19 Şubat 2016 Cuma

Sihirli Macarların Şubat 1956 Türkiye Seyahati

İngiltere milli futbol takımı Wembley'de, Britanya dışındaki ülkelere karşı yaptığı hiçbir maçı kaybetmemişti. Futbolcular 25 Kasım 1953'te Macaristan karşılaşması için sahaya çıkarken hiç kimse bu serinin bozulacağını düşünmüyordu. Fakat Macaristan "asrın maçı" ilan edilen bu karşılaşmayı 6-3 gibi muazzam bir skorla kazandı. O gün İngiltere formasını giyen oyunculardan Jackie Sewell , yıllar sonra bir röportajda bu maçla ilgili şunları söylemiş: "O gün kötü oynadığımızı zannetmiyorum ama onlar harikaydı. Oyunları inanılmazdı. Küçük üçgenler kuruyor, bugün artık herkesin yapmaya çalıştığı verkaçlar yapıyorlardı. O zamanlar bunu kimse bilmezdi, en azından ben kimsenin verkaç yaptığını görmemiştim." 1

İngiltere ve Macaristan milli takımları Wembley'de sahaya çıkıyor.
Önde kaptanlar Ferenc Puşkaş ve Billy Wright.
                                                                   (dailynewshungary.com)

Yazının güncellenmiş halini okumak için lütfen aşağıdaki linki tıklayın: 

https://dinyakos.com/2019/02/19/sihirli-macarlarin-subat-1956-turkiye-seyahati/

16 Şubat 2016 Salı

Oktay Arıca - Ankara Futbolunun Canlı Tarihi

"Gençlerbirliği'nde bana canlı tarih derler." Gençlerbirliği tesislerindeki odasında oğlu Kayhan'la birlikte sohbet ettiğimiz Oktay Arıca bu sözleri bir övgü vesilesi değil, doğal bir durumun ifadesi olarak içtenlikle söylüyor. Gerçekten de bahsettiği Ankaralı futbolcuların bir kısmını ilk defa duyuyorum. Daha sonra İstanbul'a döndüğümde, bu "canlı tarih" için "resmi tarih" ne demiş diyerek Tanıl Bora'nın meşhur kitabı "Ankara Rüzgarı"ndan şu satırları okuyorum: "Ankara'da 1950'lerin belki en parlak takımı olan Hacettepe'nin kaptanı iken Gençlerbirliği'ne transfer edilen Oktay Arıca, 1967'ye kadar formasını giydiği bu camiayla özdeşleşecek, daha sonra futbolculuğunun ardından hem teknik adamlık hem yöneticilik yapan (Hasan Polat, Kemal Kaya, Hadi Pozan... gibi) sayılı Gençlerliden biri olacaktır."  Sözü Oktay Arıca'ya bırakıyorum:


"1935 doğumluyum. Rahmetli annem ve babam İstanbul Beylerbeyi’nden. Daha sonra Beşiktaş’a yerleşmişler. Babam inşaat mühendisiydi, o zamanki adıyla nafia vekaletinde, yani bayındırlık bakanlığında çalışıyordu. Görevi icabı Antep’e tayin olmuş. Ben Antep doğumluyum. Altı yaşında Ankara’ya gelmişim. Şimdi seksen yaşındayım, hâlâ Ankara’dayım. Yani artık Ankaralı sayılırız. Biz üç kardeşiz. En büyükleri benim. Erkek kardeşim dört yaş, kız kardeşim dokuz yaş küçük benden. Babam top oynamama kızmak bir yana bilakis teşvik etti. O denizi çok severdi. Evlatlarının aile disiplininden çıkmadan, istediklerini yapabilmelerini isteyen bir karakteri vardı. Annem onun aksine son derece tutucu  bir kadındı. ‘Futbol oynarsan serseri olursun oğlum,’ diye futbol oynamama kesinlikle karşı çıkardı. Hatta resimlerimi çok güzel bir şekilde dosyalamıştım. Lise ikide ikmale kalınca annem kızmış, hepsini yırtmış. Babam onu ikna ederdi, biz öyle fırsat bulduk top oynamaya. Benim küçük kardeşim Teoman da çok iyi bir futbolcuydu. Robert Kolej’de okudu. Sonra İngiltere’ye gidip mühendislik tahsili yaptı. Robert Kolej’de okurken Galatasaray çok istedi onu, rahmetli Gündüz abi vasıtasıyla. Hatta Gündüz abi milli takıma çağırıldığım zaman kampta anlatmıştı, ‘Senin kardeşin de çok iyi futbolcuydu ama alamadık,’ diye."


"Futbolla Ankara’ya geldikten sonra tanıştım. Bahçelievler’de otururduk. O zamanlar orada beş tane ev varsa, on beş tane de arsa vardı. Her yer top oynamaya müsaitti. Türkiye’de futbolun geriye gidiş nedeni şu anda arsaların yok oluşudur. Öyle olunca, o mahalle arasında yetişen futbolcular kalmadı artık. Bırak onu, okullarda da bitti. Ben Atatürk Lisesi mezunuyum. Okulumuz Sıhhiye’deydi, toprak ama çok güzel bir futbol sahası vardı. Sonradan orayı otopark yaptılar, orası da bitti. Lisanslı futbolcu olmam okuduğum sırada gerçekleşti. Bir tesadüf eseri rahmetli babam gene bir işi icabı Kırıkkale’ye gitmişti. On beş yaşındaydım. Kırıkkale’nin bir takımıyla orada çalışan mühendislerin kurduğu bir takım maç yapacaklar. Babamın takımı futbolcu arıyor. Babam, ‘Benim oğlan mahallede top oynuyor, isterseniz oynasın,’ demiş. Bunun üzerine çağırdılar beni, o maçta sol açık oynadım. Kırıkkale takımında oynayan Ankaragüçlü rahmetli Ercüment Güder abi beni beğenmiş ve Ankaragücü’ne tavsiye etmiş. Kulübün idarecileri bizim eve geldiler konuşmaya ama ben adamları sevemedim. Sonra Hacettepe kulübünün idarecileri geldi. Ercüment abi Hacettepeli meşhur Karagöz Kemal’e söylemiş beni. Karagöz Kemal geldi, ‘Evladım seni Hacettepe’ye aldık,’ dedi."


"Ben Hacettepe’ye geldiğim zaman kadro şöyleydi: Kaleci Korkut, doktor - şimdi Amerika’da. Alaattin abi doktor, Kazım Türesin çok iyi bir futbolcuydu, hukukçuydu. Ruhi ekonomistti, bunlar Beylerbeyli Erman kardeşler. Rahmetli Sabahattin Erman albaydı, ben askerken komutanımdı. Metin Erman Beşiktaş’ta sağ açık oynardı. Ruhi abi de bizde oynardı. Arnavut İlhan vefat etti. Sedat Galatasaray’da oynadı, Tayyar da öyle. Vacit daha bir hafta oldu öleli. Tıp okumuştu. Cici Necdet Almanya’da. Sedat, Tayyar ve Cici Necdet birlikte gittiler Galatasaray’a. Ben de onlarla birlikte gidiyordum. Rahmetli babam top oynamamı çok istemesine rağmen, ‘Oğlum İstanbul’a gitme, oranın hayatı seni bozar,’ dedi." 

1955-56 sezonu Ankara 1. Ligi, Otoyıldırım-Hacettepe maçı.
Otoyıldırım kalecisi Cemal, Hacettepeli Hayri ve
Oktay'ın bir hücumunu karşılıyor. Yer, Ankaragücü sahası.
"Ben 1950 yılında, yani 15 yaşındayken Hacettepe’nin birinci takımında lisanslı olarak futbol oynamaya başladım. Hemen hemen on sene, 1960 yılına kadar Hacettepe’de forma giydim. Hacettepe’nin bir efsane takımı vardır. 1954 senesine kadar Ankara amatör liginde oynadık. Ankara’daki takımlar 1954 senesinde profesyonel olmaya mecbur edildi. Benim oynadığım senelerde Ankara’daki futbolcuların hepsi tahsilliydi. Hacettepe’nin efsane takım dediğimiz kadrosu ki zaten on bir kişi takım, on dört – on beş kişi de bütün kadro, başka yok – altı tane tıp talebesi, üç tane hukuk talebesi, bir ben lise talebesi; etti on. Bir tane hiç okumamış, şoförlük yapan sol bek rahmetli Hamdullah abi vardı ki içimizde en efendi insan da oydu." Ellili yıllar Hacettepe kulübünün Ankara liginde iddia sahibi olduğu devirlerdi. Nitekim mor-beyazlı kulüp 1953-54, 1954-55 ve 1957-58 sezonlarında Ankara şampiyonluğunu kazandı.


"Timuçin rahmetli, ben sol içe geçtikten sonra sol açık oynadı. Hacettepe dağıldığı zaman Demirspor’a gitti. Kalecimiz meşhur Deli Hikmet, Beykoz’da da oynamıştı. Arap İlhan, küçük Oktay hepsi rahmetli oldu. İsmet bir ara Beşiktaş’ta sol bek oynadı. Gündüz Tekin Onay’ın yardımcılığını da yaptı. İmam Abdullah. Hayri Ankaragücü’nde de oynadı. Tayyar, Hayri, İsmet Ankaragücü’ne gitti. Gençlerbirliği’ne bir tek ben gittim. Bu kadrodan Timuçin, Hikmet, İlhan, K. Oktay, İsmet, Tayyar vefat etti. Cahit hayatta mı değil mi bilmiyorum."


"Ankara karmasının Ankaragücü sahasında yaptığı bir maçın devre arası. Kramponların çivileri çıkmış, ayağımıza batıyor. Örse koymuşuz, ters taraftan vurup aşağıdaki çivileri yamultuyoruz ki ayağımıza batmasın. O zaman malzemeci filan da yok, herkes kendisi çakıyor. Dinyakos’un yaptığı ayakkabılar en mükemmeli ama toprak sahada oynayınca bir müddet sonra çiviler çıkıyor. Maç bittiğinde soyunma odasına gelirsin, ayağından ayakkabılar çıkmaz çünkü çiviler batmış tabanlarına. Karşındaki arkadaşın ayağından bir çeker, çoraplar kan içinde çıkar. Sen de onunkileri çıkarırsın. Zaten benim hanım bana bazen soruyor, şimdiki futbolun nesini beğeniyorsun diye. Ayakkabıları, futbol topunu, bir de sahayı beğeniyorum." 
1958'de Bükreş'te Romen ordu takımıyla oynayan Ankara karması.

"Ankara Karması için Romanya'da hazırlanan tanıtım afişi. Mustafa Ertan, meşhur Beton Mustafa. Zekai Selli Karagümrük’te oynadı. Ergun sol haf oynardı. Sıtkı Beykoz’un kalecisiydi, o sırada Ankara Muhafızgücü’nde askerdi. Karadenizli Orhan, Beykoz ve Ankaragücü’nde sol bek oynadı. Arnavut İlhan. Orhan Sözeren kaleci. Nevzat Ankaragücü’nde oynardı, çok iyi bir futbolcuydu. Cici Necdet. Kahraman İstanbul’dan gelmişti, Gençlerbirliği’nde santrhaf oynadı."    
Oktay Arıca'nın Hacettepe'de forma giydiği yıllarda Ankara karması oyuncusu olarak unutamadığı maçlardan biri de 1956'da meşhur Macar milli takımıyla yapılan müsabakaydı: "O maçta 4-2 yenildik, ikinci golü de ben attım. Ben ikinci yarıda Hadi Pozan'ın yerine girdim. Bu maçtan sonra Eşfak Aykaç hepimizi İstanbul'da yapılacak maça davet etti. Böylece federasyonun davetlisi olarak İstanbul'a gidip maçı seyrettik. Zaten ilk maça da gitmiştik futbolcu arkadaşlarla kendi imkanlarımızla fakat çok şiddetli kar yağdı, buzlar falan indi. O yüzden maç tehir olunca dönmüştük. Kısmette varmış, tekrar gidip seyrettik. Ankara'daki maçta biz şahane oynadık. Son derece soğuk bir hava olmasına rağmen o kadar çok bilet satılmış ki, 19 Mayıs Stadında sahanın etrafındaki atletizm pistine seyyar tribün koydular. Stadın o zamanki kapasitesi - tam bilmiyorum ama - 15 binse, o buz gibi havada 20 bin seyirci vardı o gün. Benim rahmetli annem babam bile gelmişti. Hiç hayatlarında maça gelmeyenler şu Macarları bir görelim diye gelmişlerdi."

Oktay Arıca'nın futbola başladığı ellili yıllar tüm dünyada WM sisteminin egemen olduğu zamanlar. Her futbolcunun kendi mevkisi var. Ona hangi mevkide oynadığını sorduğumuzda o zaman hakim olan zihniyeti de anlatarak cevap veriyor: "Ben Hacettepe'de genellikle sol açık oynadım. Bizim oynadığımız yıllarda bütün dünyada WM sistemi uygulanıyordu. O sistemde açık dediğin zaman çizginin kenarından ayrılmayan futbolcu akla gelirdi. İki açık sürekli yanlarda ileri geri gitmekten yan hakemlerin yanındaki bölgeyi yol yapmışlardı. Başka hiçbir yere gidemezlerdi. Santrhaf ve iki bekin ileri gitmesi mümkün değil. Santra çizgisine yaklaştıkları vakit, o zaman antrenör filan pek yok, idareciler, 'Geriye, geriye!' diye bağırırlardı. Ben de açık başladım fakat zaman geçtikçe daha tecrübe kazandım herhalde. Başbakan Şükrü Saracoğlu’nun oğlu Aydın Saracoğlu Hacettepe’de genel kaptanımızdı. Futbolu çok severdi. O bana, ‘Sen artık yavaş yavaş çizgiden içeri girip takımı yönetecek duruma geldin. Bundan sonra sol iç oynayacaksın,’ dedi. Böylece 10 numara olduk ondan sonra."

"1950-59 yılları arası oynadığım Hacettepe'den ayrılıyorum. Çünkü takım büyük ekonomik sıkıntıda. Mukavelem bitmiş, eskiden beri takdir ettiğim ve ileri yıllarda çok daha fazla seveceğim bir takıma, Gençlerbirliği'ne transfer oluyorum. Maltepe 14. noterinde yeni takım arkadaşlarım Aykut ve Selçuk'un arasında ve genel kaptan rahmetli Enver Evrensel'in yanında imzayı atıyorum."
"Daha sonra, 1959'da Milli Lig başladı. Hacettepe’nin durumu sarsıldı. Başkanımız Hatay milletvekili Mustafa Deliveli idi. O vefat edince kulüp başkan bulamadı. Hepimiz bir yere dağıldık." Burada sözü Oktay Arıca'dan bir süre alıp Tanıl Bora'ya verelim. "Ankara Rüzgarı"nda, kulüp değiştirme hikâyesi şöyle anlatılmış: "1959'da sözleşmesi sona erdiğinde, Ankaragücü talip olmuştu ona: 'Ancak bizde ailecek Gençlerbirliği'ne karşı bir sempati vardır. Hatta rahmetli babam hep niçin Hacettepe'de oynadığımı sorar, Gençlerbirliği'nde oynasam daha iyi olacağını söylerdi. Ama o zaman Hacettepe'nin de bir popülaritesi vardı, büyük bir patlama yapmıştı, halkın takımıydı. Kısmet orasıymış. Ankaragücü beni isteyince ben dedim ki 'ben Ankaragücü'ne gitmek istemiyorum, teşekkür ederim' dedim ve kendim gittim Kemal Kaya'yı buldum. Kemal Kaya bizim ağabeyimiz, dostumuz, dert ortağımız. 'Kemal abi,' dedim, 'ben Gençlerbirliği'ne gelmek istiyorum'. Kemal abi 'memnuniyetle' dedi. Yani Gençlerbirliği beni istediği için değil ben Gençlerbirliği'ni istediğim için transfer oldum."

1963-64'te Moskova'da Spartak Moskova ile bir dostluk maçı oynayan Gençlerbirliği
takımı. Ayaktakiler (soldan): Abdullah, Faik, Cumali, Aykut, Yüksel, Burhan.
Oturanlar: Ayhan, Zeynel, Ali, Oktay, Oral.
Böylece Oktay Arıca 1960-61 sezonundan itibaren mor-beyazlı formayı çıkarıp kırmızı-siyahlı formayı giymeye başlamış. Hacettepe'deki son yıllarında 10 numara, yani sol iç oynarken yeni takımında farklı mevkilerde oynamış: "Gençlerbirliği’ne geçtikten sonra rahmetli Orhan Şeref Apak’ın jokeriydim. Nerede 6 numara, 10, 4, 8 numara eksikse oraya koyardı. Hatta sağ açık bile oynattı beni. Yani takımı o yapardı. O zaman umumi kaptandı, sonra başkan oldu ama öyle olunca da hiçbir şey değişmedi gene o yapardı takımı." Söz başkanlardan açılmışken bir diğer efsanevi Gençlerbirliği başkanı Hasan Polat'ı sorduğumuzda şunları söylüyor: "Rahmetli Hasan Polat o sıralarda İstanbul’a yerleşmişti. İstanbul’daki her maçımızdan önce soyunma odasına gelip başarılar dilerdi. Maçtan sonra da yenmişsek tebrik eder, yenilmişsek teselli ederdi. Müthiş bir insanlara tesir etme yeteneği vardı, çok iyi ağabeylik yapardı."


"Rahmetli Orhan Şeref Apak o zamanki Gençlerbirliği’nde yepyeni bir forvet hattı yapmıştı. WM sisteminin beşli forveti bu: Gürkan, Özkan, Orhan, Temel, ben. Gürkan iyi bir futbolcuydu, Almanya’ya gitti ve orada oynadı. Türkiye’de fazla oynamadı. Özkan Demirspor ve Gençlerbirliği’nde oynadı. Müthiş topa vuran bir adamdı. Orhan’ı zaten anlatmaya gerek yok. Temel bizim altyapıdan geldi. Çok yetenekli bir futbolcuydu ama futbolu sevmedi, kısa sürede bıraktı. Aslında Orhan Şeref’in yaptığı bu takımda Oktay burada (sol iç - soldan dördüncü) olacak, Zeynel burada (sol açık - soldan beşinci) olacaktı. Ama Zeynel askere gittiği için – o sırada askerler oynayamıyordu – takımda yer alamadı." 
O devirler malum, futbolcuların ad-soyadlarıyla değil lakaplarıyla anıldığı seneler. Oktay Arıca'nın lakabı da Paçoz Oktay. Bu lakabın nereden kaynaklandığını da  "Ankara Rüzgarı" kitabından okuyalım: "Oktay Arıca Gençlerbirliği'nde en verimli yıllarını 1964-1966 döneminde geçirdi. Orta sahada ağır işler görüyor, lakabının da hakkını veriyordu: Paçoz Oktay! Arıca'nın kendisi lakabının kökenini şöyle anlatıyor: 'Hacettepe'de oynadığım dönemlerde, benim Akademi'deki arkadaşım Horvat Aydın vardı, Yugoslav ünlü stoper Horvat gibi çok uzun boylu bir adamdı, onun için Horvat derdik biz ona. Benim o zaman Meksikalılar gibi çok uzun siyah saçlarım vardı, bana 'Panço' diye isim taktı Aydın. Fakat o Panço'yu anlayamadı birçok kişi, Paçoz'a çevirdiler!' "

Gençlerbirliği 1965-66. Ayaktakiler (soldan): Abdullah, İhsan, Ali, Cevdet, Zeynel, Selçuk, Tevfik.
Oturanlar: Oktay, Naci, Faik, Burhan.    
                                                                                                                                                  (Hayat dergisi / Koray Gürtaş arşivi)

Oktay Arıca Gençlerbirliği'nde futbolu bıraktıktan sonra bir süre de amatör futbolcu olarak sahalarda mücadele etmiş. Bunun hikayesini şöyle anlatıyor: "1960’tan 1967’ye kadar Gençlerbirliği’nde oynadım. Askere çok geç gittim. Futbolu 32 yaşında bıraktıktan sonra gittim askere. Muhafızgücü’nde top oynayabilmem için amatör olmam lazımdı. O zaman bir kanun vardı, eğer kulüp müsaade ederse profesyoneller bir kereye mahsus olmak üzere amatörlüğe dönebiliyordu. Kulüp bana müsaade etti. İki sene de Muhafızgücü’nde top oynadım. Bir Ankara şampiyonluğumuz, bir Türkiye ikinciliğimiz var."


1968-69 Ankara amatör şampiyonu Muhafızgücü
takımının kaptanı olarak sahada.


"1969-70 sezon sonu Bolu'da açılan antrenör kursundayız. Federasyon başkanı rahmetli Orhan Şeref Apak, antrenörler cemiyeti başkanı rahmetli Sahir Gürkan ve o devrin birçok eski futbolcusu: Necmi, Sabahattin, Kuzman (BJK), Şeref, Ogün (FB), Oktay, Tevfik (G.Birliği), Gündüz Tekin Onay."

Yazımızın başında belirttiğimiz "canlı tarih" mevzuuna dönelim. Oktay abi artık hayatta olmayan ve halen yaşayan birçok Ankaralı futbolcudan bahsettikten sonra şunları söylüyor: "Gençlerbirliği’nde bana canlı tarih derler. Kulübe geldiğimde rahmetli Orhan Şeref Apak başkandı. Yedi-sekiz sene orada top oynayıp, askere gidip döndükten sonra kulüpte yardımcı antrenörlük, antrenörlük, teknik direktörlük derken epey bir süre geçirdim. Bütün bu görevleri de bıraktıktan sonra İlhan Cavcav’ın ilk başkan olduğu sene yönetime girdim. Yönetimde epey çalıştım. Sonra divan kuruluna geçtim. Şimdi de divan kurulu başkan yardımcısıyım. Yani 1950’den beri Ankara futbolunun içindeyim, 1960’tan beri hem Ankara futbolu hem de Gençlerbirliği kulübünün içindeyim."

Gençlerbirliği 1983-84 kadrosu. Ön sırada sol başta Oktay Arıca ve yanında başkan
İlhan Cavcav görülüyor. Onun yanındakiler genel kaptan Ekrem Üstündağ ve
idari menajer Yüksel Doğanay. O. Arıca ve İ. Cavcav'ın arkasında (mavi eşofmanlı)
kısa bir süre önce vefat eden Enver Ürekli görülüyor.
                                                                                                       (Ankara Rüzgarı)
Sohbet keyifli ama artık bitirmek zorundayız. Vedalaşırken Oktay abi tembih ediyor: "Bir daha Ankara'ya gelmeden iki-üç gün önce bana haber ver. Buradaki eski futbolcuları ayarlayayım, onlarla görüş."


                                                                (Kayhan Arıca)


                                                                       (Kayhan Arıca)

10 Şubat 2016 Çarşamba

Kenan Buharalı - Palandöken'den İstanbulspor'a

On yılı aşkın bir süre formasını giydiği İstanbulspor'un tarihinde önemli bir yer işgal eden Kenan Buharalı, futbol oynadığı müddetçe son derece istikrarlı bir şekilde takımının neredeyse bütün  maçlarında sahaya çıkmıştı. Buna rağmen, futbol hayatının büyük bir kısmını ellili yıllarda İstanbul profesyonel liginde geçirdiği için genç kuşaklar tarafından fazla bilinmeyen bir isimdir. Kendisiyle yaptığımız sohbette sadece futbolculuk anılarını değil, özellikle çocukluk ve gençlik yıllarına denk düşen dönemde ülkedeki hayat şartlarını da dinleme fırsatını bulduk. Bu nedenle fazla araya girmeden sözü ona bırakıyoruz. 

Aslen 1932, nüfus cüzdanına göre 1933 doğumluyum. Bitlis'te dünyaya geldim. Beş kardeştik, ben dördüncü çocuktum. Babam posta müdürüydü. Onun memuriyeti nedeniyle çocukluğum hep farklı yerlerde geçti. Beş sene - dört yaşından dokuz yaşına kadar - Ahlat'ta kaldık. Oradan babamın tayini Hakkari'nin kazası Beytüşşebap'a çıktı. Beş gün atla gittik. Bugün karayolundan dört-beş saatte gidilir. Bütün eşyalarımız atlara yüklenmişti. Yaz olduğu için geceleri denkleri indirip açık havada yatıyorduk. Önce Siirt'e geldik, oradan Beytüşşebap'a vardık. Orada bir sene kaldık. Bir tane ilkokul vardı. Bir tane bakkal vardı. Babam oğullarım okuyacak diye dilekçeler yazdı, umum müdürlüğe biraz cazgırlık yaptı. Onun üzerine onu Hopa'ya tayin ettiler. Yine beş günde Siirt'e geldik. Oradan otobüsle Diyarbakır'a gittik. O zaman tren vardı. Trene bindik, doğru Samsun. Samsun'dan vapura binip Hopa'ya vardık. Herhalde bu yolculuk toplam on beş gün sürmüştü. Beş sene Hopa'da kaldık. Sonra altı ay Gümüşhane'de kaldık. Oradan Trabzon'a tayin ettiler. İlkokul beşi ve orta biri Trabzon'da okudum. Sonra Erzurum'a geldik. Orta ve liseyi orada tamamladım.


Sağ baştaki Kenan Buharalı Beytüşşebap'ta mahalle arkadaşlarıyla.
Fotoğraf 1939 senesine ait.

Hopa'dayken bezden yaptığımız toplarla oynardık. Harp yıllarını (İkinci Dünya Savaşı) orada geçirdik. Hopa'nın üzerinde Alman ve Rus uçakları savaş ederdi. Hatta bir Alman uçağı, bir Rus uçağını vurdu. Uçak Hopa'nın üzerinden doğru Batum'a düşmüştü. Esas Trabzon'da daha fazla top oynamaya başladık. Öküzün hayasını şişirirdik. Çabuk patlamasın diye üstüne iplikler sarılır, top olurdu. Yoksulluktan top alamazdık, kulüpler bile alamıyordu ki. O zaman 1945-46 seneleriydi. Evimiz Trabzon'un İdmanocağı kulübüne yakındı, o yüzden biz de İdmanocaklı olduk. O zamanlar şimdiki Fener-Galatasaray rekabeti gibi İdmanocağı - İdmangücü rekabeti vardı şehirde. Rekabet olmasa zaten futbolda ileri seviye de olmaz. Trabzon dünyada halkı futbola en çok kıymet veren şehirdir belki. Futboldan gayrı hiçbir spor yapılmaz orada. Yeri geldiği zaman oradaki esnaf takıma müdahale eder. Orada herkes antrenördür.

Palandöken formasıyla. Yıl 1951.

Babam abimle beni futbol oynamaya bırakmazdı, biz kaçamak oynardık. Hatta Gümüşhane'de bir gün bizi sahadan çıkartmıştı. Erzurum'da da idman yaparken gelir, sahadan alırdı bizi. Babam bizi teşvik etse, oynadığımız futbolun iki mislini oynardık. Ama bu neden? Yeni ayakkabı alacak maddi durum yok. Posta müdürü olarak aldığı para 58 liraydı. O parayla beş çocuk, bir de annesi toplam sekiz nüfusu geçindiriyordu. Hep kirada oturduk. Fakat kiralar ucuzdu tabii. Hopa'da hatırlıyorum, 10 lira kira verirdik. 50 yaşının altında olanlar bu sıkıntıları bilmez. Ekmek karneyle dağıtılırdı. Şeker yokluğundan çayı üzümle içerdik. Babam devlet memuru olduğu için biz beklemeden fırından ekmeğimizi alırdık ama vatandaş hep kuyrukta beklerdi. Fakat bütün bunlar harbin yarattığı imkansızlıklardı. Ekin ekilemediği için mahsul yetiştirilemedi, ithalat yapılamadı. Geceleri karartma yapılırdı. Bütün pencerelerde siyah perde vardı. Zaten birçok yerde elektrik yoktu. Ancak vali, kaymakam gibi yetkililerin evlerinde, zengin evlerinde elektrik vardı. Her şehir jeneratörle kendi elektriğini üretirdi. Biz Hopa'dayken gaz lambası kullanırdık. Trabzon'a geldiğimizde durum biraz daha iyiydi.

Erzurum'da lise arkadaşları ve jimnastik hocası Nurhan beyle.

1946'da Erzurum'a geldik. Ben ve abim Mesut, futbolcu olarak Erzurum'da ve şarkta çok tanınan adamlardık. Kabiliyetliydik, oradaki futbolculardan farklı bir tarafımız vardı. Ben Erzurum'da başka sporlar da yaptım. Çok iyi voleybol oynardım. Bir sene boks yaptım, atletizmde 800 ve 1500 metrede şampiyonluğum vardı. Pingpongda şampiyon oldum. Malzeme alamadığım için bir tek kış sporlarını yapamadım. Erzurum kayakta birinciydi. Fakat eldiven, gözlük, başlık, kayak almak için hep para lazım. Zaten heves de etmedim. Lise takımında voleybol oynardım. O zaman smaç vurma yoktu, çekme denen bir teknikle vurulurdu. Boyum 1.78'di, o zamanlar için uzun sayılırdı. Ağın dibine topu bıraktığım zaman kurtarmak mümkün değildi. Sivas'tan gelen bir jimnastik hocamız vardı, Fikret Gürler isminde. Ondan evvel jimnastik hocasını kimse takmazdı. Bu geldi, acayip sert bir adam, müdür kadar tesirli neredeyse. Sivas'ta bir voleybol maçı aldı bize. Sahaya çıktık, antrenman olarak oynuyoruz. Ben bir-iki küt vurdum. Onların hocası geldi, bu adam profesyonel gibi vuruyor, biz bununla oynayamayız dedi. Onun ricası üzerine baştan oynamadım ben. Durum 10-5 aleyhimize. Ben oyuna girdim, üç seti de galip bitirdik. Lise takımı dışında Palandöken kulübünde de oynadım voleybolu. Ankara'ya gittik, Türkiye üçüncüsü olduk.  Erzurum'da voleybolun iyi olmasının sebebi, lisenin jimnastik salonu olmasıydı. Şark vilayetlerinde çok az yerde vardı lise. Lisenin salon avantajı bize bir hayli imkan verdi. Lisenin arkasında bir de futbol sahası vardı. Zemini sert topraktandı. Düştüğün zaman yandın.

Erzurum Lisesi voleybol takımı Sivas'ta maçta. Kenan Buharalı baştaki oyuncu.

Trabzon'da nasıl İdmanocağı - İdmangücü rekabeti varsa Erzurum'da da Palandöken ile 12 Mart kulüpleri arasında rekabet vardı. Palandöken'in forma rengi sarı-kırmızı, 12 Mart'ın siyah-beyazdı. Dağcılık kulübü de sarı-lacivertti. Kulüp maçları da lisenin arkasındaki bu sahada yapılırdı. Kaya Çilingiroğlu arkadaşımızdı, o da lisede okuyordu. Amcasının oğlu Ziya Çilingiroğlu, Palandöken kulübünün başkanıydı. Kaya'nın vasıtasıyla Palandöken takımına girdik. O zaman 16 yaşındaydım. Bu iki kulübün dışında Dağcılık diye bir kulüp vardı. Esas branşı kayak sporlarıydı ama futbol takımı da vardı. Demirspor ve iki takım daha vardı. Altı takımla lig maçları oynanırdı. Erzurum şampiyonluğunu hep Palandöken kulübü kazanırdı. Kuvvetli bir takımımız vardı. Mesela Nihat Hacettepe'de oynadı. Muammer Ankara Yolspor'da oynadı. Erdinç diye bir santrforumuz vardı, Vefa'da oynadı. Abim Mesut benden dört beş sene sonra Adalet kulübüne girdi. İki sene oynadı. Kasımpaşa'ya transfer olduğu zaman bel fıtığı oldu. Ameliyat geçirdi, bir daha oynayamadı. Palandöken takımı olarak yaz aylarında Trabzon'a, Giresun'a, Sarıkamış'a, Kars'a giderdik. Zaten kışın Erzurum'da kar yüzünden maç yapamazdık. Kar kalksın da maç yapalım diye beklerdik. Fakat öyle bir yağardı ki o devirlerde, ta Mayıs'ta kalkardı kar. Dört ay futbol oynardık Erzurum'da. Kasım geldi mi bitti, oynayamazsın.

Palandöken takımı Erzurum'da bir maçtan önce. Sol başta Kenan Buharalı, yanında başkan Ziya Çilingiroğlu.
Mesut Buharalı ayakta sağdan üçüncü futbolcu.

1952 Temmuz ayında İstanbul'a geldim. Esasında beni Vefa çağırmıştı fakat anlaşamadım. Benim teyzemin oğlu İstanbul'da tıbbiyede okuyordu. Vefa kulübü başkanı Hadi Nasır'ı tanıyormuş. Ona söylemiş, o da gelsin demiş. Bana haber yollayıp çağırdı. Erzurum'dan trene bindim; posta treni, üç günde İstanbul'a geliyor. Beni Haydarpaşa'da karşıladılar, hemen Vefa stadına götürdüler. Başkan Hadi Nasır, "Bir antrenman maçında seni deneyeceğiz," dedi. "Abi üç günlük yoldan geliyorum, çok yorgunum. Beni sahaya çıkartma," dedim. "Yok bir topa vur, seni bir görsünler," dedi.  Bir çıktım ki karşımda milli takımın üç adamı: Kör Galip, Büyük Garbis, Tahtabacak İsmet. Garbis'i tutacak halim yok tabii o yorgunlukla. Maçtan sonra başkan, "Evlat seni kadroya alırız ama 110 lira maaş veririz," dedi. O zaman transfer parası yok, sadece maaş veriliyor. Palandöken kulüp başkanı Ziya Çilingiroğlu'nun kardeşi Kemal gazeteciydi ve aynı zamanda İstanbulspor başkanı Ali Sohtorik'in damadıydı. Ziya bey ona benim Vefa'ya geldiğimi bildirip kaçırmayın diye telgraf çekiyor. Bunun üzerine Ali Sohtorik adam gönderip beni çağırttı. "Sen Vefa takımında oynayamazsın, kuvvetli takım. Sen bize gel," dedi. 150 lira aylık teklif etti. O zamanlar memur maaşı yanlış hatırlamıyorsam 180 lira civarıydı. Öyle olunca kabul ettim. Profesyonel mukaveleye imza attım ve İstanbulsporlu oldum.

İstanbulspor'un 1956'daki bir kadrosu. Ayaktakiler (soldan): İbrahim, Alaaddin, Sabih, Kamil, Metin, Kenan.
Oturanlar: ? , Kadri, Aydemir, İhsan, Erdoğan. 

İstanbulspor'la anlaştıktan sonra kulüp binasında kalmaya başladım. İstanbul Erkek Lisesinin yanında, şimdi vakfın kullandığı binayı kulüp o zamanlar lokal olarak kullanırdı. Orada bir odada, Ankara'dan gelen sağ bek Alaaddin ile birlikte kaldık. Bir sene öyle idare ettim. Babam o sırada emekli olmuştu. Erzurum'da sıkılıyordu. Onlar da İstanbul'a taşındılar. Vefa bozacısının evini kiraladık. Sonra Laleli'ye taşındık. 1952'de İstanbul'a geldiğimde şehrin nüfusu 700.000 kişiydi.Yirmi beş sene kadar orada yaşadık ve lokanta işlettik. Laleli o zamanlar İstanbul'un en güzel semtlerindendi. Hep evler vardı, ilk işyeri bizim lokantaydı. Yedi sekiz masalı bir yerdi. Müşterilerin hepsi İstanbul Üniversitesinde talebeydi. Daha sonra Laleli'de Pembe Panter diye bir kafeterya açtık. Bir zamanlar Türkiye'nin en büyük kafeteryasıydı. Bizim zamanımızda insan sadece futbol oynayarak geçinemezdi. Kulübe ilk geldiğim zamanlar da bir sigorta şirketine girip altı ay çalıştım. Sonra askere gittim. Askerden gelince de belediyeye girdim. İstanbulspor'da doğru dürüst para kazanamadık ama kulübün başka bakımlardan faydası oluyordu. Zevatta kulübün çevresi çoktu. Mesela ben askerliğimi İstanbul'da yaptım, maçlarda oynamaya devam ettim. İşe soktular, belediyede işe girdim.

1953'te İstanbulspor'u çalıştıran Macar antrenör
Vilmos Halpern'le.

Erzurum'dayken 5 numara, yani santrhaf oynardım. İstanbulspor'a gelince 2 numara ve 4 numara yani  sağ bek ve sağ haf olarak da oynadım. Özellikle 4 numara olarak çok oynadım, o yüzden beni herkes sağ haf olarak bilir. İlk geldiğimde takımı zannederim Ali Mortaş çalıştırıyordu. Ben geldikten bir sezon sonra Vilmos Halpern İstanbulspor'un ilk yabancı hocasıydı. Gençliğinde Macar milli takımında oynamış. Bizim zamanımızda başka yabancı hoca gelmedi zaten. Sabri Kiraz, Cihat Arman, Ziya Taner, Necdet Erdem - bu hocalarla çalıştık. Daha sonra bir sene Aydemir hocalık yaptı. İçlerinde en iyisi Ziya Taner'di. Yugoslavya'da futbol oynamış, tahsil görmüş, bilgili bir adamdı. Fakat sessiz bir insandı. Antrenör kim olursa olsun Ali Sohtorik'in dediğini yapmak zorundaydı. Gençliğinde futbol oynadığı için bilgili bir adamdı. Takım tertibine karışırdı.  

İstanbulspor'un Erzurum'da Palandöken takımıyla yaptığı özel maçtan önce çekilen
hatıra fotoğrafı. Sol başta Mesut Buharalı, yanında Kemal Çilingiroğlu, Ali Mortaş,
Ziya Çilingiroğlu ve Kenan Buharalı.

Bir süre sohbetimize Cem Atabeyoğlu'nun hazırladığı İstanbulspor kitabının sayfalarını karıştırarak devam ediyoruz. Bir takım fotoğrafını gösteren Kenan Buharalı şunları anlatıyor:
1957-58 kadrosu İstanbulspor'un en iyi kadrosudur. Üçüncü olduğumuz senenin kadrosu bu. Bu takımda benden evvel gelen Merih ve Aydemir var. Aydemir Fenerbahçe genç takımından gelmişti ama iyi futbolcuydu. Yine de Fener'de oynayamazdı. O zaman sağ iç oynayan Erol Keskin vardı, o çok iyi oyuncuydu. Aydemir de İstanbulspor'un en iyi futbolcusu oldu. Merih de önceden santrhaf oynardı. Yedikule'den gelmiş. Sonra Karagümrük'den Kadri Kartal gelince Merih sol beke geçti. Burada Salih de var ama çok az oynadı, esas takımın adamı değil. Bu 1957-58 sezonunda Beşiktaş'ı geride bıraktık. Bir sene son maçta Fenerbahçe'yi yendik, Galatasaray şampiyon oldu. Bir sene de yine son maçta Galatasaray'ı yendik, Fenerbahçe şampiyon oldu. Hep bize denk gelirdi bu maçlar.

İstanbulspor Kenan kaptanlığında sahaya çıkıyor. Arkadaki futbolculardan seçilebilenler:
Enver, Kamil, Sabih, Garbis, İhsan ve Kasapoğlu.
1956'da oynanan bir Beşiktaş maçı.

Daha sonra baktığımızda İstanbulspor'un sadece 1957-58 değil 1956-57 sezonunda da üçüncü olduğunu görüyoruz. Beyoğluspor'dan gelen Kasapoğlu'nun da katılmasıyla İstanbulspor'un meşhur Kasapoğlu-Aydemir-İbrahim-İhsan-Yüksel forvet hattına kavuştuğu sezondur bu. İstanbulspor'un taraftar desteği ve kulübün maddi imkânlarını sorduğumuzda Kenan Buharalı anlatmaya devam ediyor:

İstanbul Lisesinin öğrencileri bizim taraftarımızdı. Kapalı tribünün deniz tarafındaki köşesinde otururlardı. "Hişt hişt geliyor!" diye bağırırlardı. Başa oynayamamamızın en büyük sebebi parasızlıktı. Parasızlık had safhadaydı. Ali Sohtorik para verecek, maaşlarımızı alacağız. Gelir yoktu. Üç büyüklerle maç yaparsan stat dolar ama Beykoz'la maç yaparsan 1000-2000 kişi olurdu. Sadece biz değil, Vefa'da da bir tek başkan Hadi Nasır para verirdi. Para vermeyen zaten başkan olamazdı. Demokrat Parti kabinesinde yedi tane İstanbul Lisesi mezunu bakan vardı. Çok büyük yardımlarını gördük. Ben yedek subayken Kars'a gittim ve üç ay kaldım. Sonra ziraat bakanı Nedim Ökmen emir çıkarttırdı, İstanbul 1'inci Orduya geldim. Hem askerlik yaptım, hem maçlarda oynadım. İstanbul Lisesinden Yetişenler Derneğinin Kızılay'da lokali vardı. Bütün bakanlar, milletvekilleri orada toplanıp oyun oynarlardı. Biz Ankara'ya trenle giderdik, Nedim Ökmen garda bizi karşılardı.

Bakan Nedim Ökmen Ankara'ya gelen İstanbulspor kafilesini otelde ziyarette.

Sohbetimize bir süre evin koridorunda devam ediyoruz. Küçük bir İstanbulspor müzesi izlenimi veren koridorun duvarlarında birçok fotoğraf asılı. Uzun müddet takım kaptanlığı yapan Kenan Buharalı'nın muhtelif kaptanlarla çekilmiş fotoğrafları çoğunlukta. Bunların arasında bir de milli takım fotoğrafı dikkatimizi çekiyor. Kenan Buharalı'nın da yer aldığı bir aday kadro fotoğrafı sonradan renklendirilerek duvara asılmış. Fotoğrafla ilgili şöyle konuşuyor Kenan kaptan:
  
1956'da yaptığımız Macaristan maçından sonra oynanacak Doğu Almanya maçı için milli takıma çağrıldım. İdmanlara gittik fakat sonra maç iptal oldu. Türk hükümeti Doğu Almanya'yı tanımadığı için şansımıza maç iptal edildi. O milli takıma çağrılmak kolay iş değildi. Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi takımıydı, Macarları yenmişti.










Yazının girişinde Kenan Buharalı isminin bugün genç kuşaklar tarafından pek hatırlanmadığını yazmıştık. Bunda futbolu bıraktıktan sonra antrenörlükle uğraşmamasının da payı olabilir. Futboldan neden koptuğunu da aşağıda anlatıyor Kenan Buharalı:

Ben 1963-64'te futbolu bıraktım. İzmir'de Alsancak stadının zemini çok sertti. 1963 senesinde bir maç oynadıktan sonra duşlara geldik. Bizde bir sağaçık Ahmet Şahin vardı, rahmetli sonra Beşiktaş'ta santrfor oynamıştı. Bana, 'Kaptan yahu senin ne işin var burada?' diye sordu. Ben de ona kızdım, zira o gün kötü bir futbol oynamıştı. 'Sen bunları düşündüğün için mi bugün kötü oynadın?' diye karşılık verdim. Fakat arkam ne olmuş biliyor musun? Neredeyse bütün derisi soyulmuş, ben farkında değilim. Yani saha öyle zımpara gibi kötüydü. İstanbulspor'dan sonra Yedikule'ye antrenör-futbolcu olarak gittim. İbrahim de benimle beraber geldi. Bir sene orada oynadık. Daha sonra amatör Şehzadebaşı takımını çalıştırdım ama çok zor iş. Futbolcuların ve idarecilerin kaprisi çekilmez. Hem iş hayatım da vardı, o yüzden fazla ilgilenemedim. Ali Sohtorik malzemeciyle haber göndermiş, 'Yeter artık bıraksın,' demiş. Müdafaa oyuncusuydum, fazla yıpranmamıştım. Kendime iyi baktığım için ciddi bir sakatlık geçirmemiştim ama arkamda bekleyen adamlar çok kuvvetliydi: Ercan ve Yılmaz. Şu devirde olsaydı, o zaman oynadığım futbolun belki beş mislini oynardım çünkü kendimi seyretmiyordum. Şimdiki futbolcuların en büyük avantajı bir-iki saat sonra televizyonda kendini seyretmesi. Ben kendimi seyretseydim hatalarımı görür, idmanda ona çalışırdım.  

Ayaktakiler: Sabih, Kamil, İhsan, ? , Garbis, Yüksel.
Oturanlar: Kenan, Aydemir, Kadri, Güngör Okay, Erdoğan.
Bir kamp hatırası. Arkada sol başta kaleci Özkay, yanında antrenör Sabri Kiraz.
Orta sıra: Kamil, Ahmet Şahin, Kenan, Güngör Okay.
Şehzadebaşı antrenörü (sol başta).

İstanbulspor haf hattı: Erdoğan Tokol, Kenan
Buharalı, Güngör Okay.

İstanbulspor 1961-62. Ayaktakiler: Tuncay, Arif, Yalçın, Nazım, Kenan, Yılmaz.
Oturanlar: Nejat, Güngör Okay, Nevzat, İhsan, Güngör Tetik.
Çeşitli kuşaklara mensup İstanbulsporlu futbolcular 1987'de bir kokteylde.
(Soldan): Yavuz Bentürk, ? , Kaya Çilingiroğlu, Kenan Buharalı, Mete Bozkurt.




Kenan Buharalı futbolu bırakıp kısa süren antrenörlük tecrübesine de noktayı koyduktan sonra kendini tamamen iş hayatına vermiş. Uzun yıllar lokanta ve kafe işletmeciliği yapmış. Son birkaç yıldır işi de bırakıp emekliye ayrılmış. Artık günlerini torunuyla ilgilenerek geçiriyor.