28 Şubat 2014 Cuma

Ahmet Açıkgöz - İstikrar Abidesi Feriköy Kaptanı

Küçükpazar’da, İMÇ bloklarının hemen arkasındaki dar sokaklardan birinde eski ve küçük bir binanın ikinci katında, duvarları eski futbolcu fotoğraflarıyla dolu bir mekândayız. Burası Sakarya İMÇ Spor Kulübünün lokali. Seksen yaşına merdiven dayadığı halde en fazla yetmiş gösteren Ahmet Açıkgöz ile sohbet ediyoruz. 1950 yılında Sakaryaspor adıyla kurulan kulüp onun ilk takımı.  Yirmi yıla yakın Feriköy takımının formasını giyip kaptanlığını yapmasıyla bilinen Ahmet Açıkgöz Anadolu yakasındaki evinden hemen her gün buraya gelip dostlarıyla vakit geçiriyor. Futbola nasıl başladığını, Feriköy’e nasıl transfer olduğunu soruyoruz. Futbol sahalarındaki centilmenliğini hatırlatan nazik bir ses tonuyla anlatmaya başlıyor:


“1934 doğumluyum. Bulgaristan’da doğmuşum. Ben altı aylıkken İstanbul’a gelmişiz. Önceleri Süleymaniye’de bir evde oturduk. Çocukluğum bu semtte geçti. Sakarya kulübünü bu muhitin insanlarıyla hep beraber kurduk. İsim ne olsun diye düşünürken Sakarya harbinden esinlenerek kulübün adını koyduk. Kulüp 1951 yılında federe oldu. Kendi sahamız yoktu ama o zaman top oynamak için çok boş alan vardı. Maçlarımızı genellikle Eyüp’te ve Vefa Stadında oynardık.”


Sakaryaspor takımı ve genç Ahmet Açıkgöz (arka sırada soldan ikinci). Kulüp lokalindeki
fotoğrafın üstünde 1954-55 sezonu yazmakla birlikte Ahmet Açıkgöz 1952 yılına ait olabileceğini belirtiyor. 

“İlkokulun son iki yılında yaz tatillerinde Beyoğlu’nda dayımın yanında terzilik yaptım. İlkokul bittikten sonra okumadım ve terziliğe devam ettim. Askere gidene kadar Kasımpaşa dahil birçok kulüp istedi beni ama hem çalışıp hem idmana gitmek zordu. Askerdeyken Trakya’da bir sel felaketi olmuştu, o yüzden dört-beş ay erken terhis oldum. Askerden döndüğümde Sakarya kulübü amatör ligde oynuyordu. Ben dönünce maçlarda yer almaya başladım. Feriköylü idareciler beni seyretmişler. Kağıthane’de bir deneme maçı almışlar. Maçta Feriköy yöneticilerinden Hüseyin Arık vardı, aynı zamanda elektrik idaresinde memurdu. O zaman elektrik şirketi Tünel’deydi. Ben de Tünel’de terzilik yaptığım için tanıyordu beni. ‘Yarın muhakkak gel, mukavele yapacağız seninle,’ dedi.”

Sakarya kulübü 1956-57 sezonunda o zamanki Ali Sami Yen stadında.
Ahmet Açıkgöz ayakta, sağ başta.
“Bizim takımda Hüsamettin diye çok süratli bir arkadaşımız vardı. O zamanlar WM sisteminde beş forvet oynanıyordu. Ben 5 numara yani santrhaf oynuyordum. Rakip hücumdayken biz on sekize doğru uzun bir top attığımız zaman Hüsamettin depar atardı. Santrhaf da ileri çıkmışsa onu tutmanın imkânı yoktu, anında golünü atardı. Golü attıktan sonra da koşarak kale arkasından dolaşıp dönerdi. İşte o Hüsamettin’le Feriköy’e beraber gittik. Fakat beni aldılar, Hüsamettin’i almadılar, o sonra Kasımpaşa’da oynadı. Gittik, ‘Ne istiyorsun?’ diye sordular. Ben size bırakıyorum dedim. Feriköy’de o kadar mukavele yaptım, hiçbir zaman ben şunu istiyorum diye bir rakam söylemedim ve onların takdirine bıraktım.”

1959'da İstanbul mahalli profesyonel liginde şampiyon olan Feriköy'ün
kupasını İstanbul bölge müdürü Sait Selahattin Cihanoğlu kaptan
Ahmet'e veriyor (M. Ercan Bodur'un "Feriköy Spor Kulübü,
1927-2002" adlı kitabından alınmıştır).
“Böylece 1957 senesinde Feriköylü oldum. Feriköy kulübü o zaman İstanbul profesyonel mahalli liginde Beylerbeyi, Sarıyer, Eyüp, Anadolu, Yeşildirek gibi takımlarla mücadele ediyordu. Mahalli ligde 1957-58 sezonunda Karagümrük şampiyon oldu. Bir sene sonra Sarıyer’le biz çekiştik. Şeref Stadında Sarıyer’i yenip biz birinci olduk. Bursa’da milli ligden düşenlerle birlikte baraj maçları yapıldı. Haziran ayında, gayet sıcak bir havada her gün maç yaptık. İstanbul’dan bizimle birlikte Kasımpaşa, İzmir’den Altınordu ve Ülküspor, Ankara’dan Şekerspor ve Toprakspor, bir de Adana Demirspor vardı. Bizim kaderimizi son maçta Ülküspor belirledi. Son maça kadar hiç kazanamayan Ülküspor, Toprakspor’u 4-3 yenince biz milli lige çıktık,”
Böylece Ahmet Açıkgöz kaptanlığındaki Feriköy 1959-60 sezonundan itibaren, yani kuruluşunun ikinci yılında Milli Lig’de mücadele etmeye başladı. Takımın başına Gündüz Kılıç gibi tecrübeli bir isim getirilmesine rağmen ilk zamanlar kâbus gibi geçti. İlk on maç sonunda sadece bir galibiyet ve iki beraberlik alınmıştı. Fakat kadronun birbirine alışmasıyla birlikte üst üste sekiz maç kazanıldı. O ilk günleri, Gündüz Kılıç’ı ve yine Feriköy’ü çalıştıran Eşfak Aykaç’ı şöyle anlatıyor kaptan:

Milli ligde ilk sezon. Ayaktakiler: Masör Zeki, İsmet, Erdinç, Hüseyin Arık, Gündüz Kılıç, Burhan, Münacettin, Ahmet.
Oturanlar: Rıdvan, Necdet, Ünal, Yaman, Samim, Hüseyin. (M. Ercan Bodur)

“Gündüz Kılıç Galatasaray’da problemler yaşamış ve takımı bırakmıştı. İdarecilerimizin ısrarı sonucu bize geldi. Bizimkiler onu Kabataş’ta arabalı vapur iskelesinde onu kalabalık bir araba konvoyuyla karşılamış ve Feriköy’e kadar götürmüştü. Milli Lige kötü başlamıştık. İlk maçlarda mağlup olduk. Geldikleri gibi giderler diyordu herkes bizim için. Sonra askerdeki kaleci Necdet’e izin aldık. Arka arkaya galibiyetler almaya başladık. Gündüz Abi oyuncuları psikolojik yönden iyi hazırlardı. Mesela vapurla İzmir’e gidiyorduk. Sabah oraya varıyoruz, öğleden sonra dörtte ilk maçımızı oynuyoruz. Gece kaptanın yanına gidip uydurma bir telgraf almış gibi gelirdi. Telgrafta İzmir gazetelerinin ağzından rakibimizin Feriköy’e en az dört gol atacağı gibi haberler olurdu mesela. Biz bunu duyunca maçı kazanmak için iyice motive olurduk. Bu tarz maçtan önce hazırlama yöntemleri vardı Gündüz Abi’nin. Eşfak Aykaç’la da çalıştık. Eşfak Abi çeşitli taktikler uygulardı. Sağ açığı mesela sağ hafa çekerdi, hem sol açığı hem sol içi tutacaksın derdi.  Daha o zamanlar beni arkada sarkık libero olarak oynatırdı. Liberolu sistemi ilk biz uygulamıştık.”


Feriköy formasıyla geçirdiği uzun yıllar boyunca unutamadığı bazı anılarını şöyle anlatıyor: “Fenerbahçe ile 3-2 yenildiğimiz hadiseli bir maçımız oldu. 2-1 galiptik. Maçın sonları yaklaştı. Hakem yedi dakika içinde iki penaltı verdi. Pozisyon dışarıda oldu, hakem içeride dedi. Bunu bütün gazeteler yazmıştı o zaman. Hakem Baha Kırçıl diye İzmirli bir hakemdi. Maçtan sonra idarecimiz Apartman Mustafa bir yumrukta yere yıktı onu. Karakolluk oldular. 1963 senesinde İzmir’de Altay’la maçımız vardı. Her yerde şiddetli kar yağıyordu. Bursa’ya kadar zor gittik. Sonra yol kapalı dediler. Yöneticiler valiyle konuştu, karayollarının bir aracı önümüze düştü. Sabah 5’te İzmir’e vardık. Maç saat 2’deydi. Biraz uyuyup maça çıktık. O meşakkatin ardından Altay’ı 4-0 yendik.”

İki kaptan Ahmet ve Lefter. Hakem Semih Zoroğlu.
“Yine İzmir’de Altay’la oynuyorduk. Son on dakikaydı. Durum ya 2-1 ya 2-0’dı. Sol taraftan bir top attılar. Altay sol açığı koşuyordu. Benim iyi yaptığım hareketlerden biri rakibe iki üç metre kala kendimi yere atarak topa müdahale etmekti, çünkü beklesem rakip daha evvel gelip topu alırdı. O pozisyonda da topa rakipten evvel müdahale ettim ama o sırada o da geldiği için bana çarptı ve ikimiz birden düştük. Top da taca çıktı. Tribünlerden biri bağırdı: ‘Ulan Ahmet senin yaşındakiler hacca gitti geldi, daha hâlâ top oynuyorsun!’ Hemen düştüğüm yerden kalktım ve sahaya döndüm. Geriye koşarken, ‘Galiba bu iş için fazla yaşlandım,’ diye düşünüyordum.”

Beşiktaş'la oynanan maçta 1-0 öndeyken son dakikalarda
                         yenen golün üzüntüsü.                   (Fotospor)

O zamanki idman ve maç koşullarını, sahadaki rakiplerini sorduğumuzda aynı sakin ses tonuyla anlatıyor: “İdmanları Feriköy sahasında yapardık. Bazen çamur olurdu. Arabanın arkasına ağır bir kalas bağlanıp çekilerek düzeltilirdi. Ankara’ya gidiyorsak oranın sahası çim olduğu için uzun kramponlu ayakkabı giyerdik. İzmir’e gideceksek, Dolapdere’de Rahman vardı, kramponları kısaltması için ayakkabıları ona gönderirdik; zira Alsancak Stadının zemini kömür tozuyla kaplıydı. Şimdi Çarşamba-Cumartesi maç oynayanlar program yükünden şikâyet ediyorlar. Biz Cumartesi-Pazar üst üste maç yapardık. Buna dayanabilmek için futbolcunun kendine bakması lazım. İdmanda çalışacaksın ve kuvvetli olacaksın. Ben bu fiziğime rağmen kafa toplarında iyiydim. Kafaya düz bir sıçramayla çıkmazdım. Havadayken ikinci bir hareket yapardım. Omuzlar ve bel ikinci hareketle ileri doğru savrulurdu. O yüzden kafa toplarını rahat alırdım. Metin hava topunda çok iyiydi. Topa çok kuvvetli vururdu. Ali Sami Yen’de bir Galatasaray maçı oynuyorduk. Biz yol tarafındaki kaledeydik. Metin bir topa hamle etti. Ben kendimi topun önüne attım fakat o sırada vurmuştu. Top benim ayağıma çarparak ta tribüne kadar gitti. Beykoz’da Katır Nusret vardı. Elenseyle karışık ikili mücadeleye girerdi. Ben de iyi mücadele eden bir yapıya sahiptim. Bir maçta beraber yere düştük, geçemediği için hırstan baldırıma dişini geçirmişti. Metin sert vururdu ama efendi adamdı, fakat Nusret gibi hırslı adamlardan korkulurdu.”

                                                                                                           (Fotospor)
Ahmet Açıkgöz Feriköy’e genç yaşta gelmesine rağmen hemen takım kaptanlığına getirilmişti. Muhtemelen ağırbaşlı ve olgun kişiliği bunda rol oynamıştı. Formasını giydiği kulüp maddi olanaklar bakımından çok zorluk çekmesine rağmen sakin fakat otoriter kişiliğiyle bu durumun takımda bir bunalıma dönüşmesini önlemişti: “On sekiz sene boyunca kaptanlık yaptım. Galipsek idarecilere ne kadar süre kaldığını sorardım. Mağlupsak hadi çocuklar diye arkadaşlarımı gayrete getirirdim. Birisinin saha içinden bunları idare etmesi şarttır. Kulüpte çoğu zaman para sıkıntısı çekilirdi. Bir dönem yine başkanımızın işleri bozulmuştu. ‘İki ay prim istemiyoruz. Para geldikçe ileride verirsiniz,’ dedim. Çocuklar da kabul etti. Nitekim iki ay sonra başkan işlerini halletti ve paramızı ödedi.”

      Ayaktakiler: Bilgin, Erol, Necdet, Ethem, Zekeriya, Ahmet. Oturanlar: Müjdat, Rıdvan, Mehmet, Turgay, İsmet.                                                                                                                                                                                                          (Fotospor)

Saha içindeki liderliğinin yanında çevresinde bulup getirdiği futbolcularla da kulübüne büyük faydası dokunuyordu. Bunlardan biri çocukluk arkadaşları Erdinç ve Münacettin Barut, diğeri Feriköy’de parlayıp Fenerbahçe’ye transfer olan Fuat Saner’di: “Feriköy’de oynamaya başladıktan sonra evimizi Çapa’ya taşımıştık. Fuat benim yakınımda oturuyordu ve Çapa kulübünde top oynuyordu. Ben onu seyredip Feriköy’e tavsiye etmiştim. Fenerbahçe de o sırada devreye girmişti. Benim bir transfer alacağım vardı, ‘Evvela Fuat’ın işini halledin, benim alacağımı sonra verirsiniz,’ dedim yöneticilere. Fuat böylece Feriköylü oldu. Münacettin ve sonradan Karagümrük’te oynayan Erdinç buranın (Küçükpazar) çocuğuydu. Münacettin Sakarya kulübünden Sarıyer’e gitmişti. Oradan bize geldi. Feriköy’de çok başarılı oldu ama menisküs olduğu için ancak iki üç sene oynayabildi. Futbolu erken bırakınca hocalık yapmaya başladı. 1999’daki Yalova depreminde ailesiyle beraber kaybettik.”

Münacettin (solda) ve Ahmet
Sakarya kulübü formasıyla.
Feriköy takımının mütevazı yapısına rağmen dokuz sezon boyunca Türkiye 1. Liginde mücadele etmesinde büyük pay sahibi olan Ahmet Açıkgöz buna rağmen milli formayı sadece bir kez giyebilmişti. “Milli takım aday kadrosuna birkaç kez çağırıldım. Fakat sadece Ankara’da yapılan Romanya maçında oynadım. O yıllarda milli takım üç büyüklerin oyuncularının tekelindeydi.” Kaptan onca başarılı performansına rağmen lige büyük bir renk katan Feriköy takımının 1967-68 sezonunda Türkiye 2. Ligine düşmesini önleyememişti. “Düşmemizin en büyük sebebi maddi imkânsızlıktı. Bazı arkadaşlarımız başka takımlara transfer oldular. Kadro zayıfladı. Eskişehir’de 1-0 galiptik fakat son 15-20 dakikada 2-1 yenildik. O maç kırılma noktası oldu. Ondan sonra mücadeleyi bıraktık.”

2. Ligde oynanan Toprakspor maçında,
rakip kalede gol peşinde.       (Fotospor)
Takım 2. Lige düşmesine rağmen kaptan gemiyi terk etmemişti. O sezon otuz dört yaşında olmasına rağmen formuna çok dikkat eden Ahmet Açıkgöz adeta bir istikrar abidesi gibi takımının hemen hemen bütün maçlarında forma giymişti. Bu durumu kendisi de, “Onca yıl boyunca sadece dört maçta oynamadım, o da bileğim döndüğü için,” sözleriyle onaylıyordu. Müthiş sağlam fiziğiyle 2. Ligde top koşturmaya devam eden kaptan büyük bir talihsizlik sonucu 1972-73 sezonu ortasında futbolu bırakmak zorunda kaldığında otuz dokuz yaşındaydı. İstanbul’da oynanan Sivasspor maçı sırasında ayağı kırılmıştı. O günü şöyle hatırlıyor: “Ali Sami Yen’in çimleri biraz uzundu. Arada da yer yer toprak çıkmıştı. Bana bir geri pas geldi. Ben tam topa vuracağım sırada ayağım tümseğe takıldı, topu alamadım. Ben tekrar topu almaya teşebbüs ettiğim sırada bir darbe geldi. Darbenin sesi tribüne kadar gitmiş. Ayak hemen döndü, kaval kemiğim kırılmıştı. Burada İtalya’yla milli maçımız vardı. Ben üç dört gün hastanede kaldıktan sonra eve çıktım. Eksik olmasınlar milli takım oyuncuları eve gelip beni ziyaret ettiler. İki buçuk ayda iyileştim. Sivas maçında bacağım kırılmasa daha iki sene oynamak niyetindeydim.”

                                                                            (Milliyet)
Ahmet Açıkgöz'ün ayağı kırıldığı zaman Türk spor basınının birçok usta kalemi bu olaya köşelerinde yer vermiş ve samimi üzüntülerini dile getirmişlerdi. Bunlardan Kahraman Bapçum'un Milliyet gazetesindeki satırlarına yer veriyoruz: "Bütün futbol hayatı boyunca ne saha içinde ne saha dışında ağzından tek bir küfür, tek bir kötü söz çıktığını duyan olmamıştır Ahmet'in... Hiçbir arkadaşı, hiçbir rakibi, hiçbir hakem, hiçbir yönetici Ahmet'in 'örnek adam' oluşunu lekeleyecek bir davranışını görmemiştir... Sivas'lı Küçük Mehmet'le çarpışıp yere yıkıldığı zaman gözyaşı dökenler yalnız genç takım arkadaşları değildi. Onu tanıyan herkes, hepimiz aynı üzüntü içindeydik."

          Eski hocası Eşfak Aykaç'ın ziyareti             (Hürriyet)
Böylece İstanbul mahalli liginden başlayarak 1. Lig ve 2. Lig yılları boyunca Feriköy’de oynayan Ahmet Açıkgöz’ün faal futbolculuk hayatı bitmişti. Daha sonra da gerek Feriköy kulübüyle gerek Sakarya İMÇ kulübüyle bağlarını koparmadı. Antrenör ve idareci olarak her iki kulüpte sık sık görev yaptı. Bununla birlikte antrenörlük mesleğini devamlı sürdürmeyi düşünmedi. Bunun nedenini şöyle açıklıyor: “Futbolu bıraktıktan sonra diplomasız olarak Feriköy’e epey hocalık yaptım. Fakat kursa gidip bunu bir meslek olarak sürdürmek istemedim. Galatasaraylı Büyük Ali (Beratlıgil) Tarsus İdman Yurdu’na hoca olmuştu. Biz orada yaptığımız maçta Tarsus’u yendik. Takıma ve hocaya karşı nasıl iğrenç küfürler ediliyordu anlatamam. Ali sahadan çıkarken, ‘Ben de İstanbul’a döneceğim, beni bekleyin,’ dedi. Şehir dışında bir benzinlikte onu bekledik, biraz sonra geldi ve birlikte İstanbul’a döndük. Benzer bir olay Çanakkale’de yine yakın bir arkadaşımızın başına geldi. Benim karakterim bunu kaldıracak yapıda değil diye düşündüm. Yöneticiler de zaten işler ters gidince önce hocaları uzaklaştırır. Nitekim hocalar karşılaştığında, ‘Valizi ne zaman toplayacaksın?’ diye birbirlerine takılırlar.”














24 Şubat 2014 Pazartesi

Nihat Yayöz - Efsane Göztepe'nin En Genci

Göztepe’nin “efsane kadro” diye anılan 1960’lardaki ünlü kadrosunun en genç ismiydi. Aynı zamanda bu kadrodan İstanbul’a transfer olan tek futbolcuydu. Takımının oynadığı ilk Türkiye Kupası finalinde kura atışına o katılmış ve kendi ifadesiyle kaybetmesine sebep olmuştu. Fakat iki sene sonra yarı final ve finalde attığı gollerle Göztepe’nin kupayı kazanmasında büyük pay sahibiydi. Göztepe’nin unutulmaz futbolcularından Nihat Yayöz futbol yaşamının ilk yıllarını bize şöyle anlattı:


“1945’te Buca Şirinyer’de doğdum. Göztepe’nin o ünlü kadrosunda en ufak futbolcusu bendim. Çocukken mahalle arasında iki tane taş koyup top oynardık. Babam futbola karşıydı. Ağabeyim vardı, mahallede top oynarken gider döverdi onu, maçtan alırdı. Sonra bir gün komşular, ‘Senin küçük oğlan iyi top oynuyor,’ demişler. Eskiden alışverişlerde file kullanılırdı. Bir gün baktım filenin içine top koymuş getirdi. Sonra tuttu elimden, bana bütün kulüpleri — Altınordu, Altay, hepsi dahil dolaştırdı. Hiçbiri beni almadı, ‘Ufacık tefecik,’ dediler. Hatta Göztepe’nin lokal takımı vardı, ona dahi götürdü. Ufacıktım, on üç yaşındaydım o zaman, almadılar. Babam matbaacıydı. İzmir’de o zaman çıkan mesela Demokrat İzmir gibi gazeteleri basardı. Bir gün Güzelyalı’da bir matbaacı arkadaşı kart vermiş. O kartla biz Göztepe genç takımına gittik. O zamanlar takımı Abbas Göçmen çalıştırıyordu. Rahmetli Abbas Hoca, ‘Soyun çık,’ dedi, çıktık sahaya. Çıkış o çıkış. Sonra Halil Kiraz ona, ‘Hocam bunu sahaya çıkarma, ufacık tefecik bunu öldürürler,’ demiş. Abbas Hoca da ona, ‘O futbolcunun kralı,’ diye cevap vermiş.”

Abbas Göçmen (sol başta) ve Göztepe genç takımı. Bu takımdan Nevzat
Güzelırmak (soldan üçüncü) ve Nihat Yayöz (oturanlardan
sağdan ikinci) A takıma yükseldi.
Nihat Yayöz’ün, “Bazen on bir kişi yapamazdık, basketbol takımından maç yapmak için adam getirirlerdi,” dediği Göztepe genç takımından A takıma yükselişi hızlı olmuş: “Ben Buca Ortaokulunda okuyordum. Okul iyi gitmiyordu. Babama, ‘Artık ben okulu bırakacağım, top oynayacağım,’ dedim. O da, ‘Peki,’ dedi. 1960 senesinde A takımıyla antrenmana çıktım. Salı günü antrenman, Perşembe günü çift kale oldu. Rahmetli Adnan Abi, ‘Ben yeni bir on altı yaptım,’ dedi. Ligin bitmesine yedi maç kalmıştı. On altıncı oyuncu ben oldum. Kaleci Ali, Halil, ben ve Nevzat genç takımdan gelip yukarıya çıktık. Tabii Adnan Abi o sene bizi oynatmadı. Yedi tane maç kalmış ama düşme durumu vardı. Takım kurtulunca bizleri monte etti ve o takım yürüdü gitti. Sonra İstanbul’dan bazı oyuncular geldi. Önce Beşiktaş’tan rahmetli Sabahattin Abi, sonra Hüseyin ve Ali İhsan geldi.” 

Göztepe'nin bir İstanbul deplasmanında, Moda'daki Rainbow Otel'de
kamp sırasında yapılan bir gezinti.
“Ben takıma ilk girdiğimde takım kaptanı Seracettin Kırklar’dı. O zaman genç takımdan yetişen bütün çocukları döverdi Seracettin Abi, bir tek bana dokunmazdı. Rahmetli saha içinde de çok sert bir oyuncuydu. Söz sert oyunculardan açılmışken bir anımı anlatayım. Bir gün İzmir’de Galatasaray’la oynuyorduk. Top taca çıktı. Candemir Abi o sırada arkasını döndü. Baktım bizden atışı yapmak için kimse yok, topu oyuna sokmak için onun sırtına attım. Top geri geldi ama Candemir bana bir çaktı, beni taca attı.”

Göztepe genç takımı İzmirspor genç takımıyla yaptığı maçtan önce.
Nihat Yayöz (soldan ikinci sırada oturan) Kaleci Ali Artuner ile
birlikte. Sene 1961.
Özellikle 1963-64 sezonundan itibaren istikrarlı bir grafik çizerek Göztepe’nin hemen hemen tüm maçlarında oynayan Nihat Yayöz birkaç sezon sonra askere gitti. O yıllarda revaçta olan ordu takımları arasındaki milli maçlarda yer aldı. Futbolculuk hayatının en ilginç anılarından bazıları o yıllara ait: “Askere gittiğim zaman ordu milli takımında oynadım. Takımımız dünya şampiyonu oldu. O zaman takımda Beşiktaşlı Yusuf, Altay’dan Ayfer,  Necdet ve Tanzer, İzmirspor’dan Sezen Kadıoğlu ve Tuncay Becedek, Galatasaraylı kaleci Nihat, Ahmet Şahin gibi oyuncular vardı. O kadroyla Belçika’da dünya şampiyonu olduk. Benim askerliğim bitmişti ama son maçta oynattılar. Hatta Bağdat’a da götürmek istediler ama ben gitmedim. Orada Yunanlılarla kavga etmişler. Bizden ve onlardan birçok kişi hastanelik olmuş. O olaydan sonra ordu milli takımı kaldırıldı.”


“Benim şanssızlığım ordu takımındayken sakatlanmam oldu. Bir gün antrenman sırasında birisi arkadan bir daldı, sol dizim sakatlandı. Altaylı Ali Rıza beni sırtına aldı, askeri hastaneye kadar götürdü. Orada ayağımı demir çubuklarla askıya astılar. Doğan Andaç’tan ayağımı tedavi ettirmek için izin istedim. Genelkurmay izin vermemiş ama Doğan Hoca bana üç gün izin verdi. ‘Üç gün sonra muhakkak gel,’ dedi. Bana verilen izin kâğıdıyla ben İzmir’de askeri hastaneye gittim. Üç aylık rapor aldım ama o sürede kampa dönmedim. Tabii raporlar genelkurmaya gitmiş. Doğan Hoca’nın rütbesi yükselecekti, bu yüzden yükseltmediler. Doğan Hoca, ‘Nihat artık gelmesin,’ diye haber yolladı bana. Sonra burada Belçika’yla bir ordu maçı vardı, bütün genelkurmay yetkilileri İzmir’e gelmişti. Göztepeli yöneticilerle birlikte gidip özür diledik ve beni affettiler. O zaman Doğan Hoca’yı da affetmişlerdi. Sonra kampa katıldım. Askerliğim boyunca o sakat ayakla oynadım. İç bağ kopuk, iç menisküs, çapraz bağ kopuk, o ayakla ben hem Göztepe’de hem ordu takımında oynuyordum. Tabii her an daha kötü sakatlanma ihtimalim vardı. Askerlik bitince Avusturya’da ameliyat oldum. Doktor iç bağ ve menisküsü dikti. ‘Çapraz bağlarını dikemedim, ancak bacağını kuvvetlendirirsen oynayabilirsin,’ dedi. Neticede kendi kendini çok çabuk tedavi eden bir bünyem vardı. O ayakla bir sene oynadım, ertesi sezon Beşiktaş’a gittim.”


“Bir hafta sonu Bursa’da maçımız var diye izin aldım ama meğer maçımız yokmuş. Beni ordu milli takımında kadro harici bırakıp birliğime yolladılar. Ben on beş gün kampa gitmedim. Bir gün Elazığ’a gitmek için Ankara havaalanına gelmiştim. Uçağın kalkmasına yirmi dakika filan vardı. Bir baktım bizim ordu takımı geliyor, Bağdat’a maça gidiyorlarmış. Doğan Andaç’a, ‘Nihat burada,’ demişler. Hemen beni yanına çağırdı. Altaylı Feridun sakatlanmış. O zaman her oyuncunun ayrı pasaportu yoktu, oyuncuların ismi ve fotoğrafı bulunan toplu bir listeyle seyahate çıkılırdı. ‘Yanında resmin var mı?’ diye sordular. ‘Var,’ dedim. Feridun’un ismi yanına benim fotoğrafımı koydular. Ben Feridun diye gidip oynadım, maçı 3-1 kazandık ve ben de gol attım.” 

Bir Altınordu-Göztepe maçında çektiği şut kaleye girmek üzere.
Altınordu kalecisi Sefer yerde çaresiz yatıyor.
“Bir gün de Trabzon’da bir maç oynamıştık. Maçtan sonra ziyafet veriliyordu ama Tanzer’le benim üzerimde elbise yoktu. Bizi garnizona yolladılar elbise giyelim diye. Fakat erlerin üniformaları çok kirliydi, giyilecek durumda değildi. O sırada bizim takımda oynayan üsteğmenle karşılaştım. Yedek üniforması varmış, onu giyip oteldeki yemeğe döndüm.  Doğan Hoca beni görünce, ‘Komutanlar var burada, ne yapıyorsun?’ kızdı. Hemen rütbeleri söktü. Çok yaramazdım ama bana kıyamıyorlardı. Doğan Hoca beni ve bir de Yusuf’u çok severdi.”

"Bu golün atılışı çok enteresandır. Fenerbahçe’yle oynuyorduk. Fotoğrafta kaleci Hazım ile bek İsmail Kurt görülüyor. Bizimkiler on sekizin sağ köşesine doğru bir top attılar. Bir düdük sesi duydum. ‘Bu da ofsayt olur mu ya’ diye kızıp topa bir vurdum. Top köşeye gitti. Bir baktım hakem santrayı gösteriyor, meğer düdük sesi tribünden gelmiş. Yoksa ben oradan topa vurmazdım."
Göztepe ve milli takımda başarılı futboluyla dikkat çekince İstanbul takımlarının transfer listesine girdi ve 1969-70 sezonunda Beşiktaşlı oldu. Beşiktaş o sezonun ilk maçında İstanbulspor’u 3-1 yenerken gollerin tümünü Nihat attı. O sezonun bir başka ilginç notu üçüncü haftada Beşiktaş Göztepe’yi 1-0 yenerken golü son dakikalarda Nihat’ın atmasıydı. Daha ilginç olansa takımın ilk altı lig maçında gollerin tümünü onun atmasıydı. İstanbul’da uyum sorunu yaşayıp yaşamadığına dair sorumuzu şöyle cevaplıyor: “Beşiktaş’a gittiğimde uyum sorunu yaşamadım ama şöyle bir sıkıntı yaşadım. Ben gittiğimde tribünler Sanlı, Yusuf diye bağırırken ben golleri attıkça Nihat diye de bağırmaya başladılar. Mesela Yusuf top ayağındayken ve ben yanından geçerken topu bana atsa, kaleciyle karşı karşıya kalacağım. Benim Beşiktaş’ta attığım goller ‘al da at’ tarzı goller değildi. Kaleci elinden kaçıracak, ters top gelecek veya santradan alıp tamamen kendim götürerek atacağım tarzda gollerdi.”

Beşiktaş formasını giydiği ilk lig maçında İstanbulspor kalecisi Arap Yılmaz'a penaltıdan ilk golü atarken.
Beşiktaş’ta oynarken Gündüz Kılıç ve çeşitli yabancı antrenörlerle çalışmasına rağmen Göztepe’nin unutulmaz teknik direktörü Adnan Süvari’nin yeri onun için başkaydı:  “Beşiktaş’ta çok çeşitli hocalarla çalıştım ama bence kimse rahmetli Adnan Abi’nin eline su dökemezdi. O zamanlar Türkiye’de futbolcular oyun kaidelerini bilmezdi. Ayrıca futbol dışında nasıl yaşayacaklarını da bilmezlerdi. Adam bize yemek yemesini dahi öğretti.” Özellikle Abdullah Gegiç’le yıldızı hiç barışmamıştı: “Gegiç benim için ‘Türkiye’nin Müller’i’ derdi. Beşiktaş’tan ayrılıp Eskişehirspor’a gitme durumum söz konusuydu. Fakat o sırada Gegiç Beşiktaş’a geldi ve beni bırakmadı. O sezon Göztepe ile oynadığımız maçta gol kaçırdım. Ali olsaydı goldü, o ayaklara atlamazdı. Hava yağmurluydu. Sol taraftan bir orta geldi. Sanlı kafa vuracaktı, vurmadı. Ben dizimle aldım topu, daha dizimden aşağı inerken vurdum. O arada kaleci ayaklarıma kapanıverdi. O maçı kaybettik. Benim de on gün evvel ‘Bu sene artık Göztepe’ye dönebilirim’ diye bir beyanatım çıkmıştı. Gegiç soyunma odasında beni golü mahsus atmamakla suçladı. Oysa Göztepe’yle İzmir’de olsun, İstanbul’da olsun oynadığımız birçok maçta golüm vardı. O maçta kaçırıverdim golü. Beni kadro harici bıraktı. Yugoslav hocaların böyle bir huyu vardı, bir anda insanı yok edebiliyorlardı.”

Beşiktaş'a ilk geldiği gün kampta Süreyya, Erkan,
Saim ve Davut tarafından karşılanıyor.
“A milli takımla Kiev’e maça gittik. Antrenörümüz yine Gegiç’ti. Ben hastalandım. Meğer sarılığa yakalanmışım, daha sonra ortaya çıktı. Antrenör beni oynatmak istiyor ama benim ayakta duracak halim yoktu. Takım kaptanı Can Bartu’ydu. ‘Bu halde nasıl oynar?’ diye sordu. ‘İğne yaparız,’ dediler. Beni yedek soyundurdular. Maçı 3-0 kaybettik. Ertesi gün gazetede Gegiç’in ağzından, ‘Nihat oynasaydı maçı kazanırdık’ diye kocaman manşet vardı. Sonra Ruslarla burada oynadık. Hastalığım hâlâ teşhis edilmemişti. Tabii çok kuvvetsizim o yüzden. Üç tane adam dikmişler başıma, topu dürtemiyorum. Ben çıktım, yerime Cemil girdi.”


Sıra Türkiye Kupasında unutamadığı maçlara geliyor: “1969’da Türkiye Kupasını benim uzatmada attığım golle kazandık ama bir önceki Türkiye Kupasını benim yüzümden kaybettik. 1967’de Altay’la oynadığımız finalin hakemi Almandı. Onu havaalanında karşılayan hakem komitesi başkanı Hakkı Gürüz Altaylıydı. Hakemin maç sırasında verdiği bütün kararlar Altay’ın lehineydi. Biz 2-0 galiptik, sonra Altay iki tane attı. Maç berabere bitti. O zaman yazı-tura var. Rahmetli Gürsel Abi, ‘Nihat şanslıdır, o gitsin yazı-tura atışına,’ dedi. Bölge binasının olduğu taraftaki korner noktasında ben hakemle birlikte bekliyordum. Altay’dan atışa katılacak oyuncuyu bekliyoruz, o gelince birlikte santraya yürüyeceğiz, orada yazı-tura atışı yapılacak. Hakemin elinde bir tarafı mavi, bir tarafı kırmızı madeni para vardı. Bana paranın mavi tarafını gösterdi. Ben kurnazım ya, bunda bir hinlik var dedim. Altay’dan atışa Aydın Yelken gelmişti. Saha müşahidiyle birlikte dördümüz santrada toplandık.  Diğer oyuncular da yuvarlağın dışında toplandılar. Hakem ilk önce bana sordu, ben kırmızı dedim. Adam attı, biz kaybettik. Sonradan düşündüm, hakem maçta hep bizim aleyhimize karar verdiği için herhalde vicdanı elvermemiş ve öyle davranmıştı.”

Bir Beşiktaş-Vefa maçı. Niko henüz Beşiktaş'a geçmemiş,
Vefa'da oynuyor. Nihat'ın attığı golden sonra
"bu gol de yenir mi?" dercesine ellerini açmış.
Yine bir kupa maçıyla ilgili bir başka anısı da ilginç: “Ben Van Erciş’te askerdim. Birliğe geleli daha üç gün olmadan bana maç için izin geldi. Her yerde yoğun kar vardı. Van havaalanına geldim ama geç kalmıştım, uçağı kaçırdım. Hemen jandarmaya gidip durumu izah ettim. Bana Diyarbakır’a gidecek bir tankere binmemi önerdiler. Ben cesaret edip ona binemedim. Akşam Van Gölünden Tatvan’a vapur vardı. Ona binip karşıya geçtim. Gece Tatvan’da bir otelde kaldım. Diyarbakır’a gitmek için önce Bitlis’e gitmem gerektiğini söylediler. Bitlis’e geçtim. O zaman Ramazan vardı. Top patlamadan hiçbir yerde karnını doyuramazsın. Ben bir bakkal buldum, ekmeğin içine biraz peynir ve bal koydurup yedim. O sırada dükkânın önü doldu. Bakkal, ‘Bunlar şimdi seni dövecek,’ dedi. Ben topçuyum, şudur budur deyip durumu kurtardım ve bir otobüs bulup Diyarbakır’a geldim. Ablam o sırada Diyarbakır’daydı, eniştem hava subayıydı. Ablam beni Gürcü Bacı diye bir falcıya götürdü. Kadın parmağımı suyun içine soktu, ‘Sen topçusun,’ dedi. ‘Ay yıldız yükseliyor görüyorum, sen çok iyi yerlere geleceksin,’ dedi. İşte o kupa maçına geldiğim zaman kazanacağız inancındaydım. Kadın doğru söylemişti. Kısa sürede hem Göztepe’yle kupa kazandım hem milli takım ve Beşiktaş formalarını giydim.”

Göztepe 1969'da Türkiye Kupasını kazanırken
finalde Galatasaray'a 1-0 ve 1-1'lik skorlarla
üstün geldi. İstanbul'daki maçta Galatasaray
1-0 öndeyken maçın uzatma bölümünde
Nihat attığı golle kupayı İzmir'e getirdi.
Göztepe 1968-69 sezonunda Türkiye Kupasını ilk kez kazanırken Nihat Yayöz yarı final ve finalde attığı gollerle bunda çok kritik bir rol oynamıştı. Takım yarı finalde Bursaspor karşısında oldukça zorlanmıştı. İzmir’deki ilk maç 1-1 berabere bitti. Bursa’daki rövanşta maç 0-0 bitmek üzereyken Nihat’ın son dakikada attığı golle ortalık karıştı. Seyircinin taşkınlığı yüzünden ekip çok zor anlar yaşadı ve yaralananlar oldu. Nihat Yayöz o maçları öncesinden başlayarak anlatıyor: “İzmir’de Demirspor’la bir maç oynuyorduk. Gürsel Abi o maçta yoktu galiba. Ben saha içerisinde bir şeye sinirlendim. Adnan Abi’ye, ‘Ben çıkıyorum,’ dedim. ‘Gir içeriye,’ dedi ama dinlemedim ve çıktım, yerime başkası girdi. Neticede beni kadro harici bıraktılar. Ujpest ile Fuar Şehirleri Kupasının yarı final maçları oynandı. Orada dört gol, burada yine dört gol yedik. Sonra Türkiye Kupasında Bursaspor ile yarı final maçı geldi. Beni affettiler. Adnan Abi, ‘Bu maçta yedeksin,’ dedi. ‘Soyunmayacağım,’ dedim ama kaleci Ali ikna etti beni. Hayatımda ilk defa yedek soyundum. Ayakkabılarımı dahi yanıma almadan gidip yedek kulübesine oturdum. İlk yarının bitimine on dakika kala Adnan Abi, ‘Nihat kalk, oyuna gir,’ dedi. ‘Devre olunca girerim,’ dedim. Neticede ikinci yarıda oyuna girdim. Takım 1-0 mağluptu, bir gol attım ve 1-1 bitti. Maçtan önce babam vefat etmiş, bana söylememişler. Maçtan sonra beni kenara çekip söylediler.”

(Yeni Asır)
“Birkaç gün sonra Bursa’da bu maçın rövanşı oldu. Maç 0-0 gidiyordu ve artık bitmek üzereydi. Seyirci bağırıp çağırıyordu. Zaten onlara o maçı seyirci kaybettirdi. Onlar bağırıp çağırınca bizim takım uyandı. Santra çizgisindeydim, oradan içeriye çabuk kaçayım dedim. Baktım bizim Fevzi sağ taraftan gidiyor, ben de ortadan on sekize doğru kaçtım. Fevzi yaya doğru ortaladı,  ben topa bir kafa vurdum, top direğe çarpıp içeri girdi ve maç bitti. O sahadan biz asker elbiseleriyle çıktık. Sabahattin Abi’ye baktım, hemen içeriye kaçtı. Ben de aynı taktiği yapayım dedim, kaçtım içeri. Tabii seyirciler sahaya sürekli bir şeyler atıyorlar. İçerisi polis dolu, dışarıya çıkmıyor polis. O arada açık tribünün tellerini kırıp sahaya dalmışlar. Bizim bazı arkadaşların kafası yarıldı. Hatta Bursaspor’da oynayan eski Karşıyakalı Ahmet Tuna’nın da kafasını yardılar. Biraz ilerde askerler vardı. ‘Askerler gelsin buraya, biz onların kıyafetini giyelim,’ dedim. Nitekim cemseyle kapıya yanaştılar. Onlar elbiselerini çıkardılar, biz giydik. O şekilde çıktık oradan.”

(Yeni Asır)
Nihat Yayöz 1974-75’te Göztepe’ye döndü. O döndüğünde eski takım arkadaşlarından sadece Nevzat Güzelırmak kalmıştı. Kadroda artık Özer, Fuji Mehmet, Küçük Ali gibi bir sonraki kuşağın oyuncuları vardı. Göztepe’deki ikinci sezonunda geçirdiği sakatlık yüzünden futbolu bırakmak zorunda kaldı. 1978’de Altay’la yapılan jübile maçında son kez takımının formasını giydi. Daha sonra teknik direktörlük yapmaya başladı ve birçok takım çalıştırdı. Bu takımlardan Aydınspor’u 2. Lige çıkarma başarısını gösterdi.
  
Altay'la yapılan jübile maçı.


Bir zamanlar sahalarda karşılıklı mücadele ettiği Altaylı Mahmut Evren'le.

Evin bir köşesini 1969'daki kupa zaferiyle
ilgili büyütülmüş gazete sayfası süslüyor.


14 Şubat 2014 Cuma

Şükrü Ersoy: Kalecilik Bambaşka Bir Yer

Fenerbahçe Stadının çok yakınında dünyaya gelmişti. Yani bir bakıma doğuştan Fenerbahçeli sayılırdı. Fakat futbol kariyeri bir başka İstanbul kulübünde başladı. 1950’lerde milli takım forması için büyük bir rekabet içinde olduğu Turgay Şeren’le çocukluk arkadaşıydı. Uzun yıllar Avusturya’da forma giymiş, daha sonra ünlü Köln Yüksek Spor Okulunda antrenörlük kursu görüp birçok kulübümüzde görev yapmıştı. İşte futbol tarihimizin bir dönemine damgasını vurmuş kalecilerimizden Şükrü Ersoy’un yaşam öyküsü:

“14 Ocak 1931 yılında Kadıköy’de doğdum. Kurbağalıdere’de bir tahta köprü vardı, şimdi stadın arkasında aynı yerde beton bir köprü var. Eskiden orada köşkler vardı. Babam askeri eczacıydı, bahriye albayıydı. Dedem eski paşalardan. Benim ismim Ali Şükrü’dür. Annemin babasıyla babamın babasının isimlerini taşıyorum. Annemin babası da denizciydi, çarkçıbaşı olarak görev yapıyordu. Babam aslen Üsküdarlıdır ama subaylıktan emekli olunca Sarıyer’e yerleşmiş ve eczane açmış. Üç kardeştik biz. Babamın ilk eşinden iki kızı olmuş. Eşi ölünce annemle evlenmiş. Babam ben beş yaşımdayken vefat etti. Onun için babasız büyüdüm diyebilirim. Bir ara Taksim’de oturduk. İlkokulu orada okudum.”

Babasıyla birlikte eczanenin önünde.
“Eskiden mahalle maçları vardı. Yazın lig maçlarına çok uzun ara verilirdi, o zaman semt sahalarında semt maçları yapılırdı. Bizim Cihangir takımı vardı, Samim Var’la birlikte o takımda oynuyorduk. Anadoluhisarı sahasında bir maç yapıyorduk. Sabri Abi beni o maçta görmüş, maçtan sonra yanıma geldi, ‘Seni Fenerbahçe’ye alalım,’ dedi. Futbola ilgi duymamda Fenerbahçeli olan dayımın büyük payı vardır. Kendisi de albay olan dayım o zamanlar çıkan Kırmızı-Beyaz mecmuasını alırdı. O dergilerde gördüğüm Cihat Arman’a büyük hayranlık duyardım. Hatta bir gün evde Cihat gibi atlarken bir koltuk vardı, koltuğun üstüne düşünce kolumu kırdım. O zamanlar evler iki katlıydı ve merdivenliydi. Aşağıya ‘Anne kolumu kırdım,’ diye bağırıyorum, annem inanmadı. Ben aşağı inince halimi bir gördü, hemen Numune Hastanesine gittik. Sabri Kiraz beni Fenerbahçe genç takımına aldırdı. Allah gani gani rahmet eylesin, ilk antrenörüm olarak Sabri Abi’nin üzerimde çok büyük emeği vardır. Kabiliyetli olduğum görülünce mektebe de yazdırdılar. Ortaokulu Haydarpaşa Lisesi orta kısmında bitirmiştim. Sonra Boğaziçi Lisesinde okudum. Zaten Sabri Abi mektepte müdür muaviniydi. Kabiliyetli çocukları kulüp o mektepte okutuyordu. Okulla ilgili bütün masraflarımı Fenerbahçe verdi.”

Fenerbahçe genç takımında Cihat
Arman'dan devraldığı kazakla.
O yıllarda okul maçları büyük çekişme içinde geçiyordu, zira geleceğin pek çok ünlü yıldızı İstanbul’un çeşitli liselerinde okurken bir yandan da okullar arasında düzenlenen maçlarda boy gösteriyordu. İşte bu maçlardan biri geleceğin iki ünlü kalecisini, Şükrü Ersoy ile Turgay Şeren’i karşı karşıya getirmişti: “Turgay benim mahalle arkadaşımdı. O zamanlar santrfor oynardı. Taksim Talimhane’de bir Yahudi takımı vardı, o takımda ben kaleciydim, o santrfordu. O zamanlar mektep maçları çok çekişmeli geçerdi. Galatasaray, Haydarpaşa, Kabataş, Boğaziçi, Taksim gibi liselerin takımları arasındaki maçlar ses getirirdi. Boğaziçi’nde zaten Fenerbahçeli oyuncular vardı.  Bir gün Şeref Stadında Galatasaray-Boğaziçi maçına çıkacağız, bir baktım Turgay Galatasaray Lisesi takımında kaleci.  Nasıl oldu diye sordum. Galatasaray A takımında sol açık Mehmet Ali vardı, mektepte de beden eğitimi hocasıydı. Turgay o zamanın şartlarına göre basketbolu, voleybolu da çok iyi oynardı. ‘Hocamız beni kaleci yaptı,’ diye cevap verdi.”

Şükrü Ersoy ve Turgay Şeren
Şükrü Ersoy bir yandan Boğaziçi Lisesinde okurken diğer yandan Fenerbahçe genç takımının kalesini koruyordu. Çocukluğundan beri tuttuğu kulübün A takımına yükselme hayalleri kurarken hiç ummadığı bir şekilde kendini bir başka İstanbul kulübünde bulmasını şöyle anlatıyor: “Cihat Abi yanlış hatırlamıyorsam 1948 senesinde, ‘Ben yakında bırakacağım, kale senin’ dedi. O zamanlar şimdiki maddi şartlar yoktu. Maaşım 25 liraydı, 50 liraya çıktı. Sonra 75 ve en son 125 lira oldu. 1949 senesinde artık önümüzdeki sene ben oynayacağım diye düşünüyordum. Bir gün sabah gazeteyi elime aldım bir baktım ‘Fenerbahçe Erdal’ı aldı’ diye haber var. Erdal Kocaçimen Ankara muhtelitinde oynamış, sezonun sonunda İran maçında da milli olmuştu. Ben üzüldüm tabii. O tecrübeli kaleciydi, o alınırsa ben oynayamam diye üzüldüm. Ben o halde otururken yanıma rahmetli Melih (Ilgaz) geldi. ‘Seni oynatmaz bunlar, gel seni Vefa’ya götüreyim, para kazanırsın,’ dedi. O zaman beni yönlendirecek babam gibi insanlar olmadığı için kararlarımı kendi başıma veriyordum. Beni elimden tuttuğu gibi başkan Remzi Tatari’ye götürdü. Başkan bana 5.000 lira para, 250 lira maaş verdi. Böylece Vefalı oldum.”

Vefa'ya geldiği gün başkan Remzi Tatari ile.
Arkada kulüp binası görülüyor.
Şükrü Ersoy Vefa’da Ağustos 1949’dan askere gittiği Nisan 1952’ye kadar üç sezon boyunca forma giydi. Takıma katıldığında daha on sekiz yaşında bir gençti. Burada geçirdiği günlere dair hoş anılarını anlatıyor: “Vefa’ya ilk gittim, idmana çıktık. Kulüp binasında duşlar vardı. Sıcak su açılınca etrafı buhar basıyor, kimse birbirini görmüyordu. İçeri girip bir baktım göz gözü görmüyor, ‘ben burada yıkanmam’ dedim kendi kendime. Üstüm başım çamurlu gittim soyunma odasına. Biraz sonra Galip Abi geldi, ‘Niye yıkanmadın?’ diye sordu. ‘Abi ben evde yıkanırım,’ dedim. Ben öyle deyince bana güldü. Yine Vefa’daki ilk senemde bir gün Süleymaniye ile oynuyoruz, daha on yedi on sekiz yaşında çocuğum yani.  Süleymaniyeli oyuncular bana sataşıyorlardı. Bağırmaya başladım, ‘Galip Abi, baksana bu Necmi bana saldırıyor,’ dedim. Galip Abi hemen yanımıza geldi, ‘Çocuğu rahat bırakın,’ deyince benle uğraşmaktan vazgeçtiler.”

Şükrü Ersoy'lu Vefa kadrosu. Ön sırada soldan ikinci Rahmi, üçüncü
kaptan Galip, sağ başta Zeki. Orta sırada soldan üçüncü Garbis
ve yanında Şükrü Ersoy. Sağ başta Ördek Mustafa.
Arka sırada sağ başta Tahtabacak İsmet.
“O senelerde Vefa takımı çok iyiydi. Galip Haktanır, Ördek Mustafa, Tahtabacak İsmet yanında Galatasaray’dan İsfendiyar gelmişti. Beşiktaş’a yenilip şampiyonluğu kaybettik. İlk defa yedi tane futbolcu milli takımda oynadı. Galip Abi zaten daha önceden de milli takıma seçiliyordu. İsfendiyar, Garbis, Rahmi de milli oldular.” Şükrü Ersoy da ilk kez 1950’de, Vefa forması giydiği sırada milli takıma seçilmişti. İlk maça çıktığı günü şöyle hatırlıyor: “Eskişehir Demirspor’da oynayan zamanın meşhur kalecisi Abdülkadir ile birlikte İsrail’le yapılacak maç için milli takıma seçildik. Ben o gece heyecandan uyuyamadım. Abdülkadir çok tecrübeliydi, o oynatılır diye düşünüyordum. Galip Abi beni hep yatıştırmaya çalıştı, ‘Yarın sen oynayacaksın,’ dedi. Maçtan iki saat önce yemek yedik. Yemekten sonra Ankara’da federasyonda tespit edip yazılarak zarfın içine konulan kadro açıklanacaktı. Ben heyecandan bekleyemeyip tuvalete gittim. O sırada kadro okunmuş. Galip Abi beni görünce ‘Sen oynuyorsun’ anlamında bir işaret yaptı.”

1956'da oynanan İstanbul-Peşte karmaları arasındaki maçta Puşkaş'ın
ayağından topu alırken.  Arkada Mehmet Ali Has görülüyor.
İsrail maçı hiç beklenmeyen bir neticeyle sonuçlanmış ve milli takımımız 5-1 yenilmişti. Bu maçtan bir hafta sonraysa Vefa Galatasaray’la oynamış ve tarihinin en parlak sonuçlarından birini almıştı. Şükrü Ersoy bir hafta arayla yaşadığı üzüntü ve sevinci anlatıyor: “İsrail’deki maçta 5-1 yenildik. Milli takımımız o zamana göre en iyi takımdı. Gündüzler, Rehalar gibi çok tecrübeli oyuncular vardı. Bir tek ben on dokuz yaşındaydım. Takım tecrübeliydi ama bir şekilde yenildik. Turgay da genç milli takımın kalecisiydi. Onlar Ankara’da Mısır’ı 3-1 yendiler. Türkiye’ye döndük ama beş tane yedim diye üzüntülüyüm tabii. Bütün arkadaşlar beni teselli ettiler. ‘Biz de Galatasaray’ı yeneceğiz ve Turgay’dan rövanşı alacağız merak etme,’ dediler. Hakikaten maçı 5-1 kazandık. Her gol attığımızda yanıma gelip, ‘Ne haber, daha atalım mı?’ diye soruyorlardı. Ben de ‘Atın tabii, daha beş olmadı,’ diyordum.”


1951-52 sezonu devam ederken Şükrü Ersoy askerliğini yapmak üzere Ankara’ya gitti ve askerlik bitince ilk göz ağrısı Fenerbahçe’ye döndü. “O zaman popüler futbolcular askeri takımlarda oynuyordu. Ben de iki sene Ankara’da Karagücü’nde oynadım. Askerden dönünce yine Fenerbahçe’ye katıldım. Erdal Abi o sırada sakatlanmıştı. Böylece tekrar kaleye geçme fırsatını yakaladım. O senelerde diğer kaleci Selahattin Ünlü ile rekabetimiz vardı. Daha sonra Özcan Arkoç geldi. Yıllar sonra ben Avusturya’ya gittiğimde onun oraya gelmesinde yardımım oldu.” Fenerbahçe’de beş şampiyonluk gören Şükrü Ersoy, bunların ilkini İstanbul Profesyonel Liginin1956-57 sezonunda yaşadı. “Galatasaray’ı bir bayram arifesinde 3-0 yenerek şampiyon olduk. Bir hafta önce İstanbulspor’la berabere kalmıştık. Son maçı Galatasaray ile oynayacaktık. Biz iki puan gerideydik. Yani Galatasaray’la berabere bile kalsak şampiyon olamıyorduk. O maçı 3-0 kazandık.”

1956-57 şampiyonu Fenerbahçe kadrosu. Ayaktakiler: Turhan Bayraktutan, Nedim Günar, Niyazi Tamakan, Şirzat Dağcı,
Lefter Küçükandonyadis, Şeref Has, Basri Dirimlili, Avni Kalkavan, Can Bartu, Necdet Çoruh. Oturanlar: Ergun Öztuna,
Selahattin Ünlü, Orhan Erkmen, Şükrü Ersoy, Seracettin Kırklar, Naci Erdem.
1954 yılında önce İspanya’yla yapılan Dünya Kupası elemelerinde, ardından İsviçre’de düzenlenen finallerde milli formayı giydi: “1954 dünya kupası elemelerinde bize İspanya düştü. İspanya o zamanın en büyük takımlarındandı, kadrosu çok güçlüydü. Madrid’teki maçta ben oynadım, 4-1 yenildik. Buradaki maçta biz yendik. O zaman gol averajı yoktu, üçüncü maç Roma’da oynandı. O maçta Turgay sakatlanınca çıktı. Orada bir kurtarışım vardır, arkadaşlarımın söylediğine göre çok iyi bir kurtarış yapmışım. Sonunda kura çekildi ve ilk kez dünya kupasına katılmaya hak kazandık. İlk maçı Almanya ile oynayıp yenildik. İkinci maçta Kore’yi yendik. İkisinde de Turgay oynadı. Puanlar eşit olunca bir kere daha Almanya ile oynadık. O maçta ben kaleciydim. Santrhafımız Kasımpaşalı Çetin sakatlanıp çıkınca on kişi kaldık ve 7-2 yenildik. Ben gayet üzgündüm. Tam otobüse binerken kapıda federasyon başkanı Ulvi Yenal duruyordu. ‘Kaldır kafanı,’ diye arkamı okşadı. ‘Şükrü senin bir kabahatin yok,’ dedi. ‘Ben kaleciliğimde altı gol yemiştim, en fazla gol yiyen kaleci unvanı bendeydi, bunca senedir bekliyordum sen beni geçtin, artık ben rahatladım,’ dedi. Ondan sonra ben beklemeye başladım. Yıllar sonra Polonya’ya ve İngiltere’ye 8-0 yenilince ben de rahatladım. Maçtan evvel futbolcular büyük heyecan duyar, strese girer ama maç başlayınca o sona erer. Kalecilik bambaşka bir yer. Bir başarı sonuna kadar gidip netice hâsıl olursa başarıya ortak oluyorsun ama kaybettiğin zaman bütün yük kalecinin üzerine kalıyor. Mesela 5-2 yensen bu bir galibiyettir ama iki tane nasıl yedi diye kaleci sorgulanır. O bakımdan kritik bir yer.”

Şükrü Ersoy'un evinin duvarında yer alan çeşitli milli takım fotoğrafları.
Kalecilerin konumunun bıçak sırtında olduğunu bir başka anısıyla şöyle ortaya koyuyor: “Bir gün yine bir maça çıkacağız. Soyunma odasında duşların yanına gidip ellerimi açarak dua etmişim. O zaman takımlar arasında büyük güç farkı vardı. 5-1, 6-0 gibi sonuçlarla yeniyorduk. ‘Allah’ım gol yiyeceksem top köşelere filan gitsin de kimse beni suçlamasın,’ demişim. Bunu sonradan arkadaşlar söyledi.” Fenerbahçe’de geçirdiği yıllara ait hoş bir anısını da şöyle anlatıyor: “Eskiden takım fazla değişmezdi. Onca sene oynadım, iki defa takım kaptanlığı yaptım. Ankara’da Ankaragücü ile oynuyoruz, takım kaptanı benim. Köprünün altından sahaya fırlayıp koşarak çıkardık. O şakacı Can bizim çocuklara, ‘Şükrü Abi fırlasın, biz arkasından koşmayalım,’ demiş. Ben döndüm arkaya, ‘Hazır mısınız çocuklar?’ diye sordum. ‘Hazırız’ cevabı alınca, ‘Hadi’ deyip fırladım. Sahanın ortasına gelip arkama bir baktım kimse yok, tünelin ağzında gülüşüyorlardı.”

Şükrü Ersoy, Can Bartu, Naci Erdem ve Basri Dirimlili.
Şükrü Ersoy Fenerbahçe kalesini 1961­-62 sezonu ortasına kadar korudu. 27 Ocak 1962’de oynanan Yeşildirek maçı onun Fenerbahçe formasıyla son resmi maçı oldu. “1962’de menisküs sakatlığı yaşadım. Tedaviden sonra Avusturya’dan bir teklif geldi. Eski hocamız Molnar orada çalışıyordu. Böylece Salzburg kulübüne transfer oldum ve beş sene de orada oynadım.” Ondan bir sene sonra Özcan Arkoç, ertesi yıl da Ergun Öztuna Avusturya’ya transfer oldu. Üç futbolcumuz bu ülkede başarılı maçlar çıkardılar. Şükrü ve Özcan bazı maçlarda birbirlerine rakip oldular.

Avusturya'da bir lig maçında.
Şükrü Ersoy Avusturya’da futbolu bıraktıktan sonra Köln’de bulunan ünlü Yüksek Spor Okuluna gitti ve dokuz ay süren antrenörlük kursuna katıldı. Kurs bitiminde Türkiye’ye döndü ve antrenörlük kariyerine başladı. “1967’de başlayan antrenörlük hayatımda ilk çalıştırdığım kulüp Balıkesirspor’du. Kulüp yeni kurulmuştu ve 2. Ligde ilk kez mücadele edecekti. Dolayısıyla ben Balıkesirspor’un ilk antrenörüyüm. Ondan sonra yirmiye yakın takımda çalıştım. Bunların arasında Fenerbahçe, 1. Lige yeni çıktığında Trabzonspor, Altay, Denizlispor, Manisaspor, Kayserispor gibi takımlar var."

Balıkesirspor'da bir idmanda.
"1991’de Futbol Federasyonuna katıldım ve genç milli takımın muhtelif kademelerinde vazife aldım. İlk kez bayan milli takımını kurdum. Antrenör kurslarında hocalık yaptım. Yeni bir branş olarak kaleci antrenörlüğü organize edilmişti. Onun kurulmasında görev yaptım. 2003’e kadar federasyonda görev yaptıktan sonra o tarihte emekli oldum.” Eşinin şu sözleri onun antrenörlük anlayışını da özetliyor: “Ben de futbolla yakından ilgileniyorum. Bazen antrenörlerle oyuncular takışıyorlar. Bu ihtilaf sonunda futbolcunun takımdan ayrılmasına kadar varıyor bazen. Şükrü’nün antrenörlük hayatında böyle şeyler olmadı. Mesela Manisaspor’u çalıştırırken bir oyuncusuyla tartışmışlardı. Fakat milli takıma oyuncu önermesi istendiğinde Şükrü önce onun adını verdi.”

Avusturya'da bir zamanların ünlü kalecisi Zamora ile
birlikte. Arkada Molnar görülüyor.
Kendi oynadığı dönemle bugünün futbolu arasındaki karşılaştırmayı şu sözlerle yapıyor: “Eskiden futbolda şimdiki kadar koşma, ikili mücadele yoktu. Futbolcunun estetik meziyetleri ön plana çıkar ve taraftarı cezp ederdi. Bu özellikler de Fenerbahçeli futbolcularda çok vardı. Büyük Fikret, Küçük Fikret, Naci, Cihat gibi oyuncular seyirciyi tatmin ederdi. Şimdiyse takım oyunu, ikili mücadele, pres, her tarafta kademe var. Futbolcunun kendi meziyetlerini fazla gösterme imkânı yok. Bizim zamanımızdan bugün olsa kim oynardı diye düşünüyorum, mesela bir Kadri Aytaç oynardı ama bir Metin Oktay, bir Can Bartu bu sistemde oynayamazdı çünkü bu kadar koşmazlardı. Eskiden ferdi meziyetler ön plana çıkıyordu, şimdiyse bir muharebe var.”

Başbakan Adnan Menderes 1956'da Macaristan'ı 3-1 yenen milli takım
oyuncularına birer kol saat hediye etmişti. Fotoğrafta Menderes'le birlikte
Saim Tayşengil, Turgay Şeren, Şükrü Ersoy, Ali Beratlıgil
ve Nazmi Bilge görülüyor.
Geçmişin zorluklarıyla bugünkü koşullar arasındaki farklar konusunda şunları söylüyor: “Bizden evvelki oyuncular daha büyük yokluk içinde oynamıştı. Hatta bize ‘siz iyisiniz, para alıyorsunuz,’ derlerdi. Ama şimdi futbolda anormal para var. Oynanana karşı verilen para çok daha fazla. Arada bu kadar anormal fark olmaması lazım diye düşünüyorum. Şimdiki imkânlar keşke o zaman olsaydı. Yollar bile günümüzde çok gelişti. Balıkesirspor’a antrenör olduğumda buradan Balıkesir’e sekiz saatte gidilirdi. O zamanlar bir Dinyakos ayakkabı vardı, onu da almak meseleydi. Biz kaleciler yün kazak giyerdik. Zaten ağırdı, yağmurlu havada suyu çekince iyice ağırlaşırdı. Konçlar desen öyle. Gençliğimde annemin verdiği eldivenlere pinpon raketlerinin üstündeki tırtıklı zemini kesip yapıştırırdım. O zaman da eldiven vardı ama şimdiki eldivenlerle kıyaslayınca çok ilkel kalıyordu. Aynı eldiveni sezon boyu kullanırdık. Saha zeminleri kötüydü. Eskiden yağmur yağınca saha kurusun diye kum dökerlerdi. Şimdi kulüpler yılda altmış dört maç oynamaktan yakınıyor. İşin bu, profesyonelsin; altmış dört de oynarsın, yetmiş dört de. Biz o zamanın şartlarında Cumartesi-Pazar maç yapardık. Biz sakatlandığımız zaman en büyük tedavi yöntemimiz, Bursa’da Çekirge’ye gidip kaplıca suyuna ayağımızı sokmaktı. Veyahut Reşat Abi’nin muayenehanesine giderdik. Sıcak ampullerle tedavi yapılırdı. Sıcak faydalı mı değil mi bilinmezdi. Ağır şekilde sakatlanınca da futbolu bırakırdık. Şimdiki antrenörlerin onlarca yardımcısı var. Maç izleyicisi ayrı, oyuncu izleyicisi ayrı, kaleci çalıştıranı, sakatları çalıştıranı ayrı.”

Şükrü Ersoy'un 30 Temmuz 1967'de Balıkesir'de yapılan jübilesine birçok
ünlü futbolcu katılmıştı. Soldan sağa: Turgay Şeren, Şükrü Ersoy, Selahattin
Torkal, Recep Adanır, Naci Erdem, Burhan Sargın, Basri Dirimlili, Ogün
Altıparmak, Candemir Berkman, Suat Mamat, Metin Oktay, Osman Göktan
ve Ergun Öztuna. (facebook.com/Mazideki Balıkesir - Altuğ Oymak ve
Asaf Güngören'e teşekkürler
)


Tüm bunlara rağmen futbol oynamaktan, kalecilik yapmaktan dolayı pişman değil. Son sözleri şöyle oluyor Şükrü Ersoy’un: “Şunu yapamadım diye hiçbir düşüncem yok. Kendi kapasiteme göre erişebileceğim her şeye eriştim.”