’dan teklifler gelmişti ama İzmir’den ayrılmayı düşünmedim. Futbolu bırakınca yaklaşık bir buçuk sene gazetecilik yaptım.”

Gazetecilik yaptığı yıllarda Galatasaray antrenörü Brian Birch (sağ başta),
Gazanfer Olcayto (sol başta) ve Ayhan Elmastaşoğlu ile birlikte.
Bahri Altıntabak futbolu bıraktıktan sonra Türk Hava Yollarına girdi. Kendi ifadesiyle memuriyetten başlayıp havaalanı istasyon başmüdürlüğüne kadar yükseldi. İzmir Çiğli’de başladığı görevine Adnan Menderes havaalanında devam etti. Uzun bir süre Almanya’nın çeşitli kentlerinde görev yaptıktan sonra Dalaman havaalanı müdürlüğü yaptı. Yirmi beş sene görev yaptıktan sonra Türk Hava Yollarından emekli oldu.










8 Temmuz 2014 Salı

Yıldırım İper - Yeşildirek Efsanesi

Futbolumuzun henüz bir endüstri dalı haline gelmediği, dolayısıyla ligimizin bütün Anadolu’yu kapsamadığı yıllarda çeşitli semt takımları kısa süreyle de olsa ülkenin en üst düzeydeki futbol organizasyonunda yer alabiliyordu. Zamanla Anadolu şehirlerini temsil eden kulüpler liglerde boy göstermeye başlayınca bu semt takımları birer birer amatör kümelere düştüler. Bunlardan biri olan Yeşildirek 1961-63 arasında iki sezon Milli Ligde mücadele ederek futbol tarihimizde yerini aldı. Bu mütevazı semt takımının yetiştirdiği en ünlü oyuncu Yıldırım İper’di. Kulübü henüz mahalli ligde oynarken genç milli takıma seçilen, ardından Fenerbahçe ve İstanbulspor formaları giyen Yıldırım İper’le çocukluğundan beri bağının kopmadığı mekânlarda dolaşıp eski günleri konuştuk. Yeşildirek kulübünün bulunduğu semtte doğan Yıldırım İper çocukluk günlerini şöyle anlatıyor:

“1 Ocak 1939 tarihinde Cumhuriyet gazetesinin bulunduğu sokakta dünyaya geldim. Buraya Çiftesaraylar denirdi. Çocukluğum bu mahallede geçti. Dört kardeştik. Babam Valide Han’da ipçiydi. İp tezgahımız vardı orada. Erzurumluydu ve hiç okuma yazması yoktu ama yanında kırk tane işçi çalışırdı. Her Cumartesi kırk işçinin parasını teker teker verirdi. İstanbul Erkek Lisesi ile Cumhuriyet gazetesi arasındaki sokak parke taşıydı. Orada dokuz-on yaşındayken top oynardık. Kese kâğıtlarını toplayıp ince iple bağlar, top yapar oynardık. Bizim çocukluğumuzda bu sahil yolu yoktu (Cankurtaran – Kumkapı civarındaki sahil yolu). Buradan denize girerdik. Hâlâ da buradan denize girerim. Cağaloğlu’ndan üç dört arkadaş kaçar, buraya gelirdik. Birimiz evden ekmek aşırır, diğeri peynir, öbürü zeytin getirir sonra bunları paylaşırdık. Bir yandan yüzer, bir yandan midye çıkarırdık.”

Genç milli takım formasıyla.
Bir kulübün Yıldırım İper’i keşfetmesine gerek kalmamış zira ağabeyi dahil bütün gençler mahallenin takımında oynuyormuş: “Ağabeyim Yeşildirek takımında oynuyordu. Zaten semtteki bütün ağabeylerimiz bu takımda oynuyordu. Ben de genç takımda oynamaya başladım.” Bu yetenekli gencin A takıma yükselmesi fazla uzun sürmemiş. O günlerin ayrıntısını Yeşildirek Milli Ligde oynadığı sırada kendisiyle yapılan bir röportajdan aktaralım: “Sene 1953’tü ve ben üçüncü kümedeki Yeşildirek’te tescil edilmeyecek kadar küçüktüm. Günler çabuk geçmişti. İkinci kümeye terfi eden Yeşildirek formasıyla bir gün kendimi Beylerbeyi sahasında buluverdim. İlk resmi maçımdı. Kalbimin çarpıntılarını bugün bile duyar gibi oluyorum. Rakibimiz Ortaköy’dü.

Yıldırım İper (solda) 13-14 yaşlarında,
arkadaşı Hüdaverdi Talay ile birlikte
mahalledeki sahada.
                               (Hüdaverdi Talay)
Yıldırım İper Yeşildirek takımıyla çıktığı maçlarda dikkat çekince aynı sıralarda genç milli takıma seçilmiş. Fakat bu olayın sevincini fazla yaşayamadan babasının ölümüyle sarsılmış.  “Babam 1958’de araba kazasında öldü. Ben o zaman genç milli takımla yurt dışındaydım. Uçak biletimi almışlar, beni takımdan çıkardılar diye düşündüm. Eve bir geldim ki herkes orada.” Genç milli takımda ilginç bir olay da yaşamış. Futbola başladığı günden beri santrhaf olarak oynamasına rağmen ilk milli maçında santrfor olarak görev yapmış: “Yunanistan’la yapacağımız maçtan önce Orhan Şeref Apak ile Cihat Arman beni çağırdılar. ‘Santrhafsın ama santrfor oynar mısın bu maçta?’ diye sordular. ‘Üstümde ay-yıldızlı forma var, niye oynamayayım?’ dedim. Onların santrhafından kafa toplarını ala ala maçı kazandık.”

Mahalli profesyonel ligde Yeşildirek-Hasköy mücadelesi.

Gerçek anlamda bir mahalle takımıydı Yeşildirek. Yöneticileri semtte işyeri bulunan kişilerdi. Antrenörlüğüyse bir yandan gazetecilik ve foto muhabirliği yapan Bülent Giz üstlenmişti: “Yeşildirek yöneticilerinden Kazım Özeke kırk beş sene Türkiye Şoförler Cemiyeti başkanlığı yaptı. Hüseyin Kavlak’ın Cağaloğlu’nda fırınları vardı. Turan Ögel avukattı. Kadir Karakurt vardı, Mahmutpaşa ilkokulundan arkadaşım, daha sonra Yeşildirek kulübünde devam etti arkadaşlığımız. Bir dönem Fehmi Tuna genel kaptanlık yapmıştı. Daha önce Eyüp kulübünde idarecilik yapmış. Sonra zor zamanında Yeşildirek’te sorumluluk üstlendi. Yeşildirek idmanlarını Kadırga sahasında, Sultanahmet sahasında yapardı. Sultanahmet sahası şimdi park oldu. Darphane içinde bir saha bir de onun aşağısında askeri saha vardı. Orada Sirkeci, Kadırga, Yeşildirek gibi takımlar idman yapıyordu. Formamız sarı-yeşil renkteydi. Bizi Brezilya’ya benzetirlerdi. Hatta Bülent Giz bize dünya kupasından Brezilya forması benzeri forma getirmişti.”

Yeşildirek Sultanahmet'te idmanda. Arkada Hürrem Sultan
                                        hamamının kubbesi görülüyor.            (Günlük Spor)
Eski gazete kupürlerini incelerken ikinci profesyonel küme karmasının Almanya, İsviçre ve Hollanda gibi ülkelere yaptığı seyahatle ilgili haberler dikkatimizi çekiyor. Daha sonra Beşiktaş’ta parlayan Şenol ve Birol ile kalede Metin Türel gibi isimlerin bu karmada yer aldığını görüyoruz: “Yeşildirek mahalli profesyonel ligde oynarken bu ligde oynayan takımlardan bir karma ile Avrupa’da çeşitli maçlar yaptık. Yeşildirek’ten benden başka Galatasaray’dan gelen Reşat diye bir arkadaşımız vardı. Yurt dışına gittikten bir ay sonra basında mahalli lig takımı kayboldu diye yazılar çıktı. Annem burada, ‘Oğlum orada açından ölür,’ diye kıyameti kopartmış. Halbuki hiç basının yazdığı gibi bir şey olmadı. Toplam kırk beş gün sürdü turne. Adam gibi gittik, adam gibi geldik. İkinci lig karması olduğumuz halde Avrupa’da adamlar hakkımızı veriyordu. Yenilsek veya berabere kalsak bile para alıyorduk. Ayrıca yevmiye gibi bir para veriliyordu.”


Eski kupürleri incelemeye devam ediyoruz. Sıra Yeşildirek on birinin yer aldığı bir kupüre gelince Yıldırım İper o zamanki takım arkadaşlarını anlatıyor: “Sarı Recep önceden santrhaf oynardı. Ne santrhaftı biliyor musun? Yeşildirek’in maçlarından önce soyunma odasına çorapları, şortları filan koyardım. Recep Abi takım kaptanı olarak sahaya çıkardı. Yalnız onu seyrederdim. Ne kafaya çıkardı! Diğer oyuncuları hiç seyretmezdim. Sonra Beşiktaş’a gitti. Orada santrfor oynattılar. Ankara’da Şekerspor’a gitti. Sağ bek, sol bek oynattılar. Ben santrhaf oynarken o yanıma gelip sağ haf veya santrfor oynuyordu. Babası da bizim mahallenin muhtarıydı. Tatar Nazım, ‘Kaptan al sen çocukları arkana,’ derdi. Alırdık. Nazım da benim önümde. Vurdu mu üç kişiyi birden devirirdi. Kaleci Balık Yaşar, Galatasaraylı İsfendiyar’ın kardeşiydi. Bir ayağı doğuştan sakat olduğu halde kalecilik yapıyordu. Sol açık Reşat, Fenerbahçeli yönetici Nihat Özdemir’in yeğenidir, Galatasaray’da oynamıştı.”

Yıldırım ve Recep (ortada).

                                                                                      (Milliyet)
Yıldırım İper’in ilginç bir özelliği takımda kendisinden daha büyük ve tecrübeli oyuncular olmasına rağmen çok genç yaşta kaptanlığa getirilmesiydi. Bu konuda Recep’le aralarında geçen tartışmayı aktarıyor: “Kavga ettik onunla. ‘Ben kaptan olmam, sen ol,’ dedi. ‘Abi sen kaptanımızsın, senin kaptan olman lazım,’ dedimse de istemedi.” Böylece takımın henüz İstanbul mahalli liginde mücadele ettiği yıllarda genç Yıldırım takım kaptanı olmuştu. 

Vefa kaptanı İsmet Yamanoğlu, hakem Faruk Talu ve Yeşildirek kaptanı
Yıldırım İper 28 Mart 1962'de İnönü Stadında oynanan ilk gece maçında.
İstanbul mahalli profesyonel liginde Beylerbeyi, Sarıyer, Eyüp gibi güçlü takımlarla mücadele eden Yeşildirek 1960-61 sezonunda büyük bir başarıyı gerçekleştirerek şampiyon oldu ve milli lige katılmak için Bursa’da yapılacak baraj maçlarında oynamaya hak kazandı. Bu başarının nasıl geldiğini sorduğumuzda Yıldırım İper şunları anlatıyor: “Birkaç tane futbolcu aldık, takıma takviye yaptık. Beşiktaşlı Altıparmak Sami’yi aldık mesela. Hiç arkamıza, sağımıza solumuza bakmadan her maçımızı aldık. 3-0 kazandığımız o Sarıyer maçını unutamam. Ağzımdan nefes değil de adeta oluk gibi kan geliyordu.”

Fakat milli lige katılması kolay olmamış Yeşildirek’in. Federasyon daha önce baraj maçlarında ilk üç takımın Milli Lige alınmasına karar vermişken daha sonra sadece birinci takımın katılacağını açıklamış. Bir müddet süren karmaşa ve mücadeleden sonra Yeşildirek nihayet Milli Lige katılmış: “Bursa’da baraj maçlarına katıldık. Fakat o maçlarda önceki sezon ligden düşen Altay birinci oldu, biz üçüncü olduk. Federasyon sadece Altay lige girecek dedi. Halbuki önceden üç takımın katılacağına dair talimatname çıkmıştı. Bunun üzerine Kazım Özeke ve Turan Ögel ihtilali yapan paşaların yanına çıktılar. Durumu izah ettiler. Bunun üzerine Altınordu ve Yeşildirek’in de milli lige katılmasına karar verildi. Biz bir hafta kapattık Cağaloğlu’nu. Köşede Beşiktaşlı Zekeriya’nın babasının büfesi vardı. Onun büfenin olduğu köşeden, Cağaloğlu hamamından ve Sultanahmet girişinden Cağaloğlu’nu bir hafta kapattık. Her tarafa bayraklar asıldı.”

Yeşildirek milli lige çıktıktan bir süre sonra
antrenörlüğe Cihat Arman'ı getirmişti. 
Yeşildirek bir önceki sezon Recep, Beşiktaşlı Altıparmak Sami gibi tecrübeli birkaç oyuncuyu alarak yerel ligde başarılı olmuştu. Milli Lige katıldıktan sonra da küçük bütçesiyle fazla transfer yapma olanağı bulamadı. Karagümrük kalecisi Tamer Kaptan ve Beşiktaş savunmasının tecrübeli oyuncusu Metin Erman’ı kadrosuna kattı.  Buna rağmen bütçesi çok daha fazla takımlara karşı canla başla mücadele etti. İlk galibiyetini sekizinci haftada İstanbulspor’a karşı aldıktan sonra özellikle üç büyükler karşısında aldığı beraberlikler dikkat çekti.

Günümüzün stoperleri gibi korner atışlarında ileriye gelen
Yıldırım İper'in İzmirspor maçında attığı gol.
Beşiktaş’a karşı 2-0 yenikken son dakikalarda beraberliği sağladığı maçın ardından usta gazeteci Necmi Tanyolaç imzasıyla 7 Şubat 1962 tarihli Milliyet gazetesinde kulübün içinde bulunduğu koşulları anlatan güzel bir yazı çıkmıştı. Bu yazıdan çeşitli bölümleri aktarıyoruz: “…zannedilir ki Yeşildirek ismini taşıdığı geniş ve civcivli iş muhitinin kulübüdür, zengin iş adamlarının, fabrikatörlerin takımıdır. (…) Halbuki, fabrikatörlerin kulübü diye bilinen Yeşildirek Türkiye milli ligine dahil kulüplerin en yoksuludur ama düşkün değildir. Tertemiz bir fakirdir. (…) Harap bir medresedir burası. Yeşildirek denilen kulüp bu harap medresenin üst katındaki bir taş odadan ibarettir. Taş odayı diğer odalardan ayıran taş sütunlar arasına ipler gerilmiştir. Yeşildirekli futbolcuların formaları, şortları, konçları, çorapları yıkandıktan sonra iplere asılır, kurutulur. (…) Yeşildirek milli ligden çok bizim mahallenin takımıdır. ‘Biz basının takımıyız. Cağaloğlu’nun kulübüyüz’ diye iftihar ederler. Buna rağmen, Yeşildirek gazete sütunlarında en az yer alan kulüptür.”



Yeşildirek 1961-62 sezonunda ligde tutunmayı başarırken bunda Yıldırım İper’in de payı büyüktü. Böyle olunca büyük takımlardan transfer teklifi alması kaçınılmazdı. Özellikle Gündüz Kılıç onu çok istemiş, sonuçta bir ön anlaşma imzalanmıştı. Bunun ardından Galatasaray’ın hazırlık maçları yaptığı Ankara kafilesinde de yer aldı. Fakat kulübün mali durumunun bozuk olması nedeniyle bu transfer gerçekleşmedi:  “Galatasaray’a gitme durumum oldu fakat anlaşamadık. Gündüz Kılıç beni istemişti. Bülent Giz de, ‘Sen Yeşildirek’i milli lige çıkardın, artık git kaptan,’ dedi. Fakat Galatasaray kulübü vaat edilen parayı veremedi. Kulüpte para yoktu. Bizim zaten Eminönü’nde dükkânlarımız vardı, paraya ihtiyacım yoktu. Dolayısıyla Galatasaray’a gitmedim.”  

Gündüz Kılıç, Yıldırım İper ve Kazım Özeke.
O sırada devreye Fenerbahçe girdi. Fakat bu transfer de gerçekleşmeyince Yıldırım İper askere gitti ve iki yıl boyunca ordu milli takımı dışında hiçbir takımda oynamadı: “Fenerbahçe de beni almak istemişti. Ben de ayrılmak istedim fakat kulüp beni bırakmadı. Bunun üzerine askere gitmeye karar verdim. Askerliğini yapan futbolcular ihtilalden sonra çıkan bir kararla kendi takımlarında top oynayamıyordu. İki sene askerliğimi yaptım ama hep futbolla meşguldüm. Bu süre içinde elime bir kere dahi tüfek almadım. Ordu milli takımında oynadım.”

İki sene önce olmayan transfer askerlik dönüşü gerçekleşti ve Yıldırım İper 1964-65 sezonunda Fenerbahçe forması giydi: “Askerliğim bitince Fenerbahçe’ye girdim. Fenerbahçe’de bir senem geçti ama çok dolu bir sezon geçti. Ben santrhaf oynuyordum. Özer Abi de santrhaftı. Onunla çift santrhaf oynardık. Bir Galatasaray maçında frikik oldu. Kalede Turgay Abi değil Bülent vardı. Fazla adım atınca frikik kullandık. Şenol’a çekil dedim, bir çaktım tam doksana gitti. Benim golümle o maç 1-1 bitti. O sene Fenerbahçe şampiyon olmuştu.”

                                                                                                             (Milliyet)
Fakat Yıldırım İper’in Fenerbahçe macerası sadece bir sezon sürdü. Yeni takımı İstanbulspor oldu: “Sezon sonunda antrenör Oscar Hold ‘Yıldırım’ı satmayın, kimi satarsanız satın,’ demişti. Buna rağmen kulüp beni serbest bıraktı. Fenerbahçe beni serbest bırakınca ağabeyim kızdı, ‘Bırak futbolu’ dedi. Aramızda üç-dört yaş vardı ama onun sözünden çıkmazdık. Futbolu bırakmıştım, zaten ailece maddi olarak durumumuz iyiydi. O sırada İstanbulspor başkanı Ali Sohtorik devreye girdi. Onun gemileri vardı, bizden halat alırdı. Ağabeyimle diyalogu olduğu için beni istedi.”

1964-65 şampiyonu Fenerbahçe. Üst sıra: Ogün, Birol, Şenol, Ziya, Aydın.
Orta sıra: Yıldırım, Özer, Şeref. Alt Sıra: Atilla, Hazım, İsmail.
Böylece Yıldırım İper 1965-66 sezonundan itibaren İstanbulspor forması giymeye başladı ve takımın en istikrarlı oyuncularından biri oldu. İstanbulspor 1967-68 sezonunda ikinci lige düşmesine rağmen birçok arkadaşı gibi o da takımdan ayrılmadı. Bunun sonucunda takım ertesi sezon tekrar birinci lige döndü. Yıldırım İper’in Fenerbahçe’den İstanbulspor’a geldiği sene Yılmaz Şen de bu takımdan Fenerbahçe’ye transfer olmuştu. Birlikte hiç oynamamalarına karşın, saha dışında çok yakın arkadaşlıkları vardı.  1968-69 sezonunda bir İstanbulspor-Fenerbahçe maçından önce Yıldırım İper’in Yılmaz Şen’i ‘Sizi bu maçta mahvedeceğiz,’ şeklinde kızdırması ters tepmiş, İstanbulspor 2-0 galipken Fenerbahçe maçı 3-2 kazanmıştı. Son golü atan oyuncu Yılmaz Şen’di.
                                                                                                              (Milliyet)
Yıldırım İper otuz yaşını geçmesine karşın istikrarlı futbolunu sürdürüyordu. Buna karşın 1970-71 sezonunda ani bir kararla futbol hayatına son vermişti. Bunun sebebini şöyle açıklıyor: “İlk maçımızı Fenerbahçe’yle yapacaktık. Basri (Dirimlili) Abi hoca olarak bize yeni gelmişti. Maçın ilk yarısı 0-0 bitti. Soyunma odasına girdik. Basri Abi, ‘Oturun çocuklar,’ dedi, hepimiz oturduk. ‘Yıldırım’cığım sana teşekkür ederim, istirahat et,’ dedi. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Uludağ’daki kamp sırasında en iyi eforu ben sarf etmiştim. Giyindim, Cağaloğlu’ndaki kulübe gittim. Radyoda maçı dinliyorlar, ilk yarıda ben oynarken ismimi duyuyorlar. Beni görünce şaşırdılar. ‘Ne oldu?’ dediler, ‘Basri Abi kement attı bana,’ dedim. Maçta 1-0 mağlup olduk. İkinci maç Beşiktaş’la oynanacaktı. Takım okundu, ben yokum. İlk yarıyı 1-0 mağlup kapadık. Basri Abi ikinci yarı beni sokmak istedi. ‘Kusura bakma abi, ben yokum,’ dedim. Maçı 1-0 yenik bitirdik. Sonra İhsan Abi, Kasapoğlu ve Bilge ile bir araya geldim. ‘Arkadaşlar ben futbolu bıraktım. Bu takımda yedi sene top oynadım, ölünceye kadar sizlerleyim,’ dedim. Futbolu bıraktığımda otuz bir yaşındaydım ama hâlâ kemik gibiydim. Kimse benden kafa topu alamazdı.”

İstanbulspor'un haf hattı. Sağ haf Türker,
santrhaf Yıldırım, sol haf Bülent Buda.
Yıldırım İper futbolu bıraktıktan sonra uzun yıllar ticaretle uğraştı. Seksenli yıllarda tekrar yetiştiği kulübe döndü. Yeşildirek’te yöneticilik ve çalıştırıcılık yaptı. Yönetici arkadaşlarıyla birlikte kulübü tekrar eski günlerine döndürmek için mücadele etti ama artık kimsenin gözü üç büyüklerden başkasını görmüyordu: “Rahmetli Turan Abi üç tane avukat aldı yanına. Bir de Kazım Özeke, Kadir Karakurt, Yıldırım İper; çıktık Mahmutpaşa’ya. Eminönü, Cağaloğlu, Nuruosmaniye, Çemberlitaş, Sultanhamam, Akbıyık mahallesi – hep dolaştık. Bize on para vermediler. 1968 senesinde 550 bin liraya Eminönü Zindan Han’da Hacı Şakir Sabunlarının yerini almıştım. Fakat Dalan’ın belediye başkanlığı zamanında yıkıldı orası. Eminönü’ndeki dükkânlarımız dursaydı belki ben bugün Yeşildirek’in başında olurdum, arkadaşlarımı toplardım. Aşağıdaki tüccarları yönetime sokardım. Şimdi kim bilir kimin elinde, Yeşildirek Spor Kulübü diye tabelası duruyor sadece. Bu halde olacağına kapansa daha iyi.”

İstanbulspor. Ayaktakiler (soldan): Yıldırım, Tayfun, Alpaslan, Yalçın, Mete, Kasapoğlu.
Oturanlar: Bilge, Türker, Ali, K. Ahmet, Cemil.















18 Haziran 2014 Çarşamba

Candemir Berkman - Demir Canlı Futbolcu

Eskiler adı kişiliğini yansıtan insanlara “ismiyle müsemma” derlermiş. İşte oynadığı sert futbolla devrinin ünlü forvetlerini yıldıran Candemir Berkman da ismiyle müsemma olanlardan; zira gözünü budaktan sakınmadan oynadığı için defalarca sakatlanmış ve ameliyat olmuş. Bir yıl öncesine kadar hâlâ ameliyatlarla boğuşmasına rağmen büyük bir azimle yaşam mücadelesine devam etmiş. O zamanlar rakipleri kendisi hakkında ne düşünüyordu bilmiyoruz ama sohbetimiz sırasında biz karşımızda Kadıköy ve İstanbul’un eski günlerini özlemle hatırlayan gerçek bir İstanbul beyefendisi gördük. Candemir Berkman Kadıköy’deki çocukluk günlerini ve futbola nasıl başladığını şöyle anlatıyor:

“1934 Beylerbeyi doğumluyum. Sekiz dokuz yaşındayken Kadıköy’e taşındık. Kuşdili çayırında on iki on üç yaşlarında top oynamaya başladım. İngilizlerin tenis kortları filan vardı orada. Büyükler top oynamaya gelene kadar idare ederdik. Kuşdili ve Bayramyeri’nde oynamak bir keyifti. Altıyol’da şimdi elektrik santralı olan yer eskiden bayram yeriydi. Orada da top oynanırdı. Evimiz askerlik şubesinin karşısındaydı. Kadıköy muhteşem medeni bir yerdi. Herkesin vapurda bir yeri vardı, oraya başkası oturmazdı. Vapur iskeleye yanaştığı zaman taksiciler kendi müşterisini beklerdi, başka kimseyi almazdı.”

                              (Candemir Berkman arşivi)

“İlkokulu bitirdikten sonra Kuleli askeri lisesi orta kısmı imtihanına girdim ve kazandım. Fakat ilkokula küçük yaşta gitmiştim. Kuleli’ye müracaat ettiğimde on bir yaşındaydım. Yaşım için ufak dediler ve yapamaz diye uyardılar. Bunun üzerine orta tahsilimi bitirince 1950’de deniz kuvvetlerine girdim ve 1956’da ayrıldım. Gölcük’te görev yapıyordum. Denizgücü’nde top oynamaya başladım. Ordudayken yalnız futbol oynamadım. Boks, güreş, atletizm de yaptım. O günkü şartlarda fiziğim buna müsaitti. Güçlü bir yapım vardı. Aynı zamanda inatçı bir kişiliğe sahiptim. İstiklal Caddesinde yürürken biri beni geçse tahammül edemezdim. Yetişip onu geçer, ondan sonra rahatlardım.”

“Fenerbahçe kulübü 1953-54 sezonunda beni görmek istedi. Fenerbahçe Stadında üç veya dört maça çıktım. O zaman santrfor oynuyordum. Fakat o yıl deniz kuvvetlerinden ayrılamadım. 1954-55 sezonunda Beşiktaş beni istedi. Fakat yine görevimi bırakamadım. 1955-56 senesinde deniz kuvvetlerinden ayrılma imkânı buldum. O sırada beni Adalet takımı istedi. Aynı esnada Galatasaray’dan da teklif geldi. 1956 Ocak veya Şubat ayında Galatasaray’da ilk amatör lisansım çıktı. 1956 yazında profesyonel oldum. Galatasaray’ın kurulmuş bir kadrosu olduğundan oynamak için altı yedi ay beklemem icap etmişti. 1957’de takımla beraber Rusya turnesine gittim ve A takımda ilk kez orada oynadım. O zaman hocamız Gündüz Kılıç’tı. 1957-58 sezonu başında Gündüz Abi ayrıldı. Galatasaray’da oynamaya başlamam bir tesadüftür. Oynama umudumu kaybederek biraz boş vermiş bir hayat yaşıyordum. Gündüz Abi ayrılınca George Dick diye bir İngiliz antrenör geldi. Beni genç takımda antrenmana çıkarıyorlardı. Selahattin Buda diye bir antrenörümüz vardı. Bir gün sabah antrenmanına geldik. George Dick İstanbul’a geleli iki gün olmuştu. Daha eşofmanlarını giymemişti. A takımın idmanını kontrol ediyordu.”

Antrenör George Dick eşi ve çocuğuyla birlikte. Yanında Ertan Adatepe.
Arka sırada Candemir Berkman, İsmail Kurt, Mete Basmacı ve
Ergun Ercins görülüyor. (Bu fotoğrafla birlikte yazıda kaynağı
belirtilmeyen bütün fotoğraflar Erol Natan'ın Facebook'taki Galatasaray
Tarihi sayfasından alınmıştır.)
“Ben genç takımdaki maçımı oynadıktan sonra duş almış, çıkmış kurulanıyordum. Sahaya geldim, A takımı idmanını seyretmeye başladım. O zaman rahmetli Doğan Koloğlu, Dick’in yardımcısı olarak göreve başlamıştı. Onu evvelden tanıyordum zaten. Şans ki, A takımın çift kale yapması icap ediyor, bir kişi eksik kaldılar. Doğan Koloğlu, ‘Candemir’i gönderin,’ diyor. Selahattin Buda, ‘O adam yaramaz çünkü kendini koyuverdi,’ diye karşılık vermiş. Doğan ısrarcı olmuş. Beni sol haf oynattılar idman maçında. Maçtan sonra George Dick benim A takımla idmanlara başlamamı istedi. Günlerden Pazartesi veya Salı idi. Cumartesi günü Kasımpaşa maçımız vardı, 8-1 kazandık. O maçta sol haf oynadım. Sonraki maçımız Fenerbahçe’yleydi. 1-1 berabere kaldık. Hafta arasında milli takımlar açıklandı. Beni B milli takıma seçtiler.”

Candemir Berkman Galatasaray'daki ilk yıllarında Enver
Özdemir ve kaleci Sedat Günertem ile.
“Ondan sonra takımda yerim sabitlendi. Fakat mevkimde bir değişiklik oldu. Coşkun Özarı sağ haf oynardı. George Dick takımı gençleştirmeye gitmişti. Ben sağ haf oynamaya başladım. O sene şampiyon olduk. Ertesi sezon bir Fener maçında sakatlandım ve menisküs ameliyatı olmak için İtalya’ya gittim. 1959 Şubat ayında ameliyat oldum. O zaman takımdaki yerimi biraz kaybeder gibi oldum. Yalnız çabuk bir zamanda iyileştim. Kendime iyi baktım, gıdama ve istirahata dikkat ettim. Büyük bir efor sarf ettim. Aşağı yukarı kırkıncı günde tekrar takıma girdim. Sol haf olarak başlamıştım ama Galatasaray’a geldiğim zaman hazırlık maçlarında çeşitli denemelere tabi olmuştum. Santrfor da oynattıkları da oluyordu. Sol haftan sağ hafa geçtikten sonra o mevkide milli takımda oynadım. Ondan sonra sağ beke geçtim. Ama hücum etmeyi de seven bir adamdım. Gelgelelim o zamanki şartlarda gitme diye kenardan uyarı gelirdi. O zamanlar WM sistemi oynanırdı ama bizim takım bunların haricinde futbol oynamıştır. İyi bir takımımız vardı. 1957-58’de İstanbul şampiyonu olduk. 1961-62’de Milli Lig şampiyonu olduk. Dört defa Türkiye Kupasını kazandık. Antrenörlüğüm sırasında yine şampiyonluk yaşadık. Bu kadar şampiyonluğu bugünkü futbolcular yaşasa ihya olurlardı.”


Candemir Berkman futbola nasıl başladığını, Galatasaray’da A takıma nasıl girdiğini bu şekilde anlattıktan sonra o dönemin futbolcularının yaşam koşullarından, Galatasaray kulübü özelinde Türk futbolunun içinde bulunduğu durumdan ayrıntılı şekilde bahsediyor:

“İdmanlarımız bazen Mecidiyeköy’de olurdu. Bazen Lisenin Grand Cour denen sahasında yapılırdı. Şeref Stadında idman yapardık. Kâğıthane’de levazım okulu vardı, orada idman yapardık. Kulübün sezon başında yirmi tane topu vardı. On beş gün sonra bütün toplar patlar, üç tane topa kalırdık. Üç topla otuz kişi nasıl antrenman yapsın? Bugün görüyoruz, top tribüne gittiğinde seyirciler topu aldığı zaman kimsenin sesi çıkmıyor. Bugün bir futbolcu bir yıl için aldığı parayla ömrünü kurtarabiliyor. Oysa benim jenerasyonumdaki çoğu arkadaşım çok kötü şartlarda yaşıyorlar bugün. O zamanlar bazen idmana gidecek parayı zor bulduğumuz olurdu. Mesela Mecidiyeköy’de idman sabah sekiz buçukta başlayacaksa Kadıköy’den altıyı beş geçe kalkan ilk vapura binerdim. Karaköy’den Tünel’e çıkardım. Orada Mecidiyeköy tramvayı vardı; birinci mevki beş kuruş, ikinci mevki üç kuruştu. İdmandan sonra topluca kulübe dönerdik. O zamanki Amerikan arabalarına altı-yedi kişi rahat sığıyordu. Birkaç arkadaş taksi tutup kulübe giderdik.”

Sözleşme yenilerken Rüçhan Adlı onu izliyor.
“Biz acı bir dönem geçirdik. Oynadığımız saha saha değildi, top top değildi; ayakkabı, forma, eşofman, duş, antrenman sahası hepsi öyleydi. Maaşımız maaş değildi. Hiçbir şeyimiz yoktu. Biz yokluğun içinde bir jenerasyonduk. Fener’i 5-0 yendiğimiz maçın 40. dakikasında sağ ayağım kırıldı. O zaman oyuncu değiştirmek yok. Rahmetli Ali Uras ağabeyimiz geldi, Novocain diye bir ağrı kesici iğne yaptı. Ayakkabının üstünden bandaj yapıldı. Sonra yine iki tane Novocain. Bacağım tahta bacak gibi olmuştu. Onunla oynamaya çalışıyordum. İki çift Dinyakos ayakkabım vardı. Birini sağlam kalsın diye sadece Fener ve Beşiktaş maçlarında giyerdim. Galatasaray takımında ilk Adidas giyen benim. Avrupa’ya gittiğim zaman kendi paramla almıştım. Ankara’ya gittiğimiz zaman sevinirdik çünkü 19 Mayıs Stadı çimendi ama orada oynamayı sevmezdik. En sevdiğimiz saha İzmir Alsancak Stadıydı çünkü su tutmazdı.”
 
                                               Vefa'da oynarken kendisini sakatlayan Ali İhsan Okçuoğlu'nun ziyareti.                                                                                     (Milliyet)
“Benim oynadığım dönemde Galatasaray’ın seyircisi üç direğin arasındaydı. Yani bir kapalı tribünün üçte biriydi, yarı yarıya bile değildi. Ancak derbi maçında filan yarı yarıya ayrılırdı tribünler. O azınlıkta olan seyirciyi biz bugünkü taraftar yaptık. O devirde doğanların isimlerinin çoğu Turgay ve Metin’dir. Ben futboldan para kazandım diyemem ama bugün Candemir isem Galatasaraylı Candemir olduğum içindir. Gündüz Abi bana futbolla ilgili hiçbir şey öğretmemiştir ama Galatasaray’ın ne olduğunu, sportmenliğin ne olduğunu öğretmiştir. Biz her gün sabahleyin kulübe gitmeye mecburduk. Mutlaka Gündüz Abi’nin odasına girerdik. ‘Günaydın baba,’ der, öpüşürdük. ‘Nasılsın, iyiyim,’ şeklinde kısa bir hal hatır sorma olurdu. Belki uzun seneler kimse bunu fark etmemiştir ama ben fark etmiştim. Öpüşmemiz önceki akşamdan kaldık mı diye bir alkol muayenesi gibiydi. Görünmemiz, bir gün evvelki elbiseyle mi gittik oraya. Eğer öyleyse akşam başka bir yerdeydin demekti. Pantolonun ütülü mü, ayakkabın boyalı mı, gömleğinin yakası temiz mi – Gündüz Abi bunlara bakardı. Gündüz Abi Galatasaray kulübünü elinde tutardı, o kadar da gücü vardı. Otoriter miydi? Çok. Ama öyle sesini yükselterek filan değil, bir laf atardı, yerin dibine girerdin.”

Mecidiyeköy'ün eski zamanları. Arkada likör fabrikasının
bahçesi görülüyor.
“Şunu her zaman iddia ederim: bugünün en kötü antrenörü bizim devrimizde olsaydı hiç abartmıyorum, Türkiye’den en az yirmi-otuz futbolcu Avrupa’ya transfer olurdu. O kadar kaliteli futbolcular vardı ama kondisyonumuz azdı. O zaman televizyon yoktu, gazeteler spora en fazla bir sayfa ayırırdı. Hatta bazı gazetelerde yarım sayfa olurdu. Resimlerimizi bile görmemiş olanlar çoktur. O zaman çoğunlukla adam markajı yapılırdı. Bir gün Karagümrük’le oynuyorduk. O yıllarda sağ bek oynuyordum. Gündüz Abi sağ içe koydu beni. Devamlı hücum ediyordum. Bülent Eken Karagümrük antrenörüydü. Sol bek Doğan’a Suat Mamat’ın sağ iç oynayacağını düşünerek 8 numarayı tutması talimatını vermiş. Oysa Suat o gün 4 numara mevkiinde oynuyordu. Doğan devamlı Suat’ın üstüne oynadığından kimse beni tutmuyordu. Bunun üzerine Bülent Abi Doğan’a ‘Candemir’i tutsana!’ diye bağırmaya başladı. O zaman televizyon olmadığı için yeni oyuncular rakibini tanımıyordu. Rakibini tanıması için en azından bir defa maçta görmesi lazım. Gerçi ben de maça çıktığım zaman sağımı solumu görmezdim. Soyunma odasına geldiğim zaman kimseyle konuşmazdım.”

Candemir Berkman ilk kez B milli takımda oynadıktan sonra on bir kez A milli formayı giydi: 
“A milli olarak ilk oynadığım maç zannediyorum Ankara’daki Güney Kore maçıydı. Adamların süratinden, çabukluğundan takım olarak şaşkına dönmüştük. Bir topu aldığın zaman etrafında üç tane adam oluyordu. Ama kazandık maçı tabii.”

Bu maçtan sonra oynadığı milli maçlarda rakipler İtalya, Sovyetler Birliği, Polonya gibi zorlu rakipler olmuş:
“Ben dikkafalıydım, burnumdan kıl aldırmazdım. Orhan Şeref Apak’ın federasyon başkanlığı sırasında Polonya’ya maça gittik. Antrenörümüz taktiği anlattı. ‘Bitti mi?’ diye sordum, ‘Bitti,’ dedi. ‘Ben oynamak istemiyorum,’ dedim. ‘Neden?’ diye sordu. ‘Bu hususi bir maç. Avrupalılar nasıl oynuyorlar, biz bu maçı bunu görmek için oynuyoruz ama siz bize 1-9-1 oynatıyorsunuz,’ dedim. Apak, ‘Çıkın dışarı,’ dedi. Yarım saat sonra tekrar içeri çağırdılar, takım yine aynı. Fakat o zaman katenaçyo oynuyor bütün takımlar, o dizilişe geçtik. Daha futbola yakın bir sistem. Katenaçyo da savunma ağırlıklıydı ama bütün dünya öyle oynuyordu o zaman.”

8 Ekim 1961'de İstanbul İnönü Stadında Türkiye ve Romanya B milli takımları arasında oynanan maçın kadrosu:
Özcan Arkoç, Sabahattin Kuruoğlu, Erdoğan Gökçen, Candemir Berkman, Kaya Köstepen, Doğan Akı, Aydın Yelken,
Cengiz Karakayalı, Birol Pekel, Tarık Kutver, Münir Altay. Maçı Türkiye 1-0 kazanmış.
Candemir Berkman 1956’da geldiği Galatasaray’dan istemeyerek de olsa 1965’te ayrılmak zorunda kaldı:
“O zamanki şartlarda otuz yaşını geçen futbolcuya yaşlı diyorlardı. 1965’te Galatasaray’dan ayrılıp Vefa kulübüne geçtim. O sırada hem Beşiktaş hem Fenerbahçe beni kadrosuna almak istiyordu. Fakat Galatasaray bunlara gitmeme izin vermedi ve yalnız Vefa’ya gidebileceğimi belirtti. Böylece üç sezon Vefa’da oynadım. Vefa’ya Ergun Ercins ve Ahmet Berman’la birlikte geldik. Fenerbahçe’den de İsmail Kurt gelmişti. Kalede Metin Türel vardı. Hilmi takımdaydı. İlk lig maçımızı Galatasaray’la oynayıp 2-1 kazandık. Sonra Fenerbahçe’yi yendik. Bir müddet lig lideriydik. Antrenörümüz Molnar’dı. Fakat bizde adam fazla iyi oldu mu kafasını kopartırlar. Onun da kafasını koparttılar. Ondan sonra kümede zor kaldık.”

                                                                                (Fotospor)
“Molnar ayrıldıktan sonra futbolcular beni bir ağabey olarak kabul etmişti. Bana inanmışlardı. Hem futbol oynuyordum hem takımı idare ediyordum. Oynadığım sezonlar boyunca hep kümede kalmak için mücadele ettik. Tabii kulübün parası da yoktu. Vefa’da cebimden para harcadığım zamanlar olmuştur. Benim işim vardı, yazıhaneden iyi kötü bir para geliyordu ama para sıkıntısı çeken arkadaşlarımız oluyordu. Daha sonra Simtel sponsor olduğu zaman Simtel’in temsilcisi olarak Vefa kulübünün yönetiminin başındaydım. Fakat bu dönem bir buçuk iki sene sürdü. Kulüpte bazı isimler biz kendi başımızın çaresine bakarız deyince bu dönem sona erdi. Artık zaman değişmişti. Hele Simtel ayrıldıktan sonra kulübün durumu daha da kötüye gitti. Bir yerden sabit bir gelirin yoksa artık başarılı olmanın imkânı yok.”

Vefa 1967-68 sezonu sonunda Göztepe'yi 1-0 yenerek kümede kalınca
oyuncular hocalarını omuzlarına almış.     (Fotospor)
“Bu arada 1964’te İzmir’de düzenlenen antrenörlük kursunu bitirmiştim. Vefa’da 1967-68 sezonunda altı ay antrenörlük yaptım. O sezon düşmemek için mücadele ediyorduk ve kümede kalmayı başardık. Sezon bitiminde bu kez Galatasaray kulübü beni antrenörlük yapmam için çağırdı. O sezon Yugoslavya’dan gelen Toma Kaloperoviç’in yardımcısı olarak göreve başladım. Bir yılın sonunda Kaloperoviç’le didişmeye başladık. Gençlere önem veren, yaşlılardan kurtulmak isteyen biriydi. Hatta Metin’den bile kurtulmak için çaba gösteriyordu. Ayrılmak mecburiyetinde kaldım ve Kütahyaspor’a antrenör oldum. O sezon Türkiye Kupasında yarı finale yükseldik.”

                                                                               (Fotospor)
Kütahya’dan sonra Antalyaspor ve Şekerspor’u çalıştıran Candemir Berkman 1975-76 sezonunda ilk kez 1. Ligde mücadele eden Balıkesirspor’da görev üstlendi:
“Balıkesirspor’a küme düşüren antrenörüm ben ama nasıl şartlarda çalıştığımızı kimse bilmez. Son haftaya girerken Beşiktaş, Göztepe, Ordu, Zonguldak – hepsinin düşme ihtimali vardı. Son maçımızı deplasmanda Adanaspor’la oynayacaktık. Kulüpte para olmadığından bizi Adana’ya götürecek otobüs bile ayarlanamadı. Ancak Cumartesi günü şehir içinde çalışan bir otobüs temin edildi de yola çıkabildik. Adana’ya vardığımızda gece üçtü. O saatte bir han bulup sabaha kadar uyumaya çalıştık. O şartlarda çıktığımız maçta ilk golü biz atmamıza rağmen yaratılan bir penaltı ve frikik sonucu yediğimiz gollerle çözüldük ve maçı 6-1 kaybederek küme düştük. Düşme potasındaki bütün rakiplerimiz son hafta puan aldı.”

“Balıkesir’den sonra iki buçuk yıl Zonguldakspor’da antrenörlük yaptım. Bir buçuk ay bir Kayseri maceram oldu. İki sene Hatayspor’da çalıştım. Diyarbakır ve Urfa’da görev yaptım. Biz Anadolu’ya açılan ilk antrenörleriz. Her ikinci lig takımı tecrübelerimizden istifade etmek için bizi almak istiyordu. Bizim lejyonerlik zamanımızdır o dönem. Bu tempoya 1978’e kadar dayanabildim.  Zamanla yöneticiler kendilerini bizden daha üstün görmeye başladılar. İşadamları ‘parayı veriyoruz, düdüğü biz çalarız’ zihniyetiyle hareket ettiler. Antrenörlük zamanında futboldan para kazandığımı söyleyemem çünkü ayrıldığım her kulüpte bir miktar maaşım kalmıştı. Futbolcuların parası ödenmediği için yöneticilerle çok kavga ettim. Yöneticiler takımlara müdahale etmek isteyince ben karşı çıkıyordum. Anadolu kulüplerinde ‘Ahmet’i çıkar, Mehmet’i koy’ diye takıma müdahale etmeye kalkan yöneticiler vardı. ‘Sen ne karışıyorsun?’ dediğimizde, ‘Paranı ben veriyorum’ diyebilen küstah tipler vardı. Biz Anadolu kulüplerinde misyonerlik yaptık. Kulüplerin bugüne ulaşmasında bizim payımız vardır. Ağır idmanlardan dolayı futbolcular da beni hazmedemiyordu. Takipçi bir antrenördüm. Fakat bugün aradan otuz sene geçmiş, her takımdan oyuncularım sık sık beni arar, hatırımı sorar. Bir araya geldiğimizde ‘o zaman hata etmişiz, sen bize doğru yolu göstermişsin,’ derler.”


“1992 yılından itibaren antrenörler derneğinin başkanı olarak Şenes Erzik döneminde dört sene futbol federasyonu yönetim kurulu üyeliği yaptım. Eğitim dairesine ben bakıyordum. Bir takım reformlar yaptık. Kaleci antrenörlüğü, sponsorluk gibi uygulamalar bizim zamanımızda başladı. Özerklik bizim zamanımızda olmuştur. Bakanların özel kalem müdürleri bizden çok talepte bulunurdu. Ben de, ‘Bakanımız kendisi arasın veya bana bir yazı yazsın ben de elimden geleni yaparım,’ diye cevaplardım. Dördüncü senenin sonunda ayrıldım. Galatasaraylı eski sporcular derneğinin kuruculuğunu ve başkanlığını yaptım. Profesyonel futbolcular derneğinde Turgay başkandı, ben ikinci başkandım. Türkiye Futbol Vakfı mütevelli heyetinde yer aldım.”

“Futboldan koptum derken federasyondan bir talep geldi; Gündüz Tekin Onay ‘gel bizle beraber ol,’ dedi. Dört sene Türkiye’deki bütün profesyonel takımların görüntüleri, antrenörlerinin ve tesislerinin kontrolünü yapan bir bölümün başkanı oldum. Türkiye’nin aşağı yukarı her bölgesini dolaştım, antrenörlerin durumunu inceledim. Her altyapının ve A takımların çim sahası olması mecburiyeti getirdik. Takımlara baskı yapınca iş kendiliğinden doğruya girdi. Şimdi her takımın antrenman tesisi ve stadı var. Bu benim devremdeki baskılı kontrolden dolayı bu hale geldi. Federasyonda görev yaparken altyapı eğitimiyle ilgili dosyalar hazırlamıştım. Milli Eğitim Bakanlığıyla temaslarımız oldu, fikirlerimizi onlar da kabul ettiler. Fakat ben federasyondan ayrılınca o dosyalar da öylece kaldı. Şimdi bakıyorum o dosyaların içinde olan bir takım şeyler gündemde.”

Bir Fenerbahçe - Vefa maçında. (Candemir Berkman arşivi)
Günümüzdeki spor ortamından söz açılınca Candemir Berkman büyük bir üzüntüyle konuşuyor:
“Bugünkü iğrenç tablolar geçmişte yaşanmazdı. Ben Galatasaray’da oynarken Kadıköy’de oturuyordum. Maçlar bittikten sonra karşıya geçmek için motorlara binerdik. Motorda Fenerli futbolcular olurdu. Galatasaraylı olarak benim dışımda Mete,  Cengiz ve Selçuk olurdu. Espriler olurdu tabii, kazananlar espri yapardı ama kaybedenler bir reaksiyon göstermezdi. Hepimiz arkadaştık, her günümüz beraber geçerdi. Aynı kahveye giderdik. Tribünlerde öyle toplu küfür filan olmazdı. Kendini bilmez birkaç kişi çıktığı zaman onları sustururlardı. Ayva filan atılırdı. Birisi küfür ettiğinde, ‘Aman, tribünde kadın, çocuk var,’ diye uyarırlardı. O zaman o kadar insancıl bir seyirci varken bir de şimdiki hale bakın. Bugün ben maçlara gitmiyorum.”

Candemir Berkman yazımızın başında belirttiğimiz gibi hâlâ futbol oynadığı zamanlardan kalma sıkıntılarla uğraşıyor ve geçmişin “bilançosunu” şöyle çıkarıyor: 
“Ben sert bir futbolcu olarak tanınırım. Fakat bunun acısını çok çektim. Dört defa sağ dizimden, bir defa sol dizimden ameliyat oldum. Bir defa ayağım, iki defa kolum kırıldı. On beş tane kaburgam çatladı. İki defa çarpışmadan dolayı hafıza kaybı yaşayıp hastanede yattım. Hâlâ bunların eziyetini çekiyorum. Yakın zamanda bir buçuk senem hastanelerde geçti.” 


Yaşadığı fiziki sıkıntılara rağmen futbol dünyasından kopamayan Candemir Berkman halihazırda Türkiye Futbol Vakfı başkanlığını sürdürüyor:
“Futbol oynadığım dönemde Karagümrük kulübünün yöneticiliğini yapan kayınpederimle birlikte çalıştığım bir gümrük büromuz vardı. Ben orada gümrükçülüğü öğrendim. Hâlâ gümrükçülük yaparak hayatımı yaşıyorum. Bu olmasaydı sürünürdüm çünkü antrenörlük yaparken ‘alın paranızı ne yaparsanız yapın’ diyecek bir tavra sahiptim, burnumdan kıl aldırmazdım. Antrenörlük yaparken istifa edip İstanbul’a dönebilmek için rahmetli eşimin bileziklerini çok sattığımız olmuştur. Şu anda dingin bir hayatım var, ikinci evliliğimi sürdürüyorum, huzurluyum. Artık seksen yaşındayım ama kafamızın içinde hâlâ futbolla ilgili epey fikir var. Artık daha objektif hareket edebiliyoruz.  Şu anda Türkiye Futbol Vakfı başkanlığını yapıyorum. Başkanlığım henüz bir kaç aylık bir olaydır. Sosyal derneklerin hepsini bırakmıştım. Eski başkan Sema Hanım rahatsızlanınca benden vakfı toparlamamı rica etti. Onu kıramadığım için geçici dahi olsa bu görevi kabul ettim. Tabii bu geçiciliğin süresi ne kadardır bilemiyorum. Vakfın örneğin Spor Toto’dan gelen maddi geliri, futbol federasyonu seçimlerinde iki delegelik gibi bir takım hakları iptal edilmiş. Bu hakları geri alabilirsek, bir iki temel çivisi çakabilirsek, emin ellere bırakabilirsek buradaki görevimizi de tamamlamış oluruz.”

                                                                                        (Fotoğraf: Fethi Aytuna)





29 Mayıs 2014 Perşembe

Melih Garipler - Altınordu'da Parladı, Denizlispor'da Simge Oldu

Melih Garipler, futbolumuzun 1960’lı yıllarında güzel izler bırakan Altınordu takımının önemli isimlerinden biriydi. Liseyi yeni bitirmiş Denizlili bir genç olarak geldiği İzmir’de hemen Altınordu kadrosuna girmiş, genç yaşta kaptanlığını üstlenmiş, sekiz sene sonra memleketine dönerek Denizlispor’da önce futbolcu sonra teknik adam olarak görev almıştı. Yıllarca teknik direktörlük ve altyapı sorumluluğunu üstlenerek Denizlispor’un simgelerinden biri haline geldi. Orhan Berent ile birlikte kendisiyle sohbet ederken Altınordu’dan takım arkadaşı Nehir Çetintaş da bize eşlik etti.

1941’de Denizli Sarayköy’de dünyaya gelen Melih Garipler futbola nasıl başladığını şöyle anlatıyor: “Babam da o bölgenin iyi futbolcularındanmış. Garip Yaşar diyorlarmış. Yani biz futbolcu bir ailenin içine doğduk. Toplam on kardeştik biz. Bazı kardeşlerim de amatör takımlarda oynadılar. Liseyi bitirene kadar Sarayköy’de yaşadım. 1959’da üniversite imtihanına girdim, tıbbı kazandım. Aynı sırada Altınordu seçmelerini de kazandım ve amatör mukavele imzaladım 2000 liraya, 300 lira da maaş. Üç ay okula devam ettim. Tıbba devam edince haliyle futbol yürümedi. Üç laboratuar kaçırdın mı otomatikman sınıfta kalıyordun. Bir ay gitmedin mi işin bitti. Fakat altı kardeş üniversitede okuyorduk.  Para da olmadığı için mecburen tıbbı bırakmak zorunda kaldım, futbola devam ettim. Sonra işletme fakültesini bitirdim ama kullanmadım o diplomayı.”

Melih Garipler kaptanlığında unutulmaz bir Altınordu kadrosu.   
1959-60 sezonu Altınordu’nun Milli Lige katıldığı ilk sezondu. Henüz on sekiz yaşındaki Melih de bu kadroda kısa süre içinde forma giyme olanağı bulmuştu: “Üç ay hiç idmana çıkmamıştım. On beş günlük bir çalışmayla kadroya girdim ve muhteşem (!) bir 8-0’lık Galatasaray mağlubiyetine yetiştim. O zaman Cumartesi-Pazar üst üste maç yapılıyordu. İlk maç Turgaylı, Metinli, Suatlı Galatasaray’a karşıydı. O maçta yedektim ben. Statta 30 bin kişi vardı. Ben o güne kadar 5 bin kişiyi bir arada görmemiştim. Turgay degaj yapıyor, Metin golü çakıyor. Metin tam beş tane gol attı. Ertesi gün hocalar, ‘Şu veledi de kadroya koyalım da başlasın oynamaya,’ diye takıma aldılar beni. Karagümrük maçında sahaya çıktım ben. Rakip Karagümrük ama Kadrili, Zekaili, Tarıklı, Aydınlı muhteşem bir Karagümrük. O maça sol açık olarak çıktım ben. Karşımda Gökçen Dinçer oynuyordu. Fakat doksan dakika boyunca yaptığım hiçbir hareketi hatırlamıyorum. Bir gol attım yalnız, maç da 2-2 bitti. Ondan sonra ‘Yürü ya kulum,’ dedik.”

(Soldan) Melih, Kalaycı Yılmaz, Gode Cengiz, Sedat.
Beytullah Baliç, Bülent Esel, Muhterem Ar gibi mühim isimlerin üstlendiği kaptanlık silsilesinde genç yaşta bu görevi de devralmıştı: “Ben erken kaptan oldum. Yirmi üç yaşında kaptan yaptılar beni. İzmir’de o zaman üniversite okuyan iki üç kişiydik biz. Talimatnameleri filan bilirdim. Onun için zorla kaptan yaptılar beni. Altınordu’da sekiz sene oynadım. Başladıktan üç sene sonra takım kaptanı olmuştum.” Beytullah Baliç’ten söz açılınca ondan saygıyla bahsediyor ve şu anısını anlatıyor: “Hayatta en sevdiğim insan Beytullah Baliç’ti. Onun gibi bir adam tanımadım ben. Sarayköy’den geldim, denemeye çıktım. O arkamda oynuyordu. Ben kırk beş dakika oynamıştım zaten. Arkamdan sürekli beni destekliyordu, ‘Hadi aslanım, hadi koçum, felaket oynuyorsun,’ diye. Böyle baba bir adam görmedim ben. Fakat o davranışı o güne mahsus değildi, her zaman öyleydi.”

Beytullah Baliç (sağ başta) ve Melih Garipler (sağdan üçüncü).
Söz eskilerden açılınca bir de Sait Altınordu anısı anlatıyor: “Bir gün Halk sahasında idman yapıyorduk. Bir arkadaş top kaptırdı. Ben topu kapan oyuncuyu bizim on sekize kadar takip ettim. Fakat Sait Hoca bana, ‘Bulunduğun alandan fazla ayrılma, orada topu alıp tanzim et,’ diye tembih etmişti. Ben adamı bizim kaleye kadar takip edince beni çağırdı, bana bir tokat attı. Benim ağırıma gitti tabii. Ben o güne kadar hocalarımdan tek bir fiske yemiş adam değildim, iftiharlık talebeydim, notlarım hep yüksekti. Basketbol, voleybol, masa tenisi, hepsi vardı bende. Bütün takım önünde bana tokadı basınca ben hüngür hüngür ağlamaya başladım. Daha on dokuz yaşındayım. Ben idmandan çıktım. Sonradan arkadaşlarım, ‘Yahu adam otuz yaşındaki evli barklı oyuncuya tokat atıyor, sen niye bu kadar takıyorsun?’ dediler.”

1962-63 sezonunda bir Altınordu kadrosu Melih Garipler'in sözleriyle: "Bülent Esel, kaleci Sefer, Yılmaz, Kel Altan,
kral beş numara Sedat, Muhterem. (Oturanlar) Oğuz, Karşıyakalı Kalaycı Yılmaz, Antalyalı Hüseyin,
Tıfıl Melih, at yarışçı Selim."
Melih Garipler’in Altınordu’da geçirdiği yıllar içinde unutamadığı olaylardan biri de 1962 kışında Almanya’da katıldıkları bir turnuvaydı. Nehir Çetintaş, “Hatta seni izlemeye yabancılar gelmiş oraya,” diye hatırlatınca esprili bir dille o günleri anlatıyor: “Selahattin Tetik diye bir antrenörümüz vardı. Biz Altınordu olarak en büyük çıkışı onun zamanında yaptık. Adamın aslında futbolla hiç ilgisi yoktu. Atletizm antrenörüydü. Bütün antrenmanlarımız kırk beş dakika sürüyordu fakat bittikten sonra hepimiz tay gibi oluyorduk. Bir form yakaladık biz, birinci devreyi lider bitirdik. İşte o sene Almanya’nın en kuzeyinde Kiel’de kışın bir turnuvaya gittik. Benim de yeni yıldızım parlıyor. İtalya’dan beni izlemeye gelmişler ama o karın, çamurun içinde beni görememişler. Biz batağın içinde kaybolduk. Kar, tipi, yağmur sürekli yağıyor, ben nasıl oynayacağım orada. Biz İzmir’de 0 dereceyi görmemişiz, orada donduk. Kaleci topu kaleden çıkarıyordu, bir de Yılmaz santra yapıyordu, yani bizim ayağımıza hiç top değmedi.”

Hikmet Orhunbilge (solda) ile.
“Biz Almanya’ya 1962’de gitmiştik. O zaman Türkiye’de benim bildiğim üç tane çim saha vardı. Biri Ankara’da, diğeri Konya’daydı. Bir de galiba Manisa sahası çimdi. Orada gezerken Hamburg SV’nin tesislerine gittik. Ben çift kale direkleri olan tam on beş tane çim saha saydım. Alt yapıdaki çocuklar halı gibi sahada antrenman yapıyor, sonra duşunu alıyor, masajını yaptırıyor, yemeğini yedikten sonra eve gidiyordu. Türkiye’de o zaman bırak altyapıyı A takımlarında yoktu bu imkânlar. Bir ayakkabı için İstanbul’a giderdik. Dinyakos vardı orada, bir ay evvelden sipariş verirdik. Bizim son zamanlarımıza doğru İzmir’de Ahmet Şamar çıkmıştı. Yazlığa gitmeden evvel bir 70’lik alıp ona bırakırdık. Döndüğümüz zaman ayakkabımız hazır olurdu. Son senemde Almanya’dan vidalı bir ayakkabı almıştım, fakat giyemedim, alışkın değiliz ki! Dinyakos’un ayakkabısı ayağı sarıyordu, o yüzden Adidas’ı giyememiştim.”


Bir ara Ankara’ya gitmesi söz konusu olmuşsa da gerçekleşmemiş: “1964-65 sezonunda yani Altınordu’nun ilk düştüğü sezon benim transferim gündeme geldi. O zamanlar haraç-mezat vardı. Futbolcu satışa çıkıyor. Satışta kim yüksek pey yatırırsa onun malı oluyorsun. Orada Ankaragücü talip oldu bana. Kendi kulübüm bana 20 bin lira ve 700 lira maaş teklif etmişti. Ben kabul etmeyip satışımı istedim. Satışa Ankaragücü ve Altay katıldı. Şimdi o günkü rakamları hatırlamıyorum ama en yüksek rakamı Altay veriyor. Ankaragücü ile 1.400 lira maaşa yani aldığımın iki misline anlaşmıştım. Ayrıca MKE’de iş vereceklerdi. Fakat ben satışta Altay’da kaldım. Meğer Altınordu ile Altay anlaşmış. Kendi takımın satışa iştirak edemiyor. Altay en yüksek parayı vermiş. Ben Altay’da kalınca toplantıya gittim. Rıdvan Burçetin, ‘Ne istersin?’ diye sordu. ‘Siz ne veriyorsunuz?’ dedim. Bana aynı Altınordu’nun verdiği gibi 20 bin lira transfer ücreti, 700 lira maaş teklif etti. ‘Ben Altınordu’nun kaptanıyım, biz iki kulüp senelerdir kapışırız. Benim kaptanı olduğum kulüp de bu parayı veriyor, aynı paraya niye size geleyim?’ dedim. Ben tabii o zaman o anlaşmayı anlamamıştım, ancak bir iki ay sonra öğrendim. Sonuçta Ankaragücü’ne gidemedim ve Altınordu ile aynı paraya anlaştım. Bugün oynasam herhalde senede en az 500 bin lira alırdım. Sekiz senede iki transfer yaptım. Yirmişerden 40 bin lira para aldım. O 20 bin lirayı da ancak devamlı oynadığım için parça parça aldım. Hiçbir zaman gününde ödeme yapılmadı.”

1969'da Yeni Asır gazetesinin ikinci
ligdeki en iyi oyuncu ödülünü alırken.
Altınordu’nun ikinci lige düşüp hemen çıktığı 1965-66 sezonu oyuncuları açısından unutulmaz bir dönemdi.  O sezon yeni kurulan Anadolu takımlarıyla büyük bir çekişme yaşanmıştı: “İkinci lige düştüğümüz sezon play-off’a kalmıştık. O zaman sekizler deniyordu. Sekiz takım şampiyonluk için çekişmişti. Eskişehirspor, Bursaspor, Mersin İdmanyurdu, Adana Demirspor zorlu rakiplerimizdi. İzmir’deki maçlarımızda bütün stat doluyordu. O sezon hocamız Molnar’dı. Bir de Todor diye bir Macar oyuncu getirmişti. Bana penaltı atmayı Molnar öğretti ve hayatımda hiç penaltı kaçırmadım. Çapraz geleceksin ama ayağının içiyle dümdüz vuracaksın ve yan ağları göreceksin diyordu. Kaleci istediği kadar oynasın, yeter ki sen plaseyi adam gibi vur derdi.” Nehir Çetintaş araya girip onun bir meziyetini daha söylüyor: “Melih kısa boylu olmasına rağmen uzun oyunculardan kafa toplarını alırdı.” Bunun üzerine Melih Garipler, “Ben zamanlamayı çok iyi ayarlardım. Bir metre önden tek ayakla çıkardım. Muhakkak çalardım topu,” diyerek işin sırrını açıklıyor.

1971'de Denizli Atatürk Stadında Trabzonspor'a penaltıdan gol atıyor.
Melih Garipler 1967-68 sezonundan itibaren memleketinin takımı olan Denizlispor’un formasını giymeye başladı. Bu transferde memleket takımı olmasının yanı sıra o yıllarda tüm İzmir kulüplerinin en büyük sorunu olan para sıkıntısı da rol oynamıştı: “İzmir futbolu, kendi içindeki adama 1 lira para vermez. Üç ay maaş alamayız. Transfer ücretlerini alamazsın. Açlıktan nefesin kokar. Denizli’ye gitmeseydim burada açlıktan ölürdüm. Denizlispor’da ilk transfer ücretim 45 bin liraydı. Takımın ikinci senesinde gittim ama kurulduğu sene zaten sözü kesmiştik. Anadolu şehirlerinde profesyonellik daha yeni yayılıyordu ve henüz dalavere yoktu, herkes parasını alıyordu.”
“Çok da iyi bir takım yakalamıştık. Denizli’de çok büyük işler başardık. Hem muhitimizdi, hem yönetim bize inanıyordu. Ben gelmeden önce Göztepe’den kaleci Nevzat gelmişti takıma. Ben geldikten bir sezon sonra İzmir’e döndü. Futbolu bıraktıktan sonra kuyumculuk yapıyordu. Yetmişli yıllarda dükkânında öldürüldü maalesef. Diğerleri genellikle genç ve yeni piyasaya çıkan oyunculardı. Fakat kurduğumuz bu takım üç-dört sene felaket esti.”


Gerçekten de kurulduktan sonra ilk sezonunu orta sıralarda bitiren Denizlispor ikinci sezonunda büyük başarı göstermiş ve bir sezon önce birinci ligden düşen İstanbulspor’un ardından ikinciliği yakalamıştı. 1968-69 sezonunda da bir başka tecrübeli takım olan Ankaragücü’nün ardından ikinciliği elde etti.  
Son kez 1972-73 sezonunda forma giyen Melih Garipler ardından çalıştırıcı olarak uzun yıllar hizmet etti. “1971’de Mersin’de antrenör kursuna gittim. Bilimsel teknikler filan o senelerde başlamıştı. 1972’de futbolu bıraktım ve hemen Denizlispor’da antrenör oldum. Çeşitli zamanlarda sekiz-dokuz kere kulüpte çalıştım. Denizli dışında bir tek 1976 senesinde Uşak’a gittim. Uşakspor 3. Ligde oynuyordu. Üç ay kalıp ayrıldım. Dükkânım vardı, antrenörlük dışında esnaflık yapıyordum. Hediyelik eşya ve konfeksiyon işiyle uğraştım. Sonra on senem Denizlispor altyapısında geçti.”


Melih Garipler altyapı koordinatörlüğü yaptığı dönemden tevazu içinde ayrıntıya girmeden bahsetse de yerel gazetelerde çıkan yazılardan onun bu işe büyük önem verdiği, ilkokul maçlarını bile izlediği anlaşılıyor. Anadolu’yu tarayarak Ümit Bozkurt, Yusuf Şimşek, Erman Güraçar, Erhan Namlı gibi oyuncuları Denizlispor’a kazandırdığını bu yazılardan öğreniyoruz. Birkaç yıl önce altyapı sorumluluğundan kendi isteğiyle ayrılan Melih Garipler halihazırda İzmir Bornova’da yaşıyor. 

                                                   (orhanberent.blogspot.com.tr)